Akdeniz’in doğusundaki Amerikan kuvvetlerini meşru hale getirmeyi amaçlayan İsrail Hamas’tan sonra Lübnan’a yöneldi. Bu kanlı süreçte batılı normlar ve değerler yok edilirken, bölgede oluşan yeni denklemde, Hizbullah’ın kısa vadede atacağı adımlar merak ediliyor.
Dr. Talha İsmail Duman, siyonist rejimin Lübnan’da gerçekleştirdiği çağrı cihazı saldırıları ardından bölgesel bir savaş ihtimalini AA Analiz için şöyle değerlendirdi:
***
İsrail’in Lübnan’da gerçekleştirdiği çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının kapıda olduğu yorumlarını tahkim edercesine odak noktasının Gazze’den Lübnan’a kaymasına neden oldu. Haziran ayından itibaren ivme kazanan Hizbullah saldırıları, İsrail’in kuzey bölgelerini felce uğratmasının yanı sıra, Tel Aviv’de büyük katılımlı protestoların ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu bağlamda, Gazze’deki hedeflerinden halihazırda oldukça uzakta olan İsrail, Lübnan cephesinin caydırıcı gücüyle baş edemeyince, başta Hizbullah yetkililerine suikast olmak üzere sivil halkı da hedef alan bir dizi terör eylemine başvurdu. Talib Sami Abdullah ve Fuad Şükür gibi üst düzey Hizbullah yetkililerine yönelik suikastların ardından tırmanan gerilim, çağrı cihazları saldırıları ve İbrahim Akil suikastıyla yeni bir boyuta evrilmiş gibi görünüyor.
İsrail’in “tırmandırma yoluyla gerilimi azaltma” taktiği
İsrail’in “tırmandırma yoluyla gerilimi azaltma” olarak tanımladığı bu stratejiyle üç hedefi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, Hizbullah’ın ödediği bedelleri artırarak Gazze’ye destek amacıyla başlattığı bu saldırılardan vazgeçmesini sağlamaktır. İkinci hedef, Lübnan’a yönelik tam kapasiteli bir savaş başlatmak amacıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) desteğini arkasına almayı garantilemektir. İsrail ayrıca çağrı cihazı saldırıları gibi eşine az rastlanır operasyonlar üzerinden Lübnan halkı üzerinde korku yaratmayı ve Hizbullah karşıtı iç cepheyi genişletmeyi de amaçlıyor.
Saldırıların sonuçlarına baktığımızda İsrail’in bu hedeflerinin önemli bir kısmına ulaşamadığı net bir şekilde görülüyor. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, bir yandan çağrı cihazı saldırılarını “direnişin Lübnan’daki tarihinde eşi benzeri olmayan bir darbe olarak tanımlarken diğer yandan da Filistin’i ve Gazze’yi asla yalnız bırakmayacaklarını belirterek, güney Lübnan’dan saldırıların devam edeceğinin sinyalini verdi. Hizbullah, 25 Ağustos’ta Fuad Şükür suikastına cevaben Erbain Operasyonu’na imza attığını duyurarak, İsrail’in en kilit istihbarat noktalarından biri olan Birim 8200’ün karargahını vurduğunu açıklamış, bu saldırıdan iki hafta sonra bu birimin komutanı Yossi Sariel’in istifa etmesi operasyonun başarılı olduğu yorumlarını desteklemişti. Bu istifadan kısa bir süre sonra gerçekleşen çağrı cihazı saldırılarının organizatörü olarak Birim 8200’e referans verilmesi ise, Hizbullah’a misilleme olarak değerlendirilmişti. Hizbullah, cihaz saldırıları ve İbrahim Akil suikastının ardından füze saldırı kapasitesini Hayfa’yı dahil edecek şekilde genişletti ve F-16’lar dahil olmak üzere İsrail hava kuvvetleri filosuna ev sahipliği yapan Ramat David Hava Üssü’nü ilk defa kullandığı Fadi-1 ve Fadi-2 füzeleriyle hedef aldı. Bu durum hareketin, tüm yıpratıcı saldırılara rağmen Gazze soykırımı sona erene kadar İsrail’in kuzeyine açtığı cepheyi kapatmayacağı şeklinde okunabilir.
İsrail’in planları tuttu mu?
İsrail’in ABD’yi dahil edeceği geniş çaplı bir savaşı başlatma hedefinden de şimdilik uzak olduğu görünüyor. Hizbullah’la tam teşekküllü bir savaşa tek başına girmesinin ortaya çıkaracağı ağır faturanın farkında olan İsrail, ABD’yi henüz böyle bir savaşa ikna edebilmiş değil. İsrail’e her türlü desteği vermekten geri durmayan ABD, en azından başkanlık seçimlerine kadar daha ileri bir adım atmaktan kaçınıyor. Diğer yandan, İsrail’in iletişim cihazları saldırılarındaki üçüncü hedefi ise tam tersi yönde karşılık bulmuş durumda. Hizbullah’ı Lübnan’ın içinde bulunduğu kriz ortamından sorumlu olarak göstermeye çalışan İsrail, farkında olmadan hem Hizbullah karşıtı pek çok siyasi aktörün hareket etrafında kümelenmesine neden oldu hem de Hizbullah’ın yaşadığı mağduriyet üzerinden İsrail’e yönelik saldırılarını artırmak için aradığı ülke içi meşruiyeti elde etmesine zemin sundu. Lübnan’ın içinde bulunduğu kırılgan siyasi atmosfer bu tabloyu kısa sürede değiştirecek potansiyele sahip olsa da halihazırda kamuoyundaki Hizbullah’a destek açıklamaları son yıllara nazaran oldukça öne çıkmış durumda.
Gelinen noktada, Hizbullah-İsrail gerilimi resmi olarak bir savaş olarak adlandırılmasa da savaşın pek çok belirtisini üzerinde taşır hale geldi. İsrail’in kuzeye askeri tahkimat yapması, tam kapasiteli bir savaşın habercisi gibi görünmekle birlikte, İsrail’in Aksa Tufanı karnesine baktığımızda, Hizbullah’ın Netanyahu Hükümeti’ne istediğini kolay kolay vermeyeceğini söyleyebiliriz. İsrail’in stratejik hedeflerini engellemeyi temel prensip olarak gören Hizbullah’ın, Cardiff Üniversitesi’nden Emel Saad’ın ifadesiyle “eşik altı yanıt” politikasını sürdüreceğini söyleyebiliriz. Yani Hizbullah’ın, bir yandan İsrail’in ABD’yi yanına alarak yeni bir savaş başlatma hevesinin önüne geçme politikası takip edeceğini, diğer yandan ise Gazze’ye desteğini sürdürerek yerleşimcilerin İsrail’in kuzey bölgelerine dönmesini engelleyeceğini öngörmek mümkündür. Ancak İsrail’in son süreçte terör eylemlerine ivme kazandırdığı hesaba katıldığında, Hizbullah’ın topyekun bir savaşı engellemekle caydırıcılığını sürdürmek arasında kurduğu stratejik dengeyi korumakta zorlanabileceğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Herkesin zaman kazandığı bu denklemde, Hizbullah’ın iki tercihten birinden vazgeçmek durumunda kalması halinde, “kaçınılmaz bir tepki”nin bölgesel bir savaşı tetiklemesi de ihtimaller arasında yer alacaktır.
Bölgeyi ateşe sürükleyecek böyle bir savaş riskini azaltmak için, İsrail’e yapılan baskının artırılması kaçınılmaz görünüyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) Lübnan saldırıları merkezli yapılan acil oturumda, başta ABD olmak üzere İsrail’in Batılı müttefiklerinin terör eylemlerine kılıf bulan açıklamaları, geleneksel diplomasi yöntemlerinin pek de işe yaramayacağını ortaya koyuyor. Bu bağlamda, İsrail’e karşı caydırıcı nitelikte ve “güç” odaklı askeri, ekonomik ve siyasi adımların atılması önem arz ediyor. Batı blokunun Siyonist projeye destekçi pozisyonu hesaba katıldığında, Müslüman ülke liderlerine böyle bir inisiyatifi oluşturmada önemli görevler düştüğü aşikardır. Nitekim, Gazze’de katliama ve Lübnan’da büyük yıkımlara imza atan İsrail’in bölgede daha tahripkar adımlar atmaya hevesli olduğunu tahmin etmek işten bile değildir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *