Hamas’ın çıkışı yankısını tüm dünyada bulurken, duyarsız iktidarlar ve hac organizatörleri de bundan nasibini almalı, ümmet kendi gerçekliğine el koymuş zorbalara da sesini duyurmalıdır. İslam dünyası elindeki onca imkâna rağmen bunun değerlendiremeyen ve hatta farkında bile olmayan bir aymazlık içerisinde bulunmakta…
Ümit Aktaş / Independent Türkçe
Filistin meselesi İslam dünyasının giderek daha da çözümsüzleşen en önemli sorunu.
Kimileri cepheye savaşmaya giderken, kimileri de yardımlar örgütleyerek ya da protestolar düzenleyerek desteklerini sürdürmekte.
Hem bu sadece İslam dünyasıyla da sınırlı bir çaba değil. Ama her halükarda çabaların ağırlık merkezi bir cephe savaşımı ekseninde sürdürülmekte ve süreç de bu minvalde işlemekte.
Dolayısıyla cephe savaşının sıcaklığı soğudukça duygular da soğumakta ve sorun yeni bir çatışmaya değin unutulmakta ya da tavsamakta.
Oysa sorunun çözümü salt bu türden çabalar, yardımlar ve desteklerle sağlanılacak gibi değil ve bu ise şimdiye dek çoktan kavranılmalıydı.
Kavranılmakta da belki ama yine de savaşın heyecanı kesildiğinde kimileri soruna lakaytlaşırken kimi de sorunu cephe savaşlarıyla sonuçlandırmaktan başka ihtimalleri görememekte.
O zaman da sorun ister istemez ağır maliyetleri Filistinlilerce ödenen ve her seferinde daha da geriye düşülen bir çıkmaza doğru sürüklenmekte.
Bu trajik koşullar altında İslam dünyasına baktığımızda ise şaşırmakta ve hatta utanmaktayız.
Duyarsızlık ve acziyet bir yana, asıl içimizi yakan değerlerinin ve imkânlarının farkında olamama hali.
Dünyanın en büyük imkânı ellerinde: Hac, yani büyük toplanma ve kıyam. Ama ne var ki bu imkân aymazlıkla heder edilmekte.
Edilmekte çünkü imkânları değere dönüştürecek ve üretkenleştirecek olan düşünsel yetkinlikler ve bu yetkinliklere kıymet verilmesidir.
Bu ise yüzyıllardan beri kaybedilmiş durumda maalesef.
Yine de zaman zaman kimileri ansızın parlayan yıldızlar gibi gözükseler de semamızda, dikkate alınmaksızın ve belki de lanetlenerek unutulup gitmekteler.
Cemil Meriç, Şeriati’den söz ederken ve yine ondan yaptığı alıntılarla dile getirir bu trajik yazgıyı:
Buda’nın deyişiyle ‘göller bölgesinde bir ada olmak affedilmez bir günahtır’ diyen genç mücahit, Ayn al Kuzat’ın akıbetinde kendi istikbalini görüyordu: ‘Evet, cehalet çağlarında bir cinayettir şuur, mazlumlar ve zeliller toplumunda ruh ve gönül yüceliği.
Günümüzde ise bu cehalete bir de vicdansızlık eklenmiş durumda. Milyonlarca Müslüman ibadet için toplanmakta ama yanı başlarında süregiden zulme dair hiçbir duyarlılık emaresi gösterememekte.
Kaldı ki bu acı sadece Müslümanlara dair de olmayabilir. Sözgelimi Darfur için, Yemen için de böylesi bir duyarlılık gösterilebilir; ortak bir duyarlılık geliştirilebilirdi.
Oysa her yıl milyonlarca hacı adeta turistik bir seyahate gider gibi Mekke ve Medine’ye giderek oradan sadece hurma, zemzem ve seccadelerle dönmekte.
Belki birçoğu yaptıkları ibadetin ne olduğunun farkında bile değil. Esasında mazur da görülebilirler. Çünkü buna dair bir ruh, daha ilk yüzyıllarda unutulup gitti.
Aslında Hz. Peygamberin Veda Hutbesini hepimiz biliriz ama bilsek de onu günümüze nasıl taşınacağı kimsenin umurunda değil.
Hac ziyaretleri adeta bir turizm etkinliğine indirgenmiş ve hatta bu şirketlerin inisiyatifine bırakılmıştır.
Devletler ve cemaatler de bu işten paylarını alarak bu oldukça mühim olayı umursuzca geçiştirirler.
Böylece hac ibadeti, ibadetin anlamı yaratıcı düşünceler ve edimlerin ortaya konulması, Allah ile yakınlaşma ve müminlerle buluşmalar olmaktan çıkarak, biçimsel ve mekanik tekrarlar, geleceği olmayan bir geçmişi anışa dönüşürken; Kâbe ise ikonik bir sembol, anıtsal bir görkem ve salt bir turizm merkezi haline gelmekte.
Orada kendisine doğru koşulan bir ahdin canlandırılması ve yenilenmesi değil, bir borcun edası, bir işlevin tekrarı, mekânla ve zamanla bağlarını yitirmiş bir kutsal anıştır.
Yoksa hayatı yeniden canlandıran, dünyayı ihya eden, Allah ile buluşmanın heyecanını bir kez daha müminlere yaşatan ve buradan çağımıza özgü sorunların tartışılması ve çözümlenmesi, ufkuna yeni soru(n)ları koymuş bir ahlaklanmanın hazzı ve cesaretiyle dönülmesi de değildir.
Sadece yorgunluk, sadece söylenenleri yapmış olmanın vecdi ve sadece anılarla evine dönmenin bomboş huzuru.
Mensubunu rahatlatan bu reaktif/pasif dindarlık ise sorgulayıcı, arınmaya ve yenilenmeye çalışan ve eleştirel bir dinî yönelimi huzur bozucu ve hatta tehlikeli bulur.
İlk defa Ali Şeriati meseleye bir farklı bakışla yaklaşma cesaretini göstermişti. Hz. İbrahim’in başlattığı o görkemli girişimin üzerinde yeterince düşünülmekte mi?
Yoksa o da Ebuzer gibi çölün derinliklerinde unutulup gitti mi?
İbrahim (as) ile Muhammed (as) arasındaki o tarihsel çizginin anlamı ve o çizgiyi günümüze taşımanın sorumluluğu üstlenilebilmekte mi?
Şeriati’yi kaç kişi okudu ve anladı bilemem. Ama Şiiler muhtemelen onu ayrıksı/itizali bir solcu, Sünniler ise Şii, dahası sosyalist bir sapkın olarak görmüşlerdi.
Hem ne gerek vardır böyle durmuş oturmuş gelenekleri kurcalamaya, arızalar çıkarmaya.
Geleneksel kültürün konforu içerisinde herkes işine gücüne bakmalı değil miydi?
Filistin konusunda da sürdürülen mantık neredeyse aynı.
Hiçbir “İslam” ülkesi konforunu bozma derdinde değil. Aslında bu ülkelerde her yıl binlerce toplantı yapıldığı gibi, hacla ilgili de bir yığın toplantı düzenlemekte.
Ama hiçbirinde haccın asıl önemi, tüm Müslümanları bir araya getiren bir etkinlik oluşu dikkate alınmamakta.
Kangrene dönüşmekte olan yaralara kimse el sürdürmemekte. Egemen ile madun arasındaki o sinsi uzlaşı, o kirli ve alçakça işbirliği, tüm yaraların üstünü örten bir statükonun marifeti.
Oysa bu öyle önemli bir imkândır ki, dünyanın gücünü kullansanız böylesi bir toplanmayı sağlamanız mümkün değil.
Peki, Hz. Peygamber’in bize bıraktığı mirasın asıl öneminden, dahası ibadetin asıl anlamından haberimiz var mı?
Gönül isterdi ki her yıl hac faaliyetlerinin içerisinde İslam dünyasının, Filistin ve benzeri kanayan yaraları hakkında toplantılar, çalıştaylar, çözüm arayışları düzenlenebilseydi.
Kaldı ki aklı başında her Müslüman için bu zaten haccın, o büyük toplanmanın olmazsa olmaz bir gereğidir.
Şayet Müslümanların ve hatta insanlığın kanayan bir yarası varsa müminlere düşen onun üzerinde düşünmek, konuşmak, tartışmak ve çözümler aramak olmalı değil mi?
Ve hatta İslam dünyası dışında, genel olarak dünyadaki temel sorunlar da burada tartışmaya açılmalı, oralar hakkında da çözümler üretilmeye çalışılmalı değil mi?
Ve esasına da bakılırsa, bu tür etkinliklerin, buluşmaların, tanışmaların, karşılaşmaların olmadığı bir hac, hac olmanın temel anlamından da yoksundur.
Coğrafyanın bir yerleri kanarken haccı sadece Kâbe manzaralı otel, yemek ve hurma festivaline dönüştürtmek, İbrahim’in (as) ve Muhammed’in (as) kavgasını verdiği ve miras bıraktığı ruhtan ne kadar da yoksundur.
O zaman ise meydan ulusal hacı gruplarının sportif bir faaliyet gibi ötekilere kapalı bir biçimde sürdürdükleri biçimsel icracılarına kalmakta ve böylesine büyük bir imkân aymazca heder edilmekte.
Filistin meselesi gibi kronik sorunlar ise göründüklerinden daha karmaşık ve çözümleri de oldukça zordur.
Sorunu silahların gücüne havale etmek, çözümsüzlüğe ve gücün asimetrik dehşetine bırakmaktır.
Orada ise sürecin nasıl işleyeceği az çok belli olsa da salt bu yolla çözümleneceği de belirsiz ve tarafları sürekli daha acımasız bir şiddete ve kaosa sürüklemektedir.
Uluslararası toplum, BM ve İİT gibi kuruluşlar, başka hangi sorun için kurulmuş olabilir ki?
Ama orada da süreçleri askıya alan, olayları akışına bırakan bir bürokrasi, güçlü ülkelerin didişmeleri ve duyarsız bir statüko egemendir.
İslam İşbirliği Teşkilatı bu konularda BM kadar bile duyarlı olmayıp neredeyse doğrudan küresel güçlere tâbileşmiş hizipler haline gelmiş durumda.
Bu inisiyatif yoksunluğunun ve belirsizliğin aşılması ise ortadaki krizin aklı başında yani kamusal/resmî çalıştaylar gibi başı sonu belli muhabbetlerin biçimselliğine bırakılmaksızın, ciddiyetle kritik edilmesini gerektirmektedir.
Hem de bu birtakım resmi temsilciler eliyle değil, ümmetin sıradan mensupları tarafından, ibadetin asıl anlamına kavuşturulacağı bir heyecanla yapılmalıdır.
Çünkü muhtemel bir kurtuluşu ve barışı sağlayacak olanlar tam da onların arasından çıkacaktır; yoksa küresel güçlere bendeleşmiş akıllardan değil.
Düşme ile düşünce arasındaki dilbilimsel yakınlıktan yola çıkarak, düşmenin, daha en başından malulü olduğumuz bir kaçınılmazlık ve hatta kimi zaman da bir gereklilik olduğu söylenebilir.
Zira insanoğlu çoğu zaman aklına ancak düştüğünde başvurur; yani mecbur kaldığında.
Ama önce bunu derinlemesine bir biçimde hissetmeli, dekoratif salonların kıskacından çıkmalı ve tartışmalarını tam da Hira’da, Arafat’da, kâbenin yanı başında, sıcak kumların ve yıldızlı gökyüzünün altında sürdürmeli.
Öyle ki hiçbir ulusal çıkarın gölgeleyemediği bu tartışmanın sıcaklığı içinde Resul’ün sesi yanı başlarında duyulmalı.
Hac gibi bir imkânın farkına varabilen ümmet ise bu vasat üzerinden sadece mevcut sorunlarını değil, geleceğe dair ihtimalleri de tartışmaya açmalı.
Zira geleceğe dair hazırlıkları olmayanlar düştüklerinde hem nasıl kalkacaklarını bilemediklerinden hem de gerekli araçlardan yoksunluklarından, çoğu kez kalkamazlar, kalkmanın bir yolunu ve hatta buna dair bir arzuyu da bulamazlar.
Onlar kuyuya düşseler de oradan çıksalar da bir Yusuf olamazlar. Çünkü buna dair hazırlıklardan, ıstıraplı uğraklardan, meşakkatli ama akıl dolu müzakere süreçlerinden yoksundurlar.
Bütün bunlar içindir ki İslam dünyası elindeki onca imkâna rağmen bunun değerlendiremeyen ve hatta farkında bile olmayan bir aymazlık içerisinde bulunmakta ve işte bu nedenle de sorunlarının çözümü için ölmekten ve öldürmekten başka bir yol da bulamamakta.
Oysa savaş, sorun çözümleri açısından en son tercih edilmesi ve hatta mümkünse hiç başvurulmaması gereken bir seçenek.
Aksi, yani savaşın en biricik ve kaçınılmaz sorun çözme yolu olduğunu düşünmek ise tipik bir Selefi bakıştır.
Hatta Selefilik açısından silahlar, konuşmanın ve tartışmanın da yegâne araçlarıdır.
Ve maalesef, Selefiler bu görüşlerini çeşitli yollarla tüm İslam âlemine de kabullendirmişlerdir.
Dolayısıyla bu bakışın baskısı altında kalan ve akilane çözümler üretme becerisinden giderek yoksunlaşan İslam dünyası sadece silahlar patladığında ya da karizmatik bir önder veya göz kamaştırıcı silahlar karşısında heyecanlanmakta, aynı heyecanı bir sanat eseri, düşünsel çaba, bilimsel buluş, barışçı bir girişim karşısında gösterememektedir.
Kur’an “oku” hitabıyla başlar ki bunun derinleştirilmiş anlamı düşünmektir.
Günümüze sadece silahlı savaşım anlamı öne çıkarılarak nakledilen cihad kavramı ise ilk defa Furkan Suresinin 52. ayetinde ve inkârcılara karşı kitap (Kur’an) ile “büyük cihad” edilmesi biçimiyle zikredilir.
“Büyük cihad” işte budur; kitap ile, kavramlarla, düşünceyle verilen savaşım. Ama maalesef ki İslam dünyası Kur’an okumayı, yani kitap üzerinde düşünmeyi de hac gibi salt biçimsel bir ritüele indirgemiştir.
Ve yine, krizler karşısındaki kritiklerin de müminlerin elbirliğiyle yapılması, sorunlarının birlikte düşünülmesi, şûra ve istişareler yoluyla birlikte çözümlenmesiyle gerçekleştirilebileceği de çoktan unutulmuştur.
O nedenle bu dünya ortak akıldan, müzakere meclislerinden, birlikte eylemenin hazzından yoksundur.
Zaman zaman bir saman alevi gibi harlayan isyan alevleri ise geride kalıcı izler bırakmaksızın acılı anılar olarak unutulup gitmektedir.
O zaman ise şûranın anlamı biçimselleştirilerek hayatın içerisinden uzaklaştırılmasının da farkına varılamamaktadır.
Öyle ki günü kurtarma peşindeki siyasiler, bunlara tâbileşmiş din adamları ve sorumsuz, düşünmekten korkan, akilane eylemekten ise yoksun ahali arasındaki zımni işbirliği tam da bunu gerektirmekte.
O yüzden değil mi ki Malik bin Nebi ve Muhammed İkbal gibi düşünürler bu sürecin, yani yaratıcı, üretken, cesur, Kitap üzerinde düşünerek tarihin ve toplumun önünü açan bakış açısının, istişare ve şûranın, İslam tarihinin başında rüşeym olarak kaldığını söylemekteler.
Oysa tam da bu kritik zamanlarda hakikatin üzerini örten örtüyü kaldıracak düşünme cesareti ortaya konulmalı; iyinin ve kötünün, cari anlayışın, ezberlerin dışında olduğu gösterilmelidir.
Devrimci cesaret, çöl bitkileri gibi kendi hayat sularını da kendi özgüçlerinde bulunduran bir özerkliğin güzelliğine sahiptir.
Hamas’ın çıkışı yankısını tüm dünyada bulurken, duyarsız iktidarlar ve hac organizatörleri de bundan nasibini almalı, ümmet kendi gerçekliğine el koymuş zorbalara da sesini duyurmalıdır.
İran Devrimi, İntifada, Arap Baharı süreci, arkada bırakılanlar her ne olursa olsun devam etmelidir.
Mustazaflar bir kere daha hem de merkez üssü kâbe olmak üzere ayağa kalkmalı ve Kitap ile cihad etmenin anlamı bir kere daha kavranmalıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *