Zulmedenlere Erişmekle Kalmayacak Fitne

Zulmedenlere Erişmekle Kalmayacak Fitne

İsrail askerlerine taş atarken vurulan Filistinli çocuğu hatırlar mısınız? Öylece; taşı elinde olduğu halde kefenlenip defnedilmişti… Şunu diyordu adeta: “Rabbim şahitsin ki, şunu atmaya gücüm yetiyordu ve gücümün yettiğini yaparak sana geliyorum; işte delilim.” Elinde tuttuğu mazereti, beyan edeceği alâmeti/taşı olduğu halde Rabbine kavuşmuştu o yavrucak… Peki, Rabbimize giderken ya bizim mazeretimiz, hüccetimiz ne olacak?

Zulmedenlere Erişmekle Kalmayacak Fitne(1)

Ramazan Yazçiçek

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.”(2)

Bahse konu fitne, bir toplumda sadece zulmeden, Allah’a isyan eden, tuğyan edenlere erişmekle kalmayacak olan fitnedir. Aynı zamanda bu fitne, Allah’a isyan edenlerle birlikte, hakka inandıkları halde zulme, haksızlığa ve tuğyana karşı mücadele etmeyen, oturup kalanları da kuşatan/kuşatacak olan bir fitnedir.

Burada mesajın amacı, müminleri hakkı savunmaya, batıl ile mücadele etmeye çağırmaktır. İnananlar, sadece asileri helak ile sınırlı kalmayacak bir cezaya karşı uyarılıyorlar… Keza bu ceza, bir şey yapmayarak kötülere dolaylı destek verenleri de kuşatacaktır. Nitekim Allah’ın şeriatını kabullenmek ona karşı gelmemek yeter bir tavır değildir. Yeter tavır, imanı eylemleştirmek; yanlışlara karşı çıkarak haktan yana olmak doğrunun egemen olması için mücadele etmektir. Farklı bir ifadeyle iman etmek, amel ile imanı teyit etmek, hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. Bu, ma’ruftur; her bir iyiliğe topluca talip olmaktır. Bu vazifeyi yerine getirmek, Kur’an’da, Müslümanlara şu ayet ile farz kılınmıştır:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk (ümmet) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”(3)

Burada kendisine çağırılacak olan “hayır”, Kur’an ve Sünnet’tir. Men edilmesi istenen kötülük ise topyekûn cahiliyedir. Her Müslüman bu emrin muhatabıdır. Bu çaba, hiçbir dönemde ertelenmemeli, bireysel ve toplumsal alanda ihya edilerek kurumsal olarak da ortaya konulma yolları aranmalıdır.

Bir başka ayette yüce Rabbimiz, “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”(4) diye buyurmaktadır. Burada, “urf” (örf), ma’ruf, emredilmesi istenen “iyilik” demektir. “Urf, mâruf”; başka bir deyişle “güzel ve faydalı olan her iş”tir. Örf, insanlarca iyiliği bilinen ve kabul olunan faydalı ve doğru şeylerdir. İnsanların birbirlerine karşı öteden beri iyilik olarak yapa geldikleri ve iyilik olarak bildikleri, gereğine inandıkları ve faydasını kabul ettikleri, itiraf eyledikleri, ürküp “böyle şey mi olurmuş” diyerek reddetmeye ve karşı koymaya yeltenmedikleri şeydir. Her emrin örfe uygun olması gerekir. Fakat insanlar arasında yayılmış, şuyû bulmuş, iyi kötü her şey, her âdet ve gelenek örf demek değildir. Bilgisizlik ve sapıklık sayesinde veya zorba yöneticilerin zoruyla halka kabul ettirilmiş ve alışılmış bir takım kötü alışkanlıklar ve gelenekler vardır ki, bunların çoğu batıl ve çirkin şeyler olduğundan hadd-i zatında emredilmesi değil, onların nehyedilip yasaklanması ve ortadan kaldırılması gerekir. Hatta bunların birçoğu sahiplerinin gözünde bile çirkindir. Kendi nefislerine uygulanmasını istemezler ve inkâr ederler.

Allah’a asi olanlarda yerleşmiş nice kötü âdetler ve gelenekler vardır ki, şirk ve puta tapıcılık nev’indedir. Bütün Peygamberler bunlarla savaşmak için gönderilmiştir. Bu fena âdetler, Kur’ân tarafından kınanmış ve bu çirkin geleneklerin kötülenmesi, yasaklanması istenmiştir. Özellikle şirk âdeti daha sonra ortaya çıkmış bir şeydir ve iptali için ayette “örf ile emret” buyrulmuştur. Bu da gösteriyor ki örf soyut bir kavram değildir. Örfü bu nev’î ele alıp her türlü gelenek ve âdet demek olabileceğini sanmak çok yanlış bir şey olur. Her âdet ve gelenek örf demek değildir, her örf de âdet değildir.

Örf, marifet ve itiraf ile ilgili olduğundan “örf ile emret!” ifadesi şuna da işaret eder: emr olunacak şey, ya emredilir edilmez fıtraten kabul ve itiraf edilebilecek bir şey olmalı, yani haddi zatında bilinen ve kabul edilmiş olan bir şey olmalı, ya da önce genel anlamda ne olduğu iyice tarif edilip tanıtıldıktan sonra emr olunmalıdır. Nitekim Fatiha Sûresi’nde ve Bakara Sûresi’nin baş taraflarında önemli ilkeler iyice açıklanıp belirlendikten sonradır ki, ilk emir olarak “ey insanlar Rabbinize ibadet edin!” (Bakara, 2/21) hitabına yer verilmiştir. Hâsılı bir emir, bir iyiliği ve faydayı içermeli veya amaçlamalıdır. Emr olunan iş, ne derece ma’ruf olursa o derece geçerli olur, o derece kabul görür. Herkese şamil olan emirler de herkesin bilgi ve anlayış derecesine uygun olmalıdır. Yanlış anlaşılmaya veya istismara meydan vermeden kolaylıkla uygulanabilir olmalıdır. Halkın karşı koymasına, red ve inkâr etmesine meydan vermemeli, ya da halka baskı yoluyla uygulanmasına gerek kalmamalıdır. “Sen afyolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir” ayeti, ahlâk ilmi, kanun yapma ve yönetim bilgisi açısından geniş ve kapsamlı bir düsturdur.(5)

Emr, muhataptan bir şeyin yapılmasını tereddütsüz talep etmektir. Ma’ruf ise şeriatta iyi olan her şeydir ki, emredilmesi istenen budur.(6) “Bilmek, tanımak, düşünerek kavramak manasına gelen irfan kökünden türetilen ma’ruf kelimesi “bilinen, malum olan, tanınan, benimsenen şey” anlamındadır. Bir şeyi bilmemek ise bir şeyin zor ve sıkıntılı olması anlamlarına gelir ki, nekaret kökünden gelen münker de benimsenmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” anlamındadır. Ma’ruf münkerin zıddıdır. Yani ma’ruf, akıl, şeriat ve vicdanın iyi olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden bir isim: münker ise aklın ve şeriatın benimsemediği yadırgadığı şeylerdir. Hadis terminolojisine de konu olan ma’ruf, zayıf hadis türlerinden münkerin karşısında yer alan sahih hadis için kullanılmıştır. Aynı zamanda ma’ruf, meçhul karşılığı da kullanılmıştır.(7) Kur’an’ın, ez-zikir olduğu düşünüldüğünde ma’ruf, toplam olarak iyiyi hatırlatma ve kötüden sakındırmadır ki bu da esas itibariyle İslâm’a davettir. “O kullarım ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”(8)

Emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy-i ani’l-münker: İyililiği emretme ve kötü olan her şeyden sakındırmadır. Asli bir vazife olan bu ameliye, bozulma ve helak edişin ortadan kaldırılması; yeryüzünde tevhid ve adaletin tesisi hedefine mebnidir. Bu, hayata dair şahitliği tam yapmak; farklı bir ifadeyle kulluğun farkına varmaktır. Kulluk, her şartta yapılması gereken zaman ve mekânın değişmesiyle ertelenmeyecek bir vazifedir. İbn Teymiye emir ve nehiy vazifesi için, “insan varlığının temel kanunları” diyor ve insanın tek başına yaşaması halinde bile kendisi için emirler ve yasaklar koyması gerektiğini söylüyor.(9) Bu temel ilke Müslümanın hayat tarzı; değişimi bireysel ve toplumsal zeminde gerçekleştirmenin canlı dayanağıdır. Bu ilkenin gereğini yerine getirmek muhataptan yeni bir kimlik inşası talebidir aslında. Müslümanın bu vazifesini ertelemesi demek hayata dair aidiyetini yitirmesi demektir. Nitekim bu durumda davet edeceği bir örneklik ve yaşam tarzı da olmayacaktır. Bu ilke, içe dönük bir arınma uyarısı olduğu gibi, din Allah’ın oluncaya kadar dışa dönük cihadı da kapsamaktadır. Kısacası ma’ruf topyekûn tevhid ve gerekleri, münker ise şirk ve tezahürleridir. Dolayısıyla tevhidi ikame şirki izale” emr-i bi’l-ma’ruf ve’nnehy-i ani’l-münker”in amacıdır.

Resûlullah (as) buyurdular ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a kasem olsun, ya ma’rufu emreder ve münkerden de yasaklarsınız veya Allah’ın katından umumî bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez.”(10)

Zaman içerisinde birçok kavram anlam kaymasına uğradığı gibi ma’ruf ve münker kavramları da bu bozulmadan payını almıştır. Ma’ruf ve münker kavramlarının içini doldurmak; bunların ne olduğunu söylediğimiz gibi ne olmadığını da söylemek zorundayız.

Ma’rufa çağrı, bir kimlik ortaya koymaktır. Buna talip olan insan her şeyden önce kimlik sorunu yaşamamalıdır. “Müslüman kimliği”nin, atalardan miras alınan, bir kez kazanılmasıyla artık ‘nasıl inanılırsa inanılsın, nasıl yaşanılırsa yaşanılsın’ değişmeyecek bir kimlik olduğu algısı İslâmî değildir. Bu vehim üzere emredilen ma’ruf, sakındırılan da münker olmayacaktır. Zira Müslüman kimliğinin temel ayracı Kur’an’dır. Bu hakikati hayata taşımanın yolu, Kur’an’ı kendisine “uyulan” olarak konumlandırmaktır “uyan” olarak değil.

Müslüman, gelenekçi ve modern fikir akımlarının belirleyicilerini Kur’an’ın önüne geçirmemelidir. Zira ma’rufa davet, aklı devre dışı bırakan mistik-sofestaî bir telkin olmadığı gibi aklı ilâhlaştıran usçu, rasyonalist bir telkin de değildir. Ma’rufa çağrı, ne ulusalcı, nasyonalist talepli bir çağrı ne de mezhepçi/mukallid bir tercihe çağrıdır. Bu çağrı, vahyin aydınlığına; Resulün örnekliğine çağrıdır. Tuğyanı yeryüzünden kaldırmaya, adaleti tesise yani dini Allah’a has kılmaya çağrıdır. Aynı şekilde ma’rufa engel olan her ayartıcı şeytandan da nehyetmeye çağrıdır. Bu çağrı, ‘iyiliği emr ve kötülükten nehy’e yani adaletle şahitliği yerine getirmeğe çağrıdır. Keza ma’ruf, hayatın her anına müdahale hedeflidir.

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun…”(11)

“Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.”(12)

Müslüman, günümüz modern talepleri karşısında ma’rufu emir münkerden nehy bilincini yeniden ihya etmeli, vahyi yeniden hayatın içine taşımalı; eşyalaşmaya karşı direnme iradesini ortaya koymalıdır. Bununla bencilliğin yerine paylaşma, bireyselleşmenin yerine de ümmet bilinci kazanılır. Bu bilinç, bireyin kendine, çevresine dahası yaratanına karşı sorumluluğunu idrak ederek farkındalık oluşturmasıdır. İnsanın öncelikle ‘kendisinin’ farkına varması, sorumlu ve sorgulayan olmasının da öncülüdür. Sorumluluk bilinci insana çelişkileri görmesi imkânı sağlar ve dolayısıyla düzeltmeye yönelik müdahil olma hassasiyeti de kazandırır. İnsanı sıradanlıktan kurtaran izzet de budur. Sıradan olmak ile yanlışa başkaldırmak… Kabulcü, tasdikçi olmak ile sorgulayıcı ve iyisini talep ile hayra dair değişim çabasında bulunmak… Aslında bu fark, olmak ile olmamak arasındaki farktır. Kur’an, iman edenlerin imanlarını salih amel ile teyit edici olduklarını bildirmektedir. Ardından hakkı ve sabrı tavsiye edici olduklarını bildirirken, imanlarındaki samimiyetin bir bedel gerektirdiğini hatırlatmaktadır. Hakkı tavsiyenin tuğyan tarafından hoş karşılanmayacağı tarihsel tecrübe, bir anlamda ma’ruf hareketinin serüvenidir de…

Ortaya konulan ma’ruf şiarı, cahiliyeden İslâm’a hicret eden; zihniyle, bilinciyle “bana ait” dediği her şeyiyle değişimi kabul eden Müslümanın yitiği; kimliğinin salt teorik bir kabulden ibaret olmadığının tescilidir. Burada net ve kararlı bir kimliğin ortaya konulması esastır. Bu anlamıyla da cahiliyeyi besleyen, cahiliyeden beslenen kirli ve bulanık telakkiler ma’ruf olmadığı gibi sakındırdıkları da her zaman münker olmayabilir.

Kur’an bir kıssa ile bu farzı ertelemenin vahim sonuçlarını bizlere anlatmaktadır. Bu sonuç, zulmedenlere erişmekle kalmayacak azap fitnesidir. “Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından ötürü onları imtihan ediyorduk.”(13)

İçlerinden bir topluluk: “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).”(14)

“Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.”(15)

Ayetlerde de görüldüğü gibi cumartesi yasağını ihlal edenler, Allah’ın koyduğu imtihan sınırını aşıyorlardı. O mücrimler, heva-heveslerinin istediğini çeşitli entrikalarla yapıyorlardı. Onlar, Allah’a itaat etmiyor hile yaparak Allah’ı aldatacaklarını sanıyorlardı. Keza onlar, tam bir vehim içindeydiler. Allah’ın emrine muhalefet etmeyen, cumartesi yasağına riayet edenlere gelince bunlar da iki sınıftı: Birinciler, asileri uyaran ve onlara hakkı anlatan, kötülükten men eden gayretli Müslümanlardı. Bunlar, iyiliği emreder kötülükten de alıkorlardı. İnananların ikinci grubuna gelince, bunlar ise kendileri oturup kaldıkları gibi hayra çağıran ve şerden sakındıranlara da “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” diyorlardı. Ancak hakikat hiçte sandıkları gibi olmadı. İman edip ve gereği olan uyarı vazifesini yerine getirenler, ilâhî muradı yakalamış, gerekçelerinde de haklı çıkmışlardı. Ve neticede İlâhî takdir sonraki kuşakları da muhatap alacak şekilde tecelli etti: “Zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.” Dikkat edilecek olursa ayette kötülükten men edenler hariç iman eden ve etmeyenlerin tümü zulmedenler olarak nitelendiriliyor ve azap ile yakalandığı bildiriliyor.

Helak edilen kavim, olayı yaşayanlara ibret, sonrakilere de öğüt alsınlar diye bahse konu ediliyor. Ta ki inananlar, Allah’a itaat ederek isyan edenleri sakındırsınlar; insanları hayat verecek olan vahye uymaya çağırsınlar, tembellik ve gevşeklik göstererek Allah’ın üzerlerindeki iman nimetini unutup nankörlük etmesinler diye.

“Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.”(16)

Geçmiş kavimleri helak ettiren sebepler, bugün adeta topyekûn hortlamıştır. Haktan yüz çeviriş, azgınlaşma, kaprisleri ilâh edinme fertlerin hatta toplumların sıradan inanış ve davranışları haline geldi. O gün azgınlığın ardından helak, helakin ardından yeni kavimler ve uyarıcılar gelirdi. Ancak bugün artık din tamamlanmıştır.(17) Yeryüzünde fitnenin topyekûn kaldırılmasına dek mücadele vardır.(18) Bu da imanın amel ile teyit edilmesi yani “emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy-i ani’l-münker” vazifesinin yerine getirilmesidir.

“Eğer biz, bundan (Kur’an’dan) önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!”(19)

Geçmiş kavimler gibi günümüz toplumlarının da helak edilmeyişi, helâki gerektiren suçların işlenmeyişinden değildir, belirtilmiş bir süreye kadar ertelemeden ötürüdür. “Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.”(20)

“Emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy-i ani’l-münker” vazifesi, insan yaşamına dair her mekânı yani yeryüzünün tümünü kapsar. Bu farzı ifa için mekâna dair sınırlar olmadığı gibi yaşamın belli kesitlerine özgü bir sınırlama da yoktur. Zira “el-emr bi’l ma’ruf ibaresi ile tevhidi emretmek ve’n-nehy ‘ani’l-münker ibaresi ile de, şirkten nehyetmek” kastedilmektedir.(21) Yani bizatihi “ed-din”e davet vardır. Şu ayetlerde olduğu gibi; “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; ma’rûfu (yani, Allah’ın tevhidini/Allah’ı birlemeyi} emreder, münkerden (yani, şirkten) nehyedersiniz.”(22)

“Tevbe edenler, ibâdet edenler… ma’rûfu {yani, tevhidi} emredenler, münkerden {yani, şirkten} nehyedenler..”(23)

(Lokman oğluna şöyle tavsiye etti}: “Ey oğulcuğum! Salâtı ikâme et, ma’rûfu {yani, tevhidi} emret, münkerden {yani, şirkten} nehyet!”(24) “İslâm toplumunda ortak şuurun meydana gelmesini sağlayan bu ilke bir bakıma İslâm’ın temel dinamiğidir. Bunun ihmali değerler sisteminin zayıflamasına, giderek nihilizme ve anarşizme yol açar.”(25)

Bu noktadan sonra -şirki izale edip tevhidi ikame etme- buna ister davet/tebliğ deyin, ister mücadele deyin, isterse cihad fark etmez. Yapılması gereken tevhid akidesinin pratik zeminde yaşanmasıdır. Şahitliği gerçekleştirmek ve başkalarının da şahitliğine sunmaktır. ‘Kimlere yönelik’ sorusunun cevabını da biz geleneksel fıkıh kitaplarında değil, içinde bulunulan “an”ın/şartların fıkhını oluşturarak bulabiliriz. Zira farklı disiplinlerde “zalim ve fasık sultan” etrafında dönüp dolaşan tartışmalar ne yeri ne zamanı ne de durdukları nokta itibariyle günümüz ihtiyacını karşılamaktadır. Bizce ‘an’ın fıkhı, pratik olanı karşılamalıdır. Farklı konularda olduğu gibi bu temel konuda da “amelde fıkıh”tan önce “dinde fıkıh”ın tesisini gerekli görüyoruz. Kuşkusuz dinde fıkhın çerçevesini belirleyecek olan tevhid akidesidir. Davet ve mücadele yöntemi ise tevhid akidesi temel ilkeleri tarafından belirlenmelidir. Keza günümüzde istikbar ehlinin fısk ve zulümlerinin ötesinde küfrü ve hatta global düzeyde İslâm’a karşı savaşımı söz konusudur. Bu durum küfre nispetlikleri açık olanlar için böyle olduğu gibi kendisini İslâm’a nispet eden laik, demokrat, krallar v.s. açısından da böyledir. Bu da bize fasık-zalim sultan tartışmalarının ötesinde yaşayan bir fıkıh perspektifi kazandırmalıdır.(26)

“Emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy-i ani’l-münker”, sistemle örtüşen uslu vatandaşlar yetiştirme, hayır-hasenat kurumları açma olmadığı gibi Kur’an kursları, cami yapma yaptırma, yurt ve okul açma, aş evleri açarak yoksul doyurma ameliyesi de değildir. “(Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”(27) Ertelenemez vazife olan ma’ruf hareketi, inananları sakal bırakmaya, baston taşımaya davet hareketi olmadığı gibi salt kabir putçuluğundan men hatta sadece İslâm’ın siyasal boyutunu ön plana çıkartarak bireysel ve toplumsal örnekliğin bütüncül zeminden ertelenmişliği de değildir. Yine iyi olana çağrı kötü olandan sakındırma, insanları (ağlayan ve) ağlatan bir vaaz hareketi olmadığı gibi tevhidi argümanların kullanılmasıyla birlikte eklektizmden kurtulamamış; pragmatizme açık, ilkeselliği, siyasalı ertelemiş kültürel-popülist İslâm’a çağrı şeklinde bulanık vaaz hareketleri de değildir.

Mefsedetin maslahat diye sunulabildiği cahilî toplumlarda münker ma’ruf olarak kabul görebilir! Bu durumda bid’at ve hurafeler ihlas, takva sanılarak kabul görebilir. Tevhid ehli kınanır, sünnete ittiba edenler ise sünnet dışı olma ithamına maruz kalabilirler. Bilmeliyiz ki, tevhid akidesinin gereklerini bid’at diye dışlayan muharref söylemler ma’ruf değil bilakis münkere davettir. İslâm’ın dosdoğru bilinmesi anlam karmaşasının önündeki tek teminattır. İfsadî hareketler var oldukça ma’ruf ehli de var olacaktır. Müminler, tarihin her döneminde olduğu gibi bundan böyle de münkeri ortadan kaldırıp ma’rufu hâkim kılmak için yardımlaşırlar ve mesajı ümmet kimliğiyle ortaya koymaya çalışırlar.

“Emr-i bi’l-ma’ruf ve’n-nehy-i ani’l-münker”, “oku” emriyle ilim üzere, “kalk ve uyar” emriyle de vahyin ameli şahitliği üzere bütünlük taşır. Benliklerini ümmet potasında eritip kendilerini yeniden dirilişe adayan Müslümanlar, “uzuvların göze tabi olması gibi, amel de ilme tabidir; az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten daha hayırlıdır.”(28) prensibini sürekli canlı tutar ve bu bilinç üzere olurlar. Onlar, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı”(29) ilâhî emrin yönlendirmesiyle, bilmeyi inanmak, inandığını temellendirmek, davetlerini de delillendirmek tutarlılığı gösterirler. Bu tutum topyekûn değişerek değişime çağrıdır. Bu değişim, cahiliyeden İslâm’a yani tevhide yöneliktir. Davet, hakkadır; tüm üretilmiş değerlerin mutlaklaştırılmasına karşı vahye davettir. Bu davet, bid’at ve hurafeleri, ırkçı, gelenekçi, mezhepçi, usçu, mistik paradigmaları reddetmeye davettir. Egemen şirk sistemlerinin ayakta durmasının teminatı olan tüm saptırıcılara karşı mücadeleye davettir. Bu davet, hem modern hem de geleneksel hurafelerden temizlenmeye davettir. Bu davette hem aklı putlaştıranlara hem de aklı devre dışı bırakanlara reddiye vardır. Bunu başarmak, vahyi yaşamak azim ve iradesinden geçer. Nitekim biliyoruz ki, kendini değiştirmeyenin ailesini, içinde yaşadığı toplumu, yeryüzünü değiştirmesi muhaldir. Kendi nefsinde İslâmlaşmayanın başkalarını İslâmlaştırmasının mümkün olmadığı ortadadır. Kurtuluşa erenler bu çağrıya kulak verenlerdir. Peygamberimiz (as), kurtuluşa ermenin yolunun topyekûn mücadeleden geçtiğini bildirmektedir. Resulullah (as) “Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin: Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin; ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin (kalbiyle münker ehline hoşnutsuzluğunu canlı tutsun). Bu imanın en zayıf anıdır.” buyurmaktadırlar.(30)

“O kullarım ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”(31)

Kurtuluşa eren gerçek akıl sahiplerinin duasındaki korku ve umut yakarışı bizim de duamız olsun: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!”(32)

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir.”(33)

“Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır (bunlar görevlerini yaptılar). Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.”(34) “Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.”(35)

“(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha güzeldir?”(36) Allah, “iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ve Allah’ın sınırlarını koruyan müminleri müjdele”(37) diye buyuruyor.

Hülâsa… İsrail askerlerine taş atarken vurulan Filistinli çocuğu hatırlar mısınız? Öylece; taşı elinde olduğu halde kefenlenip defnedilmişti… Şunu diyordu adeta: “Rabbim şahitsin ki, şunu atmaya gücüm yetiyordu ve gücümün yettiğini yaparak sana geliyorum; işte delilim.” Elinde tuttuğu mazereti, beyan edeceği alâmeti/taşı olduğu halde Rabbine kavuşmuştu o yavrucak… Peki, Rabbimize giderken ya bizim mazeretimiz, hüccetimiz ne olacak? “Rabbim sen şahitsin ki şunu yapabiliyordum ve yaptım” söyleyebileceğimiz halde ertelediğimiz nelerimiz var? Ya kavmimizden sakınanların olması ümidi… Az bir bedel mi sizce? O halde zulmedenlere erişmekle kalmayacak fitneden sakınmanın yollarına koyulalım. Ve unutmayalım ki, “iyilerin bir şey yapmaması kötülere yardım olarak yeter.”

***

1 Bu makale, Yazçiçek, Ramazan, “Zulmedenlere Erişmekle Kalmayacak Fitne”, Haksöz, s: 177, İstanbul, Aralık 2005’te yayımlanmıştır.
2 Enfâl, 8/25.
3 Al’i İmran, 3/104.
4 Araf, 7/199.
5 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, çev.: Heyet, Azim, İstanbul., c: 4, s. 193.
6 Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitabu’t-Ta’rîfât, Tec.: Arif Erkan, Bahar Yay., İstanbul 1997, s. 29, 216.
7 Bkz.: Çağrıcı, Mustafa, “Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” mad. TDV İslâm Ansiklopedisi, İst., 1995, c: 11, s. 138;.Efendioğlu, Mehmet, “Ma’ruf” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2003, c: 28, s. 66; Çağrıcı, Mustafa, “Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” mad. TDV İslâm Ansiklopedisi, İst., 1995, c:11, s. 138; Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yay., İst., 1990, s. 313.
8 Zümer, 39/18.
9 Çağrıcı, “Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” mad.
10 Tirmizî, Fiten: 9, (2170); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1988, 2/379.
11 Maide, 5/8.
12 Hac, 22/41.
13 A’raf, 7/163.
14 A’raf, 7/164.
15 A’raf, 7/165.
16 Bakara, 2/66.
17 Maide, 5/3.
18 Enfal, 8/39.
19 Tâhâ, 20/134.
20 Fatır, 35/45.
21 Mukatil b. Süleyman, “el-Emr” mad.,”, Kur’an Terimleri Sözlüğü, Terc.: Beşir Eryarsoy, İşaret Yay., İst., 2004, s. 140.
22 Âl-i İmrân, 3/110.
23 Tevbe, 9/112.
24 Lokmân,31/17.
25 Çağrıcı, “Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” mad.
26 Günümüz insanı tam bir oyalama bombardımanıyla karşı karşıyadır. Sistemin, küresel manüpülasyonun, akılcılığın, geleneğin, geçmişin ve geleceğin fıkıh despotizminin, modern popülizmin kuşatmasındadır insan. Bu ne geçmişe sadakat ne de geleceği görme ferasetinden kaynaklanıyor. Anı fıkhedememenin zafiyetini örtme çabasıdır onu sanal meşguliyetlere sevk eden.
27 Tevbe, 9/19.
28 İmam Ebu Hanife, El-Âlim ve’l- Müte’allim, (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri), çev.: Mustafa Öz, Marmara İlah. Fak. Yay. İst., 1992, s. 9
29 Zümer, 39/9.
30 Sahîh-i Müslim, “İman”, Tercüme: Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat, İst., 1977, c: 1, s, 276; (Ebu Dâvud; Salâtu’l-İydeyn: 248 (1140); Tirmizî, Fiten: 11 (2173); Nesâî, 17 (8, 111); İbnu Mâce, Fiten: 20, (4013); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1988, 2/375-376.
31 Zümer, 39/18.
32 Araf, 7/155.
33 Tevbe, 9/71.
34 Hud, 11/ 116.
35 Hud, 11/117.
36 Fussilet, 41/33.
37 Tevbe, 9/112.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *