İslam, Resulullah’ın da bariz bir şekilde ortaya koyduğu üzere ferdi ibadetlerden müteşekkil bir din değildir. İslam tüm toplumsal konularda yani bir arada yaşamanın gerektirdiği siyaset, adalet, güvenlik, ekonomi, eğitim, ahlak ve sair her konuda kurallar koyar, bir nizam oluşturur.
Bugün Türkiye’de toplumun en çok şikâyetçi olduğu mesele şüphesiz ekonomik durumdur. Bu ülkede yaşayan herkesin olduğu gibi bizlerin de doğrudan etkisi altında bulunduğumuz pahalılık, insanları hayatından bezdirmeye başlamıştır ve giderek daha büyük toplumsal sorunlara yol açması beklenmektedir. Farklı seviyelerde de olsa durum dünyada da benzerlik arz etmektedir. Yüksek enflasyona karşın aynı oranda artmayan gelirler geniş kitleleri çaresizliğe sürüklemekte ve onlar için geçimi zorlaştırmakta, refah seviyesini aşağıya çekmektedir. Bu durum zaman içinde değişebilir ve görece iyileşme meydan gelebilir elbette, ancak bu sorunun çözüldüğü veya tamamen hallolduğu anlamına gelmeyecektir. Sorun hakça paylaşımdan uzak, aç gözlülüğü ödüllendiren, yaradılışa aykırı bir sistemin içinde oluşumuzdur. Gelinen bu nokta işin sonucudur ve asıl mesele ise sorunu doğru teşhis etmek, sonrasında bu noktaya nasıl gelindiğini anlamak, sebepler ve sonuçları doğru tahlil etmek suretiyle çözüm için gerçekçi öneriler getirebilmektir.
Her şeyden önce ifade etmekte fayda var ki içinde yaşadığımız çağın hâkim, egemen ekonomik sistemi son 3 yüzyıldır diğer alanlarda da olduğu gibi Batı menşeilidir. Müslümanların önce ideolojik, düşünsel sonrasında ekonomik, siyasi, askeri, toplumsal, kültürel, sanatsal üstünlüğü Batıya kaptırmasıyla başlayan bu süreç ister istemez kendisine Müslümanım diyen toplumların da, diğer alanlarda olduğu gibi, bu egemen ekonomi anlayışına teslimiyetiyle sonuçlanmıştır. Sistemin teorisyenleri ve uygulayıcıları bu sistemin daha iyi olduğu, eşyanın tabiatına daha uygun olduğu iddiasını dile getirse de hakikat bu değildir. Ancak her alanda zayıf düşen, Türkiye gibi Batı dışındaki toplumlar bu iddiayı sorgulamaktan aciz bir şekilde kötü kopyalarını ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Aslında işbu kapitalist liberal ekonomi sistemi en başından itibaren, daha tanımları itibarıyla incelendiğinde bile görülecektir ki insan ve eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu sistemde ekonomi tanımı şu şekilde yapılmaktadır: Sınırsız ihtiyaçların, sınırlı kaynaklar ile karşılanabilmesi. Görüldüğü üzere daha en baştan hata yapılmakta, insan ihtiyaçlarının sınırsız kabul edilmesi ve kaynakların sınırlı olarak belirlenmesi sonucunda insanlar arasında kavga ve savaşı kaçınılmaz hale getirmektedir. Hâlbuki insanın ihtiyaçları belirli ve sınırlıdır, ne kadar istese de yiyebileceğinden fazlasını yiyemez, giyebileceğinden fazlasını giyemez. Öte yandan Allah’ın arzı geniş ve nimetleri her kulu için yeterlidir. Yani tanım görüleceği üzere baştan aşağı yanlıştır. Ancak bu şekilde tanımlama yapılması boşuna değildir. Zira azgın nefisler sömürüyü meşru hale getirebilmek adına işin doğasını böyle ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Böylece daha baştan haklı-haksız denklemi yerine güçlü-zayıf denklemi kurmuş olur ve kendilerine ait olmayana gönül rahatlığıyla el koyabilirler.
Kapitalist sistem adından da anlaşılacağı üzere anamalcı, sermayeci sistemdir. Bu sistemde kaynaklar ne kadar az elde toplanırsa o kadar eftaldir. Bu şekilde yatırım yapacak, fabrika açacak, diğerlerine iş imkanı sağlayacak sermaye bu az sayıdaki zenginin elinde toplanmalıdır. Bu teori gereği kapitalist sistemde zenginler, sermaye sahipleri kayırılır ve hatta kutsanır. Sistemin işleyişi ve ayakta kalması onlara bağlıdır. Öyleyse geniş halk kesimlerinin zaman zaman zora sokulması pahasına ellerindeki fazlalığın türlü oyun ve entrikalarla ya da krizlerle kapitalist kesimin elinde birikmesi için çalışır sistem.
Türkiye’de mevcut yapının tarihsel arka planını anlamak da meseleyi doğru kavrayabilmek açısından önemlidir. Osmanlı Devleti döneminde toplumda burjuva sınıfı oluşmamıştır. Toplum buna ihtiyaç duymamış, tüm mülk Allah adına padişahın tasarrufunda kabul edilmiştir. Dolayısıyla mülk ancak padişahın kendilerine uygun gördüğü kimselere tapusu yine ona ait olmak üzere teslim edilmiştir. Öte yandan Batıdaki güçlü sermaye birikiminin arka planını oluşturan sanayi devrimi Osmanlı’da yaşanmadığı için sanayici ya da burjuva denebilecek bir kesim de ortaya çıkmamıştır.
‘Muasır medeniyet’ parolasıyla yola çıkan Osmanlı bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti ise kurulduğu günden itibaren bir burjuva sınıfını devlet eliyle oluşturmaya çabalamıştır. Burjuva yani sermaye sahibi bir kesim olmadan kapitalist sistemi kurmanız ve işletmeniz mümkün değildir. Bu yolda cumhuriyetin kurucuları başta olmak üzere izleyen dönem hükümetleri dahil devlet kendisine yakın bir sermaye sınıfı oluşturmaya gayret etmiştir. Kamu kaynaklarını güvenebileceği, kendi ideolojisini benimsemiş bir takım insanlara peşkeş çekmiş ve bu yolla toplum ortalamasının çok çok üzerinde muazzam zenginler ortaya çıkarmıştır.
Gelmiş geçmiş tüm hükümetler bu döngüye dahil olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında CHP seçkinlerine türlü imkanlar sağlanırken, Demokrat Parti döneminde iş daha kurumsal hale getirilerek ‘her mahalleden bir milyoner’ sloganıyla devam ettirilmiştir. Bu konuda Turgut Özal aynı politikayı küçük bir farkla uygulamaya devam etmiş ve özellikle terörle özdeşleşmiş olan Doğu, Güneydoğu kökenli iş adamlarını kayırmak suretiyle yeni zenginler peydahlamaya çalışmıştır. Buradaki nüans, bir yandan burjuva sınıfını tahkim ederken diğer yandan teröre sempatinin gerekçelerinden kabul edilen yoksulluk, işsizlik meselesini de bu sermayedarların bölgeye yapacakları yatırımlar ile hafifletmektir. Ancak şimdi adlarını bile pek çoğumuzun hatırlamadığı bu iş adamlarının çoğu kısa sürede zengin olmanın ağırlığını kaldıramamış ve büyük borçlarla batmıştır. Her iktidar kendi zenginlerini ortaya çıkarmaya çalışmış ve bu yolla yeni zenginler üretme hedefinin yanı sıra kendi partilerinin de bunlardan destek almasını sağlamıştır. Siyasi aktörlerin dışında bu iş askeri vesayet odakları için de sürgitmiştir. Hem ülkeyi talan etmiş hem de kendilerine yakın zenginler türetmişlerdir. Maalesef bu kirli ilişki biçimi hala tüm mevcudiyetini korumaktadır.
Kapitalist sistemin bir diğer önemli aparatı faizdir. En basit şekliyle faiz, belirli bir süreliğine verilen borcun aynı cinsten ve üzerinde karşılıklı anlaşılan bir oranda artmış olarak süre sonunda borç verene geri ödenmesidir. Verilen borca anapara, artan kısma da faiz denmektedir. Peki birinin bir başkasına borç verebilmesi için neye ihtiyacı vardır? Elbette kendi ihtiyacından fazla olan bir miktar sermayeye. Burada 3-5 kuruşunu bankaya yatırıp faiz alanlar da suçludur ancak asıl suçlu fabrika kursun, işçi çalıştırsın diye sermaye sahibi haline getirilenlerdir. Bu kesim ellerinde oluşan bu fazlalık ile vatandaşa, şirketlere ve en çok da devlete faizle borç verir ve semirdikçe semirirler. Böylece geniş halk kitlelerinden vergi diye toplanan paraların bir kısmı yine bu sermaye sahiplerine bu yolla akmaya devam eder.
Kapitalist sistem en çok da laik demokratik sistemlerle uyumlu çalışır. Laik demokrasi toplumun bu durumu kabul etmesi için gerekli zemini hazırlar, olası itirazları ideolojik olarak bertaraf eder. Hiçbir şekilde yönetim biçiminin, rejimin seçime sunulmadığı ancak var olan rejimin kimin eliyle idare edileceğinin oya sunulduğu bu ortamda kim gelirse gelsin sistem işlemeye devam eder ve milyonların kazançları küçük bir zümrenin eline akıtılır. Modern siyaset teorisi siyasi partilerin kendilerini iktidara taşıyan kesimlere karşı borçlu olduğunu ve onlara karşı iktidarların sorumlu hissetmeleri gerektiğini vazeder. Bu noktada denebilir ki partileri iktidara çoğunluk yani sömürülen kesim getiriyorsa o vakit onların kayırılması gerekmez mi? İşin aslı öyle değildir maalesef. Oy veren geniş kitleler partiler tarafından verilen vaatler ve popülist uygulamalarla sisteme dahil edilirken gerçek kazanç sahipleri iktidarların arkasındaki güç odakları olurlar, zaten teoride kastedilen kesimler de bunlardır.
Daha birkaç ay evvel gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimleri sebebiyle ülke ekonomisini elinde tutan, politika belirleyip yön veren çevreler seçimi kazanmaya odaklanmış ve meşhur tabiriyle ‘seçim ekonomisi’ uygulamıştır. Seçim ekonomisi dendiğinde elbette ilk anlaşılması gereken şey oy veren kitlenin farklı kesimlerinin ekonomik olarak desteklenmesi, sonucunun da iktidara oy olarak geri dönmesidir. Bu bağlamda 2019’da Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) düzenlemesi bu ülkeyi batırır diyen birinin kendi elleriyle EYT düzenlemesini getirmesi ve bu imkândan faydalanan milyonlar ve onların etrafındakilerin sempatisini ve oyunu kazanma çabası yakın zamanda müşahede ettiğimiz iyi bir örnektir. Kimse, nasıl oluyor da birkaç yıl içinde bu kadar köklü bir söylem ve politika değişikliği mümkün olabiliyor diye de soramamıştır toplumda. Zira EYT bekleyenlerin tepkisine maruz kalmak gibi bir riski kimse göze almak istememiştir. Öte yandan EYT uygulaması ile cüzdanına her ay 3-5 kuruş fazla gireceğini ve ekonomik olarak bir nebze rahatlayacağını zanneden kalabalıklar bunun bedelinin kat be kat olarak ve yine kendilerinden alınmak suretiyle bahse konu kesimin cebine gideceğini düşünmek istememiştir. Toplum sanki büyülenmiş gibidir. Akledemez, hesap yapamaz bir noktaya getirilmiş ve çaresizliğe mahkûm edilmiştir.
İçinde bulunduğumuz ekonomik sistemin kullandığı pek çok farklı araçla ulaşmayı hedeflediği ve ulaştığı sonuç genel olarak budur. Haksızlık üzerine bina edilen bu sistemde Müslüman toplumların lügatinde yer almaması gereken yolsuzluk, rüşvet, torpil, adam kayırma ve benzeri her türlü habis ur hayatımıza yerleşmiştir. İslam’ı anlatmaya çalıştığımız gençler sosyal medyada gördükleri bir araştırma sonucunu bize söyleyip açıklama istemektedirler. Yapılan araştırmaya göre İslam’ın nehyettiği yukarıda saydığımız hususların gayrimüslim İskandinav ülkelerinde bizimkine göre çok daha az olmasını açıklamamızı istemektedirler bizlerden.
Ne acıdır ki her şeye rağmen kendisini İslam’a nispet eden bu toplum yine onlardanmış gibi görünen, her hassasiyeti, her zaafı kendi çıkarına kullanmaktan çekinmeyen bir güruh tarafından mütemadiyen aldatılmaktadır. Her aldanış sonrası bir nebze daha gerileyen İslami anlayış ve yaşam tarzı bugün neredeyse ortadan kalkmaya yüz tutmuş bulunmaktadır. Bu gidiş gidiş değildir, yolun sonu karanlıktır. Ancak sahih iman ve salih amel sahibi Müslümanlar bu durumu tersine çevirebilecektir. Gerekirse en baştan yeniden başlamalı ve vahye kulak vermeliyiz: “Ey iman edenler! İman ediniz”. Yere göğe sığdıramadığımız dinimizi yeni bir kuvvetle ve heyecanla yeniden ele almalıyız. Dinimizin, İslam’ın ekonomi dahil her konuda belirleyici olduğunu hatırlamalı ve bu konuda Muhammed(as)’ı örnek almalıyız.
İslam, Resulullah’ın da bariz bir şekilde ortaya koyduğu üzere ferdi ibadetlerden müteşekkil bir din değildir. İslam tüm toplumsal konularda yani bir arada yaşamanın gerektirdiği siyaset, adalet, güvenlik, ekonomi, eğitim, ahlak ve sair her konuda kurallar koyar, bir nizam oluşturur. Bu kuralları da Allah’ın emri doğrultusunda, vahyin ışığında belirler. Bir başka deyişle Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız toplumda İslam’ın hakim hale gelmesi, toplumun tüm meselelerinin İslami ölçüler içinde kurala bağlanması ve anlaşmazlıkların çözümünde de yine vahye ve Allah’a gidilmesi gerekir.
Ekonomi meselesi kesinlikle diğer her şeyden bağımsız olarak ele alınabilecek bir mesele değildir. Siyaseti, adaleti, eğitimi, yardımlaşmayı, kültür sanatı ve ahlakı İslam temelinde ele almadıkça ekonomiyi de hakkaniyetli hale getirmek mümkün değildir. İslam’ın bir ekonomi politiği vardır elbette. Helal olanı üretmeyi, çalışmayı, mal sevgisi ve kazanç hırsından uzak olmayı öğütleyen, paylaşmayı, yardımlaşmayı öne çıkaran, insan ve toplum fıtratına en uygun din ve yaşam biçimidir İslam. Faizi yasaklar ki pek çok haksızlığın, acının altında yatan sebebin ta kendisidir faiz. Onun yerine ticareti helal kılar. İnsanın yeryüzünde geçimini ve rızkını araması için para alıp satmayı değil üretmeyi, elindekinin fazlasını Allah yolunda harcamayı emreder. İnsanların birbirlerine mal ve servet ile gösteriş yapmalarını yasaklar, çoklukla övünmeyi kerih görür.
Günümüz Müslümanları olarak silkinip kendimize gelmeli, âlemleri yaratan Allah’ın bilgisiyle yeryüzünde İslam’ı yeniden hâkim kılmanın gayretinde olmalıyız. Bugün bize dayatılan ‘İslam’ın ekonomiye dair bir iddiası ve uygulaması yoktur’ diyenlere karşın tüm gücümüzle İslam’ın en güzel ve güçlü ekonomi modeline sahip olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. Ancak tek başına ekonomi alanında değil tüm toplumsal konularda topyekûn bir anlayış ve uygulama değişikliğiyle bu güzelliğin yaşanabileceğini anlatmalıyız. İnsanlara dünyaya yatırım yapmaktan daha iyisinin ahirete yatırım yapmak olduğunu hatırlatmalıyız. Hiçbir çaba karşılıksız kalmaz, gereğince çabalarsak bu dünyada olmasa da ahirette karşılığını mutlaka alacağımız, Rabbimizin lütfuna mazhar olacağımız bilinciyle vaz geçmeden, pes etmeden yola devam etmeliyiz. “Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz” buyuran Allah’a hamd olsun.
İktibas (Eylül sayısı yorumu)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *