“Müslümanların neyi istediklerine tam olarak karar verememiş olmaları kuşkusuz hangi usul ve yöntemi takip edecekleri konusunda da bir karara varmalarını engellemiş görünüyor. Öncelikle bu meselenin ivedilikle çözüme kavuşturulması gerekiyor.”
Bir düşünceyi ya da onun inşa ettiği sistemi eleştirmenin usulleri vardır. Her düşünce, inanç kendi sistematiği içinde bir insan ve toplum tasavvuru vaad ve var eder. Eğer bir siyasi görüşe içerden eleştiri yapılacak olursa buna ‘sistem içi’ eleştiri ifadesini kullanırız. Bu şu anlama gelir: Aynı ideolojik kaynaktan beslenen iki düşüncenin yöntem ve usulde ayrışmasından kaynaklı bir muhalefet etme halidir. Bu muhalefet etme durumu, beslendikleri ana kaynağa, ideolojiye, inanca olmayıp uygulamadaki farklılıklaradır. Ama sisteme temelden karşı çıkan kimselerin yani sistemin beslendiği ana ideolojinin, düşüncenin karşısında duranların muhalefeti ‘sistem dışı’ bir muhalefettir. Sistem dışı muhalefetin kendine özgü bir insan ve toplum inşa vaadi vardır. Bu görüş, mevcut sistemi toptan ve temelleri itibarıyla eleştirir, reddeder ve alternatifini ortaya koyar. Sistemi bütün olarak eleştiren bu görüş sahiplerine, senin çözümün nedir, nasıl olursa işler düzelir sorusuna mevcut sistemin ölçü ve parametreleriyle cevap beklenmesi beyhudedir. Örneğin güncel tartışma konularından ‘kadın sorunu’na yahut ekonomik sıkıntılara dair ne yapılmasını öneriyorsun sorularının cevabı bu sistemin içinde yanıtlanmaya çalışılmaz, zira ‘kadın sorunu’ denilen sorunu zaten sistem üretmektedir, ekonomik problemleri sistemin adaletten ve hakkaniyetten uzak temel ilkeleri var etmiş ve derinleşerek devam etmesini sağlamaktadır.
Türkiye’de Müslümanların en çok sınıfta kaldığı konulardan biri de bu sistem içi ve dışı eleştirilerde nerede duracağını bilememesidir diye düşünüyoruz. Müslümanların kullandığı dil son dönemlerde giderek sistem içi eleştiriye evrilmiş durumdadır. Kendi dilleri evrildiği gibi hala sistem dışı eleştiri yapmaya ısrarla devam edenleri ise çapsızlık, gerçeği görememek ve hatta vatan hainliğiyle suçlamaya devam etmektedirler. ‘Müslüman’ demek kendini Allah’a teslim eden kimse demektir. Kendini Allah’a teslim eden kimseler doğal olarak teslimiyetini sundukları otoritenin emri altında olur ve onun emri üzere düşünürler. Allah’ın affetmeyeceğini bildirdiği günahların başında ise şirk gelmektedir. Yani Allah hiçbir hususta kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamayacaktır. Samiri’nin yaptığı gibi biraz elçinin getirdiklerinden biraz kendi arzu ve hevalarından kattıkları bir inanç ve düşünce biçimiyle örülmüş bir yaşamı Rabbimiz reddetmektedir. Öyleyse Müslümanların bu konuda çok net bir zihne sahip olmaları gerekmektedir. Eğer bir netlik yoksa bir fluluk oluşmuşsa, inancın özüne dönüp orayı tekrar bir gözden geçirmeleri elzemdir. Görülecektir ki kafa karışıklığı pusulayı kaybetmiş olmaktan kaynaklanmaktadır. Vahiy her daim Müslümanın tek pusulası olmak zorundadır.
İslam’ın toplum inşasında insana ve eşyaya verdiği değer, konumlandırdığı yer ile modern yaşamın insana ve eşyaya verdiği değer, nitelik itibariyle birbirine taban tabana zıttır. Bu iki yaşam biçimini sentezleyerek bir arada tutmaya çalışmak ya da kötünün iyisi anlamında hiç değilse şunu yapalım kabilinden bir düşünceyle gevşemek pusulayı geri plana atmak anlamına gelir. Resuller her daim hakkı ortaya koymuş ve bunun karşısında verilen, teklif edilen hiçbir rüşvete tav olmamışlardır. Belki birçoğu tek başına bir ümmet gibi yaşamlarını sona erdirmişlerdir ama yine de hakkın yanına batılı asla iliştirmemişlerdir.
İslam ile beşeri ideolojilerin arasındaki temel farklılık Allah’a teslimiyette belirginleşir. İslam’ın tüm kural ve kaidelerinin belirleyici mercii Allah’tır. Beşeri ideolojilerin belirleyicileri ise ekonomik ve siyasal gücü elinde tutan zalim azınlığın heva ve hevesleridir. İslam insanları kula, heva ve heveslerine kulluktan Allah’a kul olmaya davet ederken beşeri ideolojiler Allah’a kulluğu men etme gayretindedir. Allah dışında bir şeye kulluk etmeye ikna edilebilmesi ise insan nefsinin ve zaaflarının harekete geçirilmesiyle mümkün hale gelmektedir. İslam, ahiret günü inancıyla yani dünyada yapılan her işin kıyamet günü hesaba çekileceği düşüncesiyle insana eylemlerinde sorumluluk bilinci yüklemiştir. Allah’ın razı olacağı işler elbette insanın ötekine şefkat, merhamet, adalet ve ihsanda bulunmasını gerektirecektir. Ama beşeri ideolojilerde bir ahiret inancı olmadığından, ‘öteki’ değil de ‘ben’ önemli olduğundan öncelikle kendi çıkar ve hazları merkezde olacaktır. Böylesi bir durumda örneğin ekonomik anlamda helal/haram kazanç beşeri ideoloji için önemli olmayacaktır. ‘Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır’ doktrini doğrultusunda kazanılan paranın helal ya da haram bir işten olması önemsenmez, vergisini ödedikten sonra ister kumardan, ister içkiden para kazanmanızla ilgilenmez, müdahale etmez. Burada aslolan tek şey paranın kazanılması ve o değerin, zenginliğin elde tutulmasıdır. İslam ise ne kadar çok para kazanılacak olursa olsun helal değilse yani başkalarına zulmedilerek, harama bulaşılarak bir kazanç elde edilecekse buna cevaz vermez. Bir işe girerken torpile razı olmaz. Bir ihale alınacaksa hak edenin alması için gereken sistemi inşa eder.
Cumhuriyetin banileri ülkenin yüzünü batıya çevirmiş, batılı değerlerin savunucusu olmuş ve İslam’a ait olan her şeyi de toplumun hayatından silip atmaya yeltenmişlerdir. İslam’a ait olan değerlerle savaşını bazen iyi polis bazen kötü polis rolünde yapagelmiştir. Cumhuriyetin ilanından yakın zamana kadar genel olarak halka sopa gösterilmiş AKP iktidarıyla birlikte ise havuç uzatılmaya başlanmıştır. Elbette ki burada ulaşılmaya çalışılan amaç laik ve Kemalist düzenin ebedi yaşaması mevzusudur. Devlet aklı her daim bu amaç için çalışmakta ve bunu sağlayabilmek için kimi zaman jakoben laik bir yapı kimi zamanda anglo sakson bir laik anlayışla sistemi revize edebilmektedir. Bizim sistem üzerine düşünürken hangi akılla düşündüğümüz önemlidir. Dahası biz yani Müslümanların hedeflediği şeyin ne olduğunu iyi tespit ediyor olmamız lazım. İşte bu yüzden bizim yapacağımız eleştiri sistem içi bir revizyonu mu hedeflemekte yoksa sistem dışında bir eleştiri ile malum batıcı, laik ve Kemalist yapının yerine İslam’ın değerleriyle inşa edilmiş bir devlet modeli mi arzu etmektedir? Bizi ötekinden ayıracak esas mesele burada düğümlenmektedir.
Müslümanların neyi istediklerine tam olarak karar verememiş olmaları kuşkusuz hangi usul ve yöntemi takip edecekleri konusunda da bir karara varmalarını engellemiş görünüyor. Öncelikle bu meselenin ivedilikle çözüme kavuşturulması gerekiyor. Zira bu mesele açıklığa kavuşturulmadan sırati müstakiym üzere ilerlemek pek mümkün görünmüyor. Çünkü burada oluşacak netlik bizi tarihselci, batı retoriği yerine Allah’ın vahyini takibe sevk edecektir. Allah’ın vahyini almış her resul, insanları Allah’ın emri üzere mutlak anlamda kendisine itaatle yükümlü kılmıştır. O resuller ki Tevhid dışında hiçbir sancağın altında kimseyi toplamamışlardır. Ekonomiden siyasete, siyasetten sosyolojiye, aile ilişkilerinden eğitime, savunmadan şehirleşmeye varıncaya kadar her alanda Allah’ın emrettiği hal üzere yaşamaya davet etmişlerdir. Allah’ın, resullerinde bizim için güzel örnekler olduğunu bildirmesi işte bu esasların onların hayatlarında vuku bulmasındandır.
Günümüzde hakim modern ideoloji ve paradigmanın kendisine yegane tehdit ve güç olarak İslam’ı ve Müslümanları görmesi, bu coğrafyaların yer altı, yer üstü ve insan kaynaklarına çökmesi boşuna değildir. Zira İslam hem düşüncede hem de uygulamada onu alaşağı edebilecek yegane güçtür. Çünkü İslam, insana dokunan, ona değer veren ve onu tüm dünyevi özellik ve hallerinden bağımsız olarak şerefli bir varlık olarak kabul eden ve ona göre insana muamele eden tek din olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecek bir din ve dünya görüşüdür. Diğer ideolojiler ise insanı sınıflara bölen, ekonomik kaynakları belli kesimlere akıtan ve çoğunluğu açlık ve yoksulluğun pençesine hapseden dinlerdir. Kısacası insanı ahsen-i takvim olmaktan esfel-i safilin mertebesine çekmeyi hedefleyen dinlerdir. Ne var ki propaganda gücünü elinde tutanlar kendi düşünceleri dışındaki her düşünceyi baskılayarak, alaya alarak, görünmez kılmaya gayret ederek bu hakikatin üzerini örtmeye, Kur’an’ın diliyle ‘küfretmeye’ devam etmektedirler. Gerek kitaplarıyla, gerek makaleleriyle, gerek film ve dizileri, gerekse şarkılarıyla ve dahi televizyonda ve sosyal medyada fonladıkları programcılarla İslam’ın ve Müslümanların sesini bastırmaya çabalamaktadırlar. Bugünün tüm teknolojik imkanları ile İslam’ın soluğunu kesmeye gayret etmektedirler. Oysa yeryüzünde tek bir mümin dahi kalsa Allah nurunu o müminin eliyle yeryüzüne yayacaktır. Yeter ki müminler bu hakikate, inançlarının büyüklüğüne ve değerli oluşlarına gönülden ve Allah’a tam bir teslimiyetle iman etsinler ve İslam’ın en büyük değer ve insanlığın tek kurtuluş reçetesi olduğuna inansınlar. İşte sorun da burada başlıyor. Bunca dezenformasyonun etkisi altında kalan Müslümanlar ehveni şer adı altında İslam’ın saflarından çıkıp küfrün saflarında mücadeleye başlıyorlar. Bu da yetmiyor Müslümanların saflarında kalanlara kılıçlarını sallayarak İslam’a en büyük hizmeti yaptıklarına inanıyorlar.
Türkiye’de AKP’nin yanında yer alarak Müslümanlara kılıç sallayanların yanında, AKP karşıtlığı üzerinden Müslümanlara kılıç sallayanlar var. Her iki kesimin de ortak noktası Kemalizmin yanında yer alarak İslam’a ve Müslümanlara cephe almasıdır. Geçmişlerine baktığımızda bu iki grubun da sistem karşıtlığı göze çarpmaktadır. Geçmişte yapmış oldukları eleştiriler sistem içi olmayıp genel olarak sistem dışı eleştirilerden oluşmaktadır. Gel zaman git zaman bu gruplar iki kola ayrılmış, bir kısmı sistem içi muhalefete dönüşerek sistemin nimetlerinden faydalanmaya, diğer grup da umdukları kadar sistemin nimetlerinden faydalanamadıkları için karşıtı üzerinden nemalanmaya girişmişlerdir. Kimisi sistem tarafından adam yerine konmak, kimisi makam ve mevki sahibi olmak, kimisi de ekonomik çıkar peşindedir. Görünen o ki herkes istediğini almış durumdadır. Allah dünyayı tercih edene veriyor istediğini. Akıllı insanlar ise hem dünyada hem ahirette iyilik istemeye devam ediyor. Umulur ki Allah bu akıllı insanlara da isteklerinde kavi durdukça isteklerini verecektir. Bahsetmiş olduğumuz bu iki grup da yenilgilerini, zafiyetlerini bizzat İslam’ın kendisini hedef göstererek meşrulaştırmaya çalışmışlardır.
İlk grup yani AKP’nin yanında yer alanlar esas meselenin sanki doktirinel bir mesele değil de restorasyon sorunuymuş gibi indirgemeci bir yaklaşımla İslam’ın emir ve nehiylerinin gerçekleştirileceği iddiasını dile getiriyorlar. Ayasofya açıldı, başörtüsü meselesi çözüldü, CHP’nin seçkinci yaklaşımı yerine Anadolu köylüsü insan yerine kondu, sakallı olmak suç olmaktan çıktı, çocuklar rahatça Kur’an kurslarına gidebilmekte, camiler ibadete açık ve cemaatler özgürce çocuk yetiştirebilmekte ve program yapabilmekte. Yani Allah’ın tek muradı buymuş gibi bir algıyla daha ne istiyorsunuz ki deniliyor. Kemalizme dokunmayan, küfrün belini kırmayan, fuhşiyata, kapitalizmin sömürüsüne ses çıkarmayan bir İslam algısına şapka çıkarılıyor.
Bunları kökten eleştiriye tabi tutan Müslümanlara ise adeta vatan, bayrak, ezan düşmanı üçlemesiyle şiddetle karşı çıkılıyor. Ekonomik anlamda refaha kavuşmuş, konforundan vazgeçmek istemeyen bu grup, kazandıkları para ve mevkiden memnun bir vaziyette esas karşı çıkılması gereken zulme sessiz kalarak pusulalarını kaybetmiş durumdadırlar.
Diğer grup ise AKP’nin yapmış olduğu tüm kötülükleri İslam’a boca ederek İslam’ı tarihselci bir indirgemecilikle içi boş, işlevsiz bir yapıya çevirme gayretinde olmuşlardır. Bu grup da Kemalizme, laikliğe ve batıcılığa övgüler düzerken aynı nezaketlerini İslam’ı savunanlara göstermemişlerdir. Bu grup, Allah var ama ‘çevrim dışı’ gibi bir bakışla hümanizmi kutsallaştırırken dini de tarihin çöplüğüne göndermeye çalışmaktadırlar. Yetmemiş Müslüman mahallesinden taşındıklarını deklare etmelerine rağmen terk etikleri Müslüman mahalleye sayıp söverek kendilerini reklam etmeye devam etmektedirler. Geçmişte kendi yazdıkları eserlerde eleştirdikleri zalimlere şimdilerde övgüler düzerek alkış toplama ezikliğine düşmüşlerdir.
Müslümanlar başlarını iki ellerinin arasına alarak iyice düşünmelidirler. Küfür her koldan akın akın İslam’ın üzerine saldırmaktadır. Bu saldırılar yeni de değildir. Adem’den günümüze bildik tanıdık saldırılardır ve Kur’an’da bu saldırılara dair birçok ibretlik ayetler vardır. İblis’in dosdoğru yol üzerine oturarak insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından yaklaşarak onları yoldan çıkaracağını yani bizdenmiş gibi görünerek, Müslümanları yoldan çıkaracağını vadetmesi ve Allah’ın “ancak halis kullarıma erişemezsin” diyerek bizi halis kullar olmaya davet etmesi örneğindeki gibi…
Ya da Firavun’un büyücülere “ben size izin vermeden Musa’ya iman ettiniz ha!” diyerek her şeyin üzerinde kendini mutlak güç sahibi sayan sahte yeryüzü ilahlarını bize öğretmesi gibi…
Ya da Lut’un toplumunun Lut’u alaya alarak söylediği gibi “sen de temiz kalmak isteyenlerdensin” sözünün ekonomik ve sosyal anlamda helal olana tabii olan Müslümanlara akılsız, iş bilmez muamelesi yapanları öğretmesi gibi…
Ya da Nuh’un toplumunun içindeki mel’e ve mütreflerin “yanındaki ayak takımını kovarsan seninle oluruz” diyerek toplumsal seçkinciliğe inanmış, biz bu toplumun asıllarıyız diyen zihniyeti öğretmesi gibi… Daha birçok saldırıyı bize öğretmiş bir kitabın varisleri olarak biz bu suçlama, küçük görmelere tanığız. Onun için vahye yüzümüzü dönüp ona sıkıca sarılmak ve vahiyle sürekli inşa ve irşad olmakla yükümlüyüz. İşte böylesi zamanlarda Allah’tan başka ilahın olmadığını ve resulün örnek yaşamının bizim için en kıymetli hazine olduğu gerçeğini daha gür bir şekilde dile getirmeliyiz.
Biz Müslümanlar olarak neyin peşinde olduğumuza karar vermeliyiz. Duble yolların mı, devasa şehir hastanelerinin mi, uzaya göndereceğimiz mekiklerin mi, gayri safi milli hasılanın artmasının mı, yurt dışında ülke olarak itibarımızın artmasının mı, rahat bir yaşamın elimizden çıkıp gitmemesinin mi, çocuklarımızın çok para kazanabilecekleri bir meslek sahibi olmalarının mı… Ya da ne ticaretin, ne alışverişin, ne güzel meskenlerin, ne batmasından korktuğumuz ticaretin, ne kadınlarımızın, ne çocuklarımızın Allah ve resulünden daha değerli olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek mi? Bizi hangi isteğimiz rıza-i ilahiyeye ulaştıracaktır? Elbette akıllı kimseler için cevap basittir. Sefihler için ise söylenecek son söz Allah’a aittir.
Türkiye yüzyılı olarak reklam ve propaganda edilen vizyonlar Müslümanları daha milliyetçi, daha seküler ve daha Allah’sız bir hayata sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Kıyamet gününde şeytanın “muhakkak Allah size hakikat olanı vadetti. Ben de size vadettim ama ben yalancı çıktım…” demesi gibi bize dünyada cenneti vadeden ideolojilerin ne kadar kof olduğunu şimdiden görebiliyoruz. Her geçen gün zorlaşan hayat şartları, liyakatsizlikler, hastalıklar, salgınlar, torpille iş yaptıranlar, adaletsizlikler ve zulümlere rağmen hala bunların arkasında saf tutan zavallı geniş kitleler var. İşte bu zavallı olma halinden kurtulup yalnızca Allah’a kullukta ısrarlı Müslümanlar kalarak, sistemi dışından bir eleştiri ve usulle Allah’ın adını yüceltmek ve emrine uygun bir toplumun oluşmasının gayreti içinde olmak zorundayız. Birbirimizi daha çok severek, birbirimiz için daha fazla kaygı duyarak, daha nezaketli, daha ilim sahibi olarak ve daha çok dayanışma içinde bulunarak küfre karşı tavizsiz bir duruş sergilemeliyiz. Varlığımız mazlumlar için umut, zalimler için korku olmalıdır.
İktibas (Ağustos sayısı yorumu)
1 Comment
Vedat Demiralay
2 Eylül 2023, 11:34Allah razı olsun hikmet dolu bir yorum olmuş.
REPLY