Maslow Piramidi ve 14-28 Mayıs seçimleri

Maslow Piramidi ve 14-28 Mayıs seçimleri

14 ve 28 Mayıs seçimlerinin sonuçları üzerinden değerlendirmelerde bulunan hukukçu Nimet Demir, ‘boş tencere’ metaforunun politikacıları neredeyse ters köşe yaptığını belirtiyor.

Bugün Karar gazetesinde Görüşler köşesinde, son yapılan seçimleri konu alan Nimet Demir, “Dini-Ulusal kimliğin özgüven sorunu ve seçimler” başlığını taşıyan makalesinde, Maslow Piramidi ve Şatıbi’nin dikkat çektiği ‘ihtiyaçlar’ hiyerarşisi üzerinden şu yorumu yapıyor:

Ne zaman insanların ihtiyaçları gündeme gelse hemen Maslow ismi hatırlanır. Bilindiği üzere bir ruh bilimci olan Abraham Maslow insan yaşamıyla ilgili ihtiyaçları önemine göre piramit şeklinde sıralar. Onun oluşturduğu bu piramitte; fiziksel ihtiyaçlar, yani yemek-içmek ilk sıraya yerleşir. Maslow, ikinci basamağı güvenliğe verir; bu basamakta barınma ve aile yer alır. Üçüncü basamak sevgi ve aidiyetindir; arkadaşlık, aile ve mahremiyet bu basamakta dururlar. Saygı içinde mütalaa edilen özgüven, başarı ve başkalarından saygı görme dördüncü basamağa yerleşirken; ahlak, doğallık ve yaratıcılık Maslow’un piramidinde kendilerine ancak beşinci basamakta yer bulmuştur.

Benzer bir yaklaşım 650 yıl önce yaşamış Endülüs’lü hukukçu Şatıbi’nin El Muvafakat isimli kitabında da yer alır. Şatıbi, ilk sıraya zaruriyattan sayılan yeme-içme ve barınmayı; ikinci sıraya haciyat dediğimiz uygar yaşamı sağlayacak ihtiyaçları; üçüncü sıraya ahlak ve estetiği yerleştirir. Görüldüğü gibi her hâlükârda yeme-içme ilk sırada ve olmazsa olmazlardandır. Bu olgunun siyasetteki etkisini deneyimleyen usta politikacı Demirel, söz konusu gerçekliği bilahare motto haline gelen ‘’boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur’’ ifadesiyle ortaya koymuştur. Ancak 14 ve 28 Mayıs 2023 seçim sonuçları, politikalarında ihtiyaç hiyerarşisini, yani Demirel’in ‘’boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur’’ ifadesini esas alan politikacıları neredeyse ters köşe yaptı. Seçimin sonuçlarını belirleyen kuşkusuz dini ve ulusal kimlik oldu. Oysa gerçekten halkın büyük bir bölümü mutfaklarında boş kalan tencereyle seçimleri karşıladı.

Barınma sorunu boyunlarını bükmüş bir haldeyken oy sandığının başına gittiler. Ancak bu çoğunluk, barınma imkânlarını ellerinden alan, tencerelerini boş bırakan iktidarı ne hikmetse yıkmadı/yıkamadı. Ellerini tutan, sokakta kalmalarına razı eden, midelerine taş bastıran neydi acaba? Cevap aşağıdaki olgu ve değerlendirmelerde. Yalnız önce ulusal özgüvenle ilgili Almanya tecrübesine değinmek isterim.

ALMANYA TECRÜBESİ

Fransız Devriminin bir örneğini felsefede gerçekleştiren Alman Halkının nasıl oldu da, ortaokul mezunu Hitler’i 1933 yılında iktidara getirdiği, Hitler’in 1934 yılında kendini tek ve mutlak lider, yani führer ilan etmesine, yaklaşık 12 yıl iktidarda kalmasına, bu süre içerisinde Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya savaşını başlatmasına ses çıkarmadığı merak konusu olmuştur. Bu konuya kafa yoran erbap, tüm bu olumsuzlukları hazırlayan koşulların temelinde Alman ulusal kimliğinin aşağılanmasının yattığını söyler. Bilindiği gibi Almanya Birinci Dünya Savaşından mağlup çıktı. Galip devletler Almanya’ya Versay Antlaşmasını imzalattılar. Bu antlaşma ağır tazminatlar ödeme, Polonya ve Çek gibi aşağı uluslara toprak bırakma, orduyu yüz bin askerle sınırlama, bazı bölgelerde asker bulundurmama gibi çok ağır şartlar içeriyordu. Antlaşmanın bu ağır şartları gururlarına düşkün Almanları oldukça rahatsız etmişti. Hitler ulusal gururları kırılan Almanlara kaybedilen toprakları geri alma, askeri güç ve ekonomik refah vadediyordu. Başlangıçta ekonomik yönden iyileşme yaşanmış, ülkede otoyollar ve fabrikalar yapılmak suretiyle kalkınma gerçekleştirilmişti. Antlaşmanın maddeleri yavaş yavaş ihlal ediliyor, Almanların yaralanmış gururları iyileşiyordu. Sonrası malum; İkinci Dünya Savaşı ve soykırım felaketi. Alman Halkının Hitler’i iktidarına onay vermesinde ve akıl dışı tasarruflarına ses çıkarmamasında yaralanmış ulusal kimliğin etkisi belirleyici olmuştur.

OSMANLI MİRASI

Önce üç kıtaya hükmedilen parlak bir dönem… Akabinde, duraklama ve gerileme süreci… Batılıların son dönemde çektikleri hasta adam muamelesi, dayatılan kapitülasyonlar… Ziya Paşanın ‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-ü İslam’ı bütün viraneler gördüm’’ şiirinde dile getirdiği son dönemdeki toplumsal geri kalmışlık… Ve ağır bir yenilgiyle birlikte yıkılış… Bütün bunlar Osmanlının 14. Yüzyıldan başlayıp, 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden malum serüveni… Birinci Dünya Savaşından Almanya ile beraber Osmanlı İmparatorluğu da mağlup çıkınca İtilaf devletleri Osmanlıya çok ağır şartlar içeren Sevr Antlaşmasını imzalattılar. Bu Antlaşmaya göre Batı Anadolu ve Doğu Trakya ile Ege adaları Yunanistan’a bırakılıyor, Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kuruluyor, Rodos ve 12 ada İtalya’ya veriliyordu.

YENİ CUMHURİYET

Mustafa Kemal ve arkadaşları Sevr’i tanımadılar. Yeni bir devlet kurduklarını belirtip, akabinde bu devlet adına Lozan Antlaşmasını imzaladılar. Dindar kesim Lozan’ın açıklanmayan gizli maddeleri olduğuna, bu maddelerin İslam dini aleyhine hükümler içerdiğine, bu hükümlerden birinin de Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması olduğuna hep inandı/inandırıldı. Yeni kurulan cumhuriyet, yıkılan kozmopolit bir imparatorluğun bakiyesi üzerine modern ulus devlet formunda inşa edilmiştir. Bilindiği gibi ulus devlet, tanımı gereği tekil ve totaliterdir. Merkezi bir kimlik tanımlar ve toplumu bu kimlik ekseninde şekillendirilmeye çalışır. Yeni cumhuriyetin merkezi kimliği; Türk, Müslüman, Sünni ve Hanefi şeklinde kombine edilmiştir. Bu kombinede Türklük asli, Müslümanlık tali unsurdur. Geçmiş yüz yıllık süreç, devletin dışladığı etnik, dini ve kültürel gurupların kimlik mücadelesine sahne olmuştur. Bu itirazlar devlet tarafından kaale alınmamış, çoğunlukla zecri tedbirlerle susturulmuştur. Aradaki muhtıra ve diğer olayları geçelim, 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanı, 1937 yılındaki Dersim İsyanı, 1960 ve 1980 ihtilallerini hatırlayalım. 1997 yılında başlayan 28 Şubat süreci bu zecri tedbirlerin dönüm noktasıdır. Sonrasında dini kimliği önceleyen, yani Müslüman-Türk bileşkesi, merkezi kimliği oluşturan Türk-Müslüman gurupla giriştikleri mücadeleyi kazanarak asli kimlik haline gelmiş bulunmaktadırlar.

KÜRT SORUNU

Yeni kurulan Cumhuriyetin merkezi kimlik dışına attığı unsurlardan biride Kürt kimliğidir. Esasen Kürt kimliği ulus devletin en zayıf noktalarından biridir. Kürt olgusu sadece Türkiye’nin değil cıvar ülkelerinde neredeyse korkulu rüyalarıdır. Bilindiği gibi Kürtler İran, Irak, Suriye ve Türkiye coğrafyasında yerleşik, otuz milyona baliğ, kadim bir halktır. Endişe ve korkunun temelinde bu halkın birleşerek bulundukları coğrafyada bağımsız bir devlet kurma ihtimali yatmaktadır. Bu endişe son yıllara kadar ulus devletin Kürt olgusunu yokluğa mahkûm etmesine sebep olmuştur. 1980 Darbesi 1970’ler de başlayan Kürt kimliğinin varlık mücadelesinin üzerinden tabiri caiz ise silindir gibi geçmiş, büyük acılara neden olmuştur.

Diyarbakır Cezaevi olaylarını hatırlayalım. Kürt kimlik mücadelesi 1980 sonrası evrim geçirmiş, büyüyerek günümüze kadar gelmiştir. Yeri gelmişken Kürt Sorununa yaklaşımla ilgili kanaatimi belirtmek isterim. Çözüm süreci sonrasında dönülen eski güvenlikçi politikalar çerçevesinde sorunun çözülmediği ve çözülemeyeceği tekrar görülmüştür. Asıl tehlike çözüm üretmeyen ve her geçen gün duygusal karşıtlık doğuran bu güvenlikçi politikalarda ısrar edilmesidir. Demokrasinin özgürlük, insan hakları, açık rejim ve yönetime katılma ilkelerine güvenerek, ilkini akamete uğratan yanlışlardan ders çıkarılarak cesaretle yeni çözüm süreçleri başlatılmalı diye düşünüyorum.

ULUSAL KİMLİĞE ÖZGÜVEN POMPALAMA

Osmanlının son döneminde, yenilginin, neredeyse bir kader haline gelmesi, toprak kayıplarıyla gittikçe küçülerek Anadolu’ya sıkışılması, bilim ve teknolojide geri kalmışlık, sosyal ve ekonomik sıkıntılar ve bu sorunların yeni kurulan devlete miras kalması ulusal kimlikte özgüvensizlik yaratmıştır. Cumhur İttifakı seçime girilirken halkın bu sorununu görmüş ve propagandasını halka özgüven aşılama üzerine temellendirmiştir. İttifakın seçim sürecinde üretilen (Ukrayna-Rusya ve Azerbaycan-Ermenistan savaşlarında kullanan tarafa üstünlük sağladığı söylenen) İHA ve SİHA’ları gündeme getirmeleri, yeni üretilen otomobili nazara vermeleri, teknolojiyle ilgili fuarı bu sürece denk getirmeleri, yapılması planlanan uçakları ayrıntısıyla anlatmaları, yapılan uçak gemisini ziyarete açmaları hep bu cümledendir. Özgüven propagandasının zaruri ihtiyaçları ekarte ederek seçimlerin sonucunda belirleyici olduğu görülmektedir. Burada bir tehlikeye dikkat çekmek isterim.

Abartılmış gelişmelerle özgüven pompalamanın doğuracağı beklentiler dış politikada yanlış adımlara sebep olabilir. Bu gelişmeler henüz ortada yokken bile Şam’da namaz kılmaya kalkışan bir zihniyetin, bu gelişmelere güvenerek havaya soktuğu ulusal kimliğin beklentisine cevap olsun diye sabah namazını Şam’da, öğleni Kudüs’te, ikindiyi Mekke’de kılmaya kalkışması içten bile değildir. Yukarıda Almanya örneğini vermemin nedeni birazda bu tehlikeye dikkat çekmek içindir. Bilindiği üzere İkinci Dünya savaşı öncesi Almanya’nın kırılan özgüvenini onaracak bilimsel, kültürel, ekonomik ve teknolojik gerçek gelişmeleri mevcuttu. Ve Hitler bu alt yapıya güvenerek çevre ülkeleri işgale başladı, böylece İkinci Dünya Savaşını başlattı, üstün teknolojisine rağmen yenilerek ülkesini batırdı.

MUHAFAZAKARLARIN KAZANIMLARI KAYBETME KORKUSU

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yaklaşık 80 yıllık süre içerisinde merkezde Türk-Müslüman kimliği oturmuştur. Cumhuriyet sonrası aydınların yerel değerlere karşı herodian yaklaşımı, bu yerel değerlere sahip çıkanların bürokrasiden dışlanmaları, bir bakıma zenci muamelesi görmeleri, Muhafazakâr-Müslüman kimliğinde özgüvensizlik yaratmıştır. Ancak son 20 yıldır verilen mücadele sonucu merkez el değiştirmiş, muteber konuma muhafazakârlar geçmiştir. Bütün kurumlar bu yeni kimliğe tahsis edilmiş, bu kimlik mensuplarından yeni zenginler yaratılmış, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, başörtüsüne kamusal kurum ve alanlarda hak tanınması gibi sembolik adımlar atılmıştır.

İktidarın değişmesi halinde tüm bu kazanımların kaybedileceği korkusu pompalanmış, CHP’nin başörtüsüne yasal güvence verme girişimi dahi pompalanan korkuyu gidermemiş, korku propagandası muhafazakâr kesim üzerinde etkili olmuştur. Yine Kürt sorununu mesele edinen partilerin cumhurbaşkanının seçilmesinde neredeyse belirleyici olabilecek bir güce ulaşması, ekseriyeti teşkil eden Kürt solunun Millet İttifakını desteklemesi, Türk milliyetçi damarını teyakkuza sevk etmiş, yabancılarla ilgili politikalarına kızmalarına rağmen Cumhur İttifakının yanında konuşlanmalarını sağlamıştır.

NETİCE İTİBARIYLA…

14 ve 28 Mayıs 2023 seçimleri, Maslow ve Şatıbi’nin ilk sıraya koyduğu yeme, içme ve barınma sorunu had safhada iken yapıldığı bir gerçektir. Normalde bu sorunun politikada iktidar devirdiği tecrübeyle sabittir. Tüm bunlara rağmen Maslow’un piramidinde dördüncü basamakta yer alan özgüven ile üçüncü basamakta yer alan aidiyetin birinci basamağa gelip fiziksel ihtiyaçları itekledikleri ve onların yerine yerleştikleri, akabinde seçimin sonucunu belirledikleri görülmektedir. Özgüveni sağlamaya dayanak teknolojik gelişmelerin yüzeysel olmasına rağmen halkın bunlara itibar ederek, fiziksel ihtiyaçlarına tercih etmesinde birkaç yüzyıllık ezikliğin derin travması olsa gerek.

Korku ve endişe sorununa gelince, esasen gelinen aşama itibariyle Siyasal İslam’ın güçlenmesinde 28 Şubat ve öncesinde uygulanan Fransız tipi jakoben laikliğin payı büyüktür. Bu durumun marjinal bir gurup hariç sol siyaset tarafından idrak edilerek samimi bir şekilde telafi mekanizması devreye sokulmuştur. CHP’nin gerek olmamasına rağmen başörtüsüne yasal güvence verilmesi girişimi bu telafi mekanizması cümlesindendir. Ancak bu girişimlerin sabote edilerek korku pompalandığı ve bu korkunun seçimlerin sonucunda etkili olduğu da bir gerçektir. Mevcut hükümetin yabancılar politikasının Türk Milliyetçilerini aşırı derecede rahatsız ettiği malum. Dolayısı ile bu sorunu çıkaran iktidarın Ak Parti kanadına karşı mesafeli durmaları beklenirken, Kürt Solunun cumhurbaşkanlığı seçiminde Millet İttifakına destek vermesi bu kesimi Cumhur İttifakının adayını desteklemeye kanalize etmiştir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *