Dünyevileşme, felsefi zeminde hangi teori ile izah edilirse edilsin sonuç itibariyle “Allah’ı hayatın dışında tutma, kendini/şahsını hayatın merkezine koyma, daha açık bir ifade ile heva ve hevesini ilah edinme”, ‘Allah her işimize karışmasın’ şeklinde izah etmenin kibarcasıdır diyebiliriz…
Mustafa Yıldız / Her Taraf
Son yıllarda özellikle ülke insanında dünyadaki değişime parelel olarak hemen hemen her insanda tezahür eden ilk arzunun “dünya nimetlerinden en güzel şekilde nasıl yararlanabilirim?” hastalığı adeta görünür bir şekilde yayılarak toplum tarafından kabul görmeye başladı. Hassaten, özellikle de müslümanlarda bir “Dünyevileşme” hastalığı yayılmaya başladı.
Dünyevileşme; toplum nezdinde ahiret hayatı, yani ölümden sonraki hayat yokmuş gibi davranmanın kibarcası olan dünyevileşme kavramı her ne kadar insanımız tarafından fazlaca dile getirilmemiş olsa da bu kavram genelde müslümanlar arasında daha yaygın kullanılan bir tabir oldu. Daha açık bir ifadeyle dünyevileşme, felsefi zeminde hangi teori ile izah edilirse edilsin sonuç itibariyle “Allah’ı hayatın dışında tutma, kendini/şahsını hayatın merkezine koyma, daha açık bir ifade ile heva ve hevesini ilah edinme”, ‘Allah her işimize karışmasın’ şeklinde izah etmenin kibarcasıdır diyebiliriz.
Oysa, insanın yaratılış gayesi sadece Allah’a kulluktur. “İnsanları ve Cinleri ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım’’ (Zâriyat Suresi: 56. ayet) emri ile Cenab-ı Hak insanın yaratılış gayesini bildirmiş, sınırlarını da çizmiştir. Ancak; Türkiye şartlarında yetişmiş kahir ekseriyet Müslüman bilim insanı içinden çıktığı ve içinde yetiştiği geleneğine ters düşmemek, mevcut potansiyelini elde tutmak, alkışını azaltmamak adına “uydum hazır olan kalabalığa” diyerek hakikatleri söylemekten geri durmuş ve hayatın akışını değiştirmeden devamını sağlamak adına mevcudu korumanın yollarını tercih etmiştir.
Bu nedenle, kendi düşünce yapısıyla hesaplaşan, sürekli kendini yenileyen, zamanla farkına varınca da kendi savunduğu söylemi dahi olsa yanlışını, eksiğini korkmadan dile getiren, getirebilen Aydın ve Entelektüel insan sayımız üzülerek söylemek gerekirse şayet, ne yazık ki oldukça azdır. Kimi Aydınımız gerçekten yanlışlarının farkına varmaz/varamaz, kimi de geriye dönüp “şu şu hususlarda gerek bilmeden ve gerekse gençliğimden kaynaklanan cehaletimden dolayı görmemişim/yanılmışım” diyecek/diyebilecek cesareti göstermeyi kendine yakıştıramayan, kısaca çoğunlukla “yanılmışım, yanılabilirim, çünkü ben de noksan yaratılmışım, mükemmel insan zaten yoktur, ‘İsmet’ sıfatı sadece Cenab-ı Allah’a mahsustur” diyen/diyebilen Bilim insanı (özellikle Müslüman) neredeyse yok denecek kadar azdır.
İçinden çıktığı düşünce yapısıyla zaman zaman hesaplaşan bilim insanına çok az rastlıyoruz. Genelde cemaatleri tarafından önceden belirlenmiş fikirlerin taşıyıcılığını yapan sözcü ve öncü konumundaki Müslüman bilim insanı el üstünde tutulur. Bu da, varsa bir yanlış veya eksik “Bugüne kadar da söylenmemişse ben niye söyliyeyim” denilerek, yanlışlar halı altına süpürülerek, yanlışların devamını ve uzun ömürlü olması sağlanmıştır.
Mesela eskiden daha çok “Sağ elin verdiğini sol elin görmesin” denilerek yapılan ihsan ve iyilikler insanları rencide etmeden yerine ulaştırılması tavsiye edilirken, bugün yapılan yardımları özellikle görünür kılmak için kameraların çekmesini bekleyen, yapılacak yardımları bırakın görünür kılmak neredeyse verilecek evin künyesini yazacak kadar insanın onurunu incitecek hale getirildi.
Değerlerin değişmesi, insanın yozlaşması o kadar hızla değişiyor ki neredeyse hayatı anlık duygulardan ve geçici tat alma, haz alma ve zevklerden ibaret görmeye başladık. Ahiret hayatı “acabalarla” çevrelendiği için bizim için öncelik görünür olan daha makbul olmaya başladı. Artık sağ elin verdiğini sol elin görmesini herkesçe görülmesini istedik. Zira; ne çok yardım sever, ne cömert insan “desinler” veya aksini “demesinler” diye çabalamaya başladık. Yani, yapılanları neredeyse daha dünyada iken karşılığını almak istedik.
Depremde enkaz altından çıkarılan bir yaralı için tekbir sesleri getirilerek yapılan sevinç gösterilerini gören ülke gazetecisi katıldığı canlı bir tv programında “burası laik bir ülke. Laik bir ülkede bu davranışlara nasıl izin veriliyor.” diyerek hayret ettiğini dile getiriyordu. Ters istikamette seyreden bir araç sahibinin, karşıdan gelenleri “ters istikametten gelen” araçlar olarak görmesi gibi.
Bu hayretini gizleyemeyen laik gazetecimiz, laikliği dini tabirleri kullanmamak olarak anlıyormuş. Eşeğe ters bindiğinin farkında olmadan milleti eşeğe ters binenler olarak görerek hem anlamadığı bir konuyu yanlış anlayarak bilmeden kendi cehaletini övünerek halka ifşa ediyordu. Üstelik laikliği, anlaşıldığı gibi değil kendi anlamak istediği şekilde anlamaya çalışıyor.
Maalesef; Anayasasında “laiklik” (Tunus, Fransa, Türkiye) maddesi olan ülkelerden sadece Türkiye’de anlamı ve yorumu farklı anlaşılıyor. Ne acı!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *