Said Halim Paşa, Aliya İzzetbegoviç gibi hem bir devlet adamı olması hem de yaşadığı dönemin sosyal ve politik düzenini bir entelektüel olarak değerlendirmeye çalışması açısından istisnai bir yere sahiptir.
Bedir Sala(1) / Tezkire Dergisi (Mart-Nisan-Mayıs 2014 sayısı/48)
İslamcılık, 19. yüzyılda Batı hegemonyasının Müslüman toplumları kapsayarak genişlemesi karşısında Müslümanların özellikle siyasal ve ekonomik olarak içinde bulunduğu krize bir çözüm arayışı olarak ortaya çıkmıştı. Bu yönüyle İslamcılık ilk etapta Müslümanların aktüel sorunları üzerinde durmuşsa da kısa zamanda bir din olarak İslam’ın ve ana kaynağı Kuran’ın nasıl yorumlanacağına ilişkin sofistike tartışmaları da içeren bir akıma dönüştü. Böylece İslamcılık, Gazali sonrası dönemde durgunlaşan “İslam düşüncesi”nin yeniden hareketlenmesinde, yeni fikirlerin ve yaklaşımların ortaya çıkmasında ve İslam ile Müslümanlar arasında aktif bir irtibatın yeniden kurulmasında önemli bir rol oynadı.
İslam’ın ilk zamanlarında karşılaştıkları problemler karşısında dinamik bir fıkıh ortaya koymuş olan Müslümanlar, uzun bir durgunluk döneminden sonra, aradaki unsurların işlevsizleşip metin ve tarihin tekrar bütün çıplaklığıyla karşı karşıya gelmesi karşısında sergiledikleri entelektüel ve politik performansı ifade eden İslamcılık tarihteki tecdid geleneğinin bir devamı gibi görülse de metin ve tarihin karşılaşmasının yorumlanması açısından bakıldığında modern bir ideolojidir. Metin ve tarihin karşı karşıya geldiği bu dönemeçte İslamcılar hem Osmanlı’daki batılılaşma politikalarını hem de geleneği eleştirerek bir orta yol arayışına giriştiler.
Bu arayışta bir şeyler buldular bulmasına ancak Osmanlı’nın yıkılmasıyla buldukları şeyi pratiğe dökebilecekleri ne bir imkanları kalmıştı ne de bu imkanı oluşturabilecek bir güçleri. Daha çok dönemin koşullarının dayattığı sorulara cevaplar bulmaya çalışan ilk İslamcılar, haleflerine nazaran daha derinlikli ve tartışmalı metinler üretmişlerdir. Özellikle popülist kaygılardan uzak durmuş olmaları ve klasik İslam düşünce geleceğine vakıf olmaları bunda önemli bir etken olmuştur. Yalnız İslamcıların bu ilk dönem birikimi cumhuriyet ile birlikte akamete uğrayarak benzer tempodaki süreklilik devam ettirilememiştir.
Bu dönemin İslamcıları arsında dikkat çeken isimlerden biri ise hiç kuşkusuz Said Halim Paşa’dır (Kahire 1964 – Roma 1921)(2). Paşa, bizatihi ”İslamlaşmak” kavramına ilişkin müstakil bir eser yazmış olması dolayısıyla İslamcılığın ilk teorisyenlerinden biri olarak kabul edilebileceği gibi çağdaşı diğer İslamcılara nazaran Osmanlı’nın en dramatik döneminde devlet yönetiminin en üst kademelerinde bulunarak iktidar olmanın sorumluluğunu deneyimlemiş olması gibi özgün bir tecrübeye sahiptir.
Said Halim Paşa’nın Metodolojik Yaklaşımı
İsviçre’de siyaset bilimi eğitimi alıp ülkesinde döndüğünde Abdülhamid tarafından Şurayı Devlet üyeliğine atanan Sait Halim Paşa, devlet ve fikir adamlarının problematize ettiği, özelde Osmanlı’nın genelde ise İslam dünyasının niçin Batı karşısında geri kaldığına ilişkin temel soruyla karşı karşıya kalmıştı. Dönemin siyasi kutuplaşmaları ve tartışmalarının seyrini ve sınırlarını belirleyen bu çarpıcı soru Osmanlı son döneminde bir tarz-ı siyaset olarak ortaya çıkan Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık akımlarının menbaı niteliğindedir. Başka bir ifadeyle bu üç akım bu soruya verilen üç farklı cevabın kavramsallaştırmasıdır. Sait Halim Paşa ise Batıcılığa ve yer yer Türkçülüğe/milliyetçiliğe yönelik eleştiriler yönelterek İslamcılığı öne çıkaran bir yaklaşım vurgulanmıştır. Yazdığı bütün eserleri bu vurgunun detaylandırılmasından ibarettir. Yalnız eserleri salt ideolojik bir propaganda niteliği taşımaz. İçinde bulunduğu dönemin toplumsal ve siyasal sorunlarına ilişkin sosyolojik analizler içerir. Batı toplumu ile İslam toplumu arasında tarihsel arka planı dikkate alan bir karşılaştırma yapar. Bu karşılaştırma neticesinde aradaki farklılıklara dikkat çeker. Bu farklılıklar üzerinden daha çok Batılılaşmayı, Batılılaşmanın bir çözüm yolu olduğunu savunan aydınları eleştirir. II. Mahmut ile başlayan kurumsal reformların niçin başarısız olduğuna, bu başarısızlığın arkasındaki somut tarihsel koşullara değinir.
Sait Halim Paşa, çalışmalarında dinin sosyal değişimdeki konumuna özellikle değinir. Çünkü Batılılar ve Batıcılığı savunan Osmanlı aydınları, Müslüman dünyasının Batı karşısındaki zayıflığının ana nedeni olarak dini gösteriyorlardı. Dinin toplumların ilerleyişi veya gerileyişinde tek başına bir amil olmadığını, Avrupa ile Japonya’nın farklı dinlere mensup oldukları halde geliştiklerini dolayısıyla dinin bugünkü Müslüman toplumların Batı karşısındaki gerileyişinde bir sebep olarak görülmesinin doğru olmayacağını veya Batının ilerlemesinin yine dine bağlanmasının uygun olmayacağını belirterek dinin sosyal değişimdeki rolüne ve konumuna ilişkin şu açıklamayı yapar: ”sosyal hadiselere dini inançların tesiri büyüktür. Fakat fertlerin mazisi, karakteri, zihniyeti ve hatta yaşadıkları iklim gibi çok çeşitli faktörler de bu tesire iştirak ederler. Zaten bir sosyal olayı sırf din ve mezheple ilgili bir başka hadiseden ayıran da budur” (Said Halim, 1998:151)(3)
Toplumsal değişime ilişkin indirgemeci yaklaşımlardan uzak duran Sait Halim Paşa, toplumsal olay ve olgular arasında belirli somut bağlar kurarak, toplumsal bir olayın çok farklı nedenlere bağlı olabileceğini savunur. Aslında Sait Halim Paşa’nın toplumsal değişime ilişkin yaklaşımı daha çok nedensellik ilkesiyle paralellik oluşturur. Her şeyin bir nedene bağlanarak açıklanması olan nedensellik ilkesi, koşulların sonuçları ortaya çıkartmasıdır. Bu bağlamda Batının ve Japonya’nın gelişmesinde hangi olgusal gerekçeler rol oynamışsa Müslümanların gelişmesinde de benzer olgusal gerekçeler rol oynayacaktır şeklindedir. Ayrıca burada felsefi anlamda bir nedenselcilikten ziyade sosyolojik tespitler için olayların birbiriyle olan ilişkisi açısından nedenselci bir yaklaşıma gitmektedir. Said Halim Paşa’yı bu nedenselliğe götüren ise toplumsal alanın ”hayatın katı gerçekleri”(4) olarak nitelendirdiği kanunları olduğuna, dolayısıyla ”bugünkü durumumuzu, geçmişimizin zaruri bir neticesi saymak”(5) gerektiğine ilişkin kuramsal önkabulüdür.
Said Halim Paşa, dönemindeki aydınların toplumsal ve siyasal olaylara ilişkin tespitlerini de afaki bulur. Özellikle aydınların Batı ve İslam algısını eleştirir; Osmanlı toplumunun sorunlarını tam olarak anlayamadıklarını bundan dolayı da kolaycılığa kaçıp Batıyı taklit ettiklerini belirtir. Aydınların temel sorununun bir zihniyet sorunu olduğunu, bu zihniyet sorununun nedenini de toplum olarak henüz ”zihnimiz eşyadan fikirlere intikal edemiyor; fikirlerden eşyaya geçmeyi tercih ediyor”(6) şeklinde oldukça pozitivist bir nedene bağlar. Tam da Said Halim Paşa’nın Osmanlı son dönemindeki toplumsal ve siyasal olaylara ilişkin yaklaşımının görece daha sosyolojik olmasının nedeni de bu pozitivist yaklaşımıdır. Said Halim Paşa’nın bu konuda Batılı sosyal teorisyenlerden etkilenmiş olmasının yanında Osmanlı uleması içinde de Koçi Bey, Tunuslu Hayrettin Paşa ve Cevdet Paşa’nın temsil ettiği ve daha çok İbni Haldun’dan etkilenen bu kişilerle metodolojik olarak paralel bir çizgide durduğunu söylemek mümkündür. Ancak Şeyhun (2010:16), Said Halim Paşa’nın toplumların gerileme ve çöküşüne ilişkin fikirlerinin büyük ölçüde İbni Teymiyye ve Muhammed İbni Abdulvahhab’a dayandığını iddia eder.
Said Halim Paşa, Batıya yönelik eleştirilerini ve Osmanlı’daki reformların niçin başarısız olduğunu ifade ederken öncelikle Batı toplumu ile Müslüman toplum arasındaki farklara odaklanır. Batı ve Müslüman toplumları iki ayrı medeniyet olarak değerlendirir. Bu medeniyetlerin dayandığı temel dinamiklerin ve tarihsel tecrübelerin farklı olduğunu dolayısıyla bu temel ve tarihsel dinamikler üzerine kurulu iki ayrı medeniyetin benzer süreçlerden geçmesinin mümkün olmadığı düşüncesinden hareketle bu konuda Müslüman toplumların Batıyı taklit ederek reformlar yapmasının başarısızlıkla sonuçlanmasını yani Osmanlı modernleşme tarzının başarıya ulaşmamasını aydınların ve bürokratların bu olguyu kavrayamamalarına bağlamıştır. Said Halim Paşa’ya göre Batıdaki sistemin mükemmel işlemesi aydınları ve devlet adamlarını cezbediyordu ancak buradaki sistem, ihtiyaçları bizden farklı olan bir medeniyetin sistemidir. Toplumsal ve siyasal alanda yapılan reformları eleştirirken bu reformların Müslüman toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikten yoksun olduğunu çünkü Batıdaki üst kurumların oluşmasının ve biçimlenmesinin oradaki toplumsal dinamiklerin bir sonucu olduğunu dolayısıyla iki farklı toplumun ihtiyaçlarının ve bu ihtiyaçların oluşturacağı kurumsal yapının farklı olacağını belirtir. Yine Sait Halim Paşa’ya göre ”Batı toplumunun bulup benimsediği siyasi rejim, kendi sosyal yapısından çıkmıştır ve onu tam olarak tatmin etmektedir.”(7) Osmanlı’da ise halihazırdaki reformlar toplumun dikkate alınmadığı ve tamamen nazariyelere dayandığından yani toplumun moral değerleri ve ihtiyaçlarıyla uyuşmadığından kabul görmemektedir.
Ayrıca Batının gelişmişliğini burjuva sınıfının girişimci ruhuna bağlayan Said Halim Paşa’ya göre Osmanlı toplumunda böyle bir sınıf yoktur. Her ne kadar devlet memurları burjuvanın oynadığı rolü denemeye kalkışmış olsa da bunun imkansız olduğunu belirtir. Çünkü burjuva sınıfı hareketlerinde serbest ve özgürdür; cesaretli ve girişimcidir. Osmanlı’daki memur sınıfı ise tevekkül ve kayıtsızlık içindedir; girişimcilikten uzaktır. Dolayısıyla bu ikisinin aynı tarihsel rolü oynayabilecek niteliklere sahip olduğunu iddia etmek ”iktisattaki üretim ile tüketimi birbirine karıştırmak kadar büyük bir hataya düşmek olur”.(8) Said Halim Paşa, sadece burjuva sınıfının yokluğunu değil, Osmanlı toplumunun sınıfsal bir toplum olmadığını da vurgular. Bu konuyla ilgili ilk tartışma Karl Marx ile başlar. Toplumsal değişimi sınıf çatışmaları bağlamında yorumlayan Marx (2005:40), toplumların gelişim aşamasına göre batı toplumları ile doğu toplumları arasında fark olarak Avrupa’daki feodal dönemin ilk zamanlarına tekabül edecek şekilde bir ”Asya Tipi Üretim Tarzı”nın varlığını kabul eder. Asya Tipi Üretim Tarzı’nda mülkiyetin sahibi merkezi otoritedir ve sadece kullanım hakkı kişilere verilir. Marx, bunu sadece belli bir tarihsel döneme ve üretim şartlarına bağlar yoksa Asya’da toplumsal sınıfların olmadığı/olmayacağı gibi bir sonuca varmaz. Said Halim Paşa ise sınıf çatışmalarının ve sınıfların olmadığı farklı bir Osmanlı toplum düzeninin varlığını iddia eder. Osmanlı toplumsal düzeninin farklılığını Ömer Lütfü Barkan ve Halil İnalcık gibi Osmanlı tarihçileri de kabul etmektedir (Aktaran: Berktay, 1983:2470).
Said Halim Paşa’nın metodolojisine ve sosyolojik analizlerine baktığımızda yapısalcı bir ton ön plana çıkmaktadır. Toplumu yapısalcı bir şekilde değerlendirmek Giddens’in (2000:6) ifade ettiği gibi olay veya eylemlerin tesadüfen bir araya gelmiş olması değil bunların birbiriyle ilişkili bir şekilde kalıplaşmış oldukları anlamı taşımaktadır. Bu bağlamda Said Halim Paşa, Osmanlı’nın sosyolojik olarak, kendine has farklı yapısal özelliklere haiz olduğunu, siyasal ve sosyal kurumları hatta ”Osmanlı şahsiyeti” olarak nitelendirdiği bireyleri bile bu yapının somutlaşmış bir örneği olarak sunar. Tam da Batı medeniyeti ile Osmanlı medeniyetinin temeldeki sosyolojik uyuşmazlığı bundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Said Halim Paşa, Batı ve İslam toplumlarını karşılaştırıp olgusal örnekler üzerinden kategorik farklılıklara vurgu yapar. Kategorik düzeyde birbirinden farklı olan Batı ve İslam medeniyetleri kendilerine has bir değerler sistemi ve kültürel dokuya sahiptir. Bu iki medeniyetin ihtiyaçları sonucu ortaya çıkan siyasi ve toplumsal kurumları birbirinden farklı olmaktadır.
Said Halim Paşa’da ”İslamlaşmak” Kavramı
İslamcılık kavramı günümüzde oldukça müphem bir kavram. Genel olarak sosyal bilim araştırmalarında İslami referanslı toplumsal veya politik duyarlılık taşıyan herhangi bir grup veya hareket ”İslamcı” olarak nitelendirilebiliyor. Fakat İslamcılığın Müslüman bir toplumda ortaya çıkmış bir kavram olduğu düşünüldüğünde paradoks bir durum ortaya çıkıyor. Bundan dolayı her ne kadar kamusal alanın düzenlenmesine ilişkin referansın İslam olması gerektiğini vurgulayanlar İslamcı olarak nitelendirilse de ”Müslüman” kimliği ile ”İslamcılık” etiketi arasındaki ilişkinin boyutu konusunda hayli tartışmalı bir durumun söz konusu olduğunu da belirtmek gerekir. Said Halim Paşa’nın İslamcı düşünce içerisindeki yerini önemli kılan bir husus da, oldukça müphem olan İslamcılık veya kendi ifadesiyle ”İslamlaşmak” kavramına ilişkin kuramsal bir yaklaşım ortaya koymuş olmasından geliyor.
Müslüman milletlerin kurtuluşunu yine bu milletlerin İslamlaşmasına bağlayan Said Halim Paşa’ya göre İslamlaşmak ”İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir.”(9) Müslüman bir toplumun İslamlaşması gerektiğini vurgulamak Müslüman toplum ile İslam arasında bir mesafenin varlığına dikkat çekmektir. Said Halim Paşa tam da bu gerekçeden dolayı Müslümanların İslamlaşması gerektiğini belirtiyordu. Çünkü ona göre Müslüman milletler hala İslam öncesi hayatlarının tesiri altındadırlar. Zaten bugünkü gerileyişin nedenlerinden biri de Müslümanların İslam öncesi hayatlarının etkisinin (10) devam ediyor olmasıdır. Dolayısıyla İslam öncesi geleneklerin ve alışkanlıkların devamı karşısında Müslümanların yeniden İslamlaşması gerekmektedir.
Said Halim Paşa’ya göre körü körüne Batı öykünmeciliği Müslümanları İslam’dan uzaklaştırmaktaydı. Çünkü Batı, Müslümanlar için İslam’dan farklı bir yol demektir. Bunu ”Batı için her yol Roma’ya gider ise, İslam dünyası için her yol Mekke’ye gider” şeklinde formüle etmişti. ”Yani bu iki alemden her biri, başka bir yol, başka bir istikamet, başka bir talih takip etmeye ve insaniyetin umumi gelişmesinde farklı vazifeleri yerine getirmeye mecburdur. Batı dünyası, gayesi, telakkileri, meyilleri, ihtiyaçları ve bunları tatmin için başvurduğu vasıtalar bakımından, İslam dünyasından çok farklıdır.”(11)
İslamlaşmak kavramını detaylı bir şekilde açıklayan Said Halim Paşa’ya göre ”Müslümanın siyasi ve içtimai, bütün hakları ve vazifeleri İslam’ın hürriyet, adalet ve yardımlaşma esaslarından çıkmış olmalıdır. Bu esaslar ise esasen, İslam’ın inanç ve ahlak kaidelerinden doğmuş bulunmaktadır.”(12)
Said Halim Paşa’da İslamlaşmak batıcılığa karşı bir yol arayışıdır. İslam, ekonomi, siyaset, ahlak gibi Müslümanın her haline ilişkin prensipler içeren bir kapsayıcılığa sahiptir. Fakat zamanın ilerlemesiyle ortaya çıkan ”yeni ihtiyaçları”(13) karşılamak için İslam’ın yeniden yorumlanması gerekir. ”İslam’ın yeniden yorumlanması” ifadesi İslamcıları diğer İslami gruplardan ayıran temel farklılıktı. İslamcılar için Müslümanların İslam algısı geleneğe bağlı bir şekilde yorumlanmıştır. Eğer ilerlemeye bir engel varsa bile bu İslam’dan ziyade geleneksel İslami yorumdan kaynaklanıyordu. Dolayısıyla temel kaynak olan Kuran’a dönüldüğünde İslam gerilemeye değil Müslüman toplumların ilerlemesi ve güçlenmesini teşvik etmektedir. Said Halim Paşa’nın ve çağdaşı diğer İslamcıların İslam’ın yeniden yorumlanması fikri bu bağlamda değerlendirilmelidir.
İslamcıların İslam’ın yeniden yorumlanması ve geleneği sorunsallaştırması daha çok modernist bir yaklaşımdı. Modernizm din dahil geleneğe ait ne varsa rasyonel bir zeminde sorunsallaştırıyordu. O günün İslamcıları bir taraftan modernist bir yaklaşımla geleneği sorunsallaştırırken diğer taraftan da modernizm karşısında İslam’ı savunuyorlardı. Bu bağlamda Gencer (2012:800-801), modernizm karşısında Mısır’da Abduh ve takipçileri ile Yeni Osmanlıların İslam’ı savunmasına ilişkin farklılığa dikkat çeker. Gencer’e göre Abduh gibi Mısır modernistlerinin İslam’ı savunma İslam’ın özsel yetersizliğinden duydukları şüpheden dolayı iken, Namık Kemal başta olmak üzere Yeni Osmanlıların İslam’ı savunma biçimi ”ebedi yeterliliğine inandıkları fıkhın daha iyi uygulanması” yönündeydi. Said Halim Paşa’da da İslam, özsel olarak mükemmel kabul ediliyordu, eleştirisi mükemmel olan bu dinin uygulanmasının önündeki engellere ve koşullara yönelikti.
Muhafazakâr Bir İslamcı
Cumhuriyet dönemi İslamcılarının sahiplenmedikleri hatta uzak durmaya çalıştıkları kavramların başında muhafazakarlık geliyor. AK Parti’nin kendisini ”Muhafazakar Demokrat” olarak nitelendirmesinden sonra muhafazakarlık kavramı popüler düzeyde parti tabanında kabul görse de partiyle organik ilişkisi olan entelektüel İslamcıların çoğu muhafazakarlık kavramına karşı hep mesafeli durdular ve hala durmaya devam etmektedirler. AK Parti iktidarı öncesine kadar genelde muhalefette kalan İslamcıların muhafazakarlık gibi teorik olarak kurumsal düzeni savunan, ancak toplumsal değerlerle uyumlu evrimci bir değişimi olumlayan sağcı bir politik tutumu benimsemeleri zordu. Çünkü mücadele ettikleri Kemalist ideoloji, kamusal alandaki bütün siyasal ve sosyal kurumları kontrol ederek İslamcıları tasfiye etmişti. Dolayısıyla böyle bir durumda muhafazakarlık aynı zamanda bu siyasal durumu olumlamak olarak algılanmaktaydı. Cumhuriyet dönemi siyasal İslamcıları, daha çok kurumsal değişimin özellikle siyasal kurumların görece radikal bir şekilde değişmesi gerektiğini vurgulayan romantik bir politik söyleme sahiptiler.
Cumhuriyet öncesi İslamcıları, geleneği ve geleneksel dini yorumu eleştirmenin yanında toplumsal ve siyasal kurumların değişmesi için ıslahatların yapılması gerektiğini düşünüyorlardı ancak Batıcı aydınların savundukları derecede radikal ve kökten bir değişim taraftarı değildiler. Said Halim Paşa ise diğer İslamcılardan farkı olarak belirgin bir şekilde muhafazakârdır. Muhafazakârlığa ilişkin tutumunu teorik olarak tartışan Said Halim Paşa, Osmanlı modernleşme tarzını eleştirir. Bu eleştirisi Osmanlı’nın mevcut halinin korunması yönünde değildir. Osmanlı’nın ve genel olarak İslam dünyasının hem zihniyet hem de kurumsal düzeyde ciddi bir değişime ihtiyacı olduğu görüşündedir. Yalnız bu konuda yapılacak bir reformun yeni bir şeyi ikame etmek yerine var olanı ıslah etmeye çalışmak şeklinde olması gerektiğini savunur. Yeni bir şeyi denemeye çalışmak “eskiden kazanılmış ve birçok zahmet ve acılara malolmuş olan bilgi ve tecrübelerden mahrum”(14) kalmak anlamına gelir.
Her değişikliği iyi olarak kabul etmeyen, adetlerin değişmesinin bir ilerleme eseri olmadığını, gerçek bir yenileşmenin ise zamanla meydana geleceğini savunan Said Halim Paşa, hatalı olan şeyin değiştirilmesi değil ıslah edilmesi gerektiğini ”yeni ve meçhul olan şeyler, çok defa, beklenmedik kötü neticeler doğururlar. Bunlar yerleşmiş gelenek ve alışkanlıkları yıkarak, bazı kıymetleri, his ve inançları inctirler: Bu ise cemiyetin maddi ve manevi varlıklarını sarsar. Bu yüzden yeniliklerin en ileri ve en mesut milletlerde bile, itimatsızlık, hatta endişe ve korku uyandırdığını görüyoruz“(15) şeklinde ifade eder. Kurumların ıslahı yoluna gitmeden, Batı kurumlarının olduğu gibi taklit edilmesi “iyi ve çirkini birbirine karıştıran yeni zihniyet”in (16) ortaya çıkmasına yol açmış, ülke birçok düşüncenin pratiğe dökülmeye çalışıldığı bir sahaya dönüşmüş ve bu da Osmanlı toplumunun ortak amacını kaybetmesine neden olmuştur. Said Halim Paşa’nın muhafazakâr bir İslamcı olarak öne çıkmasının nedeni bu teorik yaklaşımıdır. Said Halim Paşa, “sosyal müesseselerin özel yapısı”na (17) önem verir. Osmanlı’nın kendine has bir sosyal düzeni olduğunu, bu sosyal düzenin değiştirilmesinden ziyade politik yapının bu sosyal düzene göre şekillenmesini savunmaktadır. Başka medeniyetlerden faydalanma konusunda ise tutucu bir yaklaşımı yoktur. Farklı toplumların özellikle Batılıların tecrübelerinden ve çalışmalarından faydalanmanın gerekli olduğunu ifade eder ancak birebir tatbik etmekten ziyade “takip etmemiz gereken yol, Avrupa medeniyetini millileştirmek yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak”(18) şeklinde olması gerektiğini belirtir. Dolayısıyla Said Halim Paşa, muhafazakarlığın yanında Akın (2011)’ın da vurguladığı gibi “yerli düşünür” profiliyle de ön plana çıkmaktadır.
İslami Bir Rejimin Esasları ve Siyasal Düşüncesi
Çağdaş dönemde İslami bir siyasal rejimin nasıl olması gerektiğine ilişkin farklı yaklaşımlar söz konusu. Özellikle Kuran’da, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkinin tanımlandığı kavramsal düzeyde bir ifadenin kullanılmamış olması yani başka bir ifadeyle sarih bir devlet tanımının olmaması bu konudaki farklı yaklaşımları arttırdığı gibi sultanlık, cumhuriyet, meşrutiyet, demokrasi ve hatta laiklik gibi oldukça seküler nitelikli rejim türlerinin İslami versiyonlarının bile üretilmesine yol açmıştır. Bugün tartıştığımız çağdaş batı siyaset teorileri Hıristiyan-Yahudi, Roma ve Antik Yunan düşüncesinin etkisi altında şekillenmiştir. Said Halim Paşa, İslami bir siyaset teorisi geliştirirken öncelikle Batı medeniyetinin bu farklılığını dikkate alır. Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında kategorik bir farklılık olduğunu dolayısıyla bu kategorik farklılığın bir tezahürünün de siyasi rejim farklılığı olması gerektiğini belirtir. Bu farklılığı belirttikten sonra Said Halim Paşa, bir İslam siyaset teorisi geliştirmeye, siyasi rejimin niteliğini ve dayanması gereken temel ilkelerini belirlemeye çalışır.
Said Halim Paşa’ya göre “bir cemiyet için en uygun siyasi rejim, onun sosyal yapısının ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılayan ve siyaset esaslarını en doğru olarak ortaya koyabilen yani onu tam olarak ifade eden rejimdir.”(19) Said Halim Paşa’nın bu konudaki temel yaklaşımı, siyasi rejimin Müslüman toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yapılandırılması ve onunla uyumlu olmasıdır. Tanzimat ve Islahat ile gelen reformları da bu bağlamda eleştirerek memleketin sosyal durumu ile, “doğal” olarak nitelendirilen siyasi haklar arasında büyük bir nispetsizlik olduğunu belirtir.(20) Ayrıca Müslüman bir toplumda Müslümanların siyasi, toplumsal ve diğer hakları İslam’ın hürriyet, adalet ve yardımlaşma esaslarına dayanmalıdır. Bu esaslar İslam’ın inanç prensibinden doğmuştur.(21) Dolayısıyla Şeriat’ın hakimiyeti esası üzerine kurulan sosyal yapıya uygun bir siyasi yapı oluşturulmalıdır. Şeriat’ın hakimiyeti altında siyasi gücü kendinde toplayan devlet başkanına itaat edilir, ancak onun tüm hareketleri de kontrol edilir. Şeriat’ın hakimiyetindeki bu makam, millet tarafından verilir ve yine millet tarafından alınır. Yalnız burada millet tarafından yetkinin verilmesi ve alınması günümüzde kullanılan seküler nitelikli “milli egemenlik” ilkesi anlamına gelmemektedir. Sait Halim Paşa bu yaklaşımı eleştirerek “milli irade” denilen şeyin çoğunluğu temsil ettiği şüpheli bir topluluğun iradesi olduğunu, gerçekte ise çoğunluğu temsil etmediğini dolayısıyla asıl olanın Şeriat olduğunu ve milli iradenin Şeriat’a saygı göstermesi gerektiğini belirterek asıl otoritenin Şeriat olduğunu vurgular.
Devlet başkanı Şeriat’a uyarak sosyal dayanışmayı temsil eder. Eğer Şeriat’a uygun davranmaz ise sosyal dayanışmayı ve birliği dağıtarak kendisine rakip ve düşmanlar çıkartır. Bu durum milleti kriz ve çatışmaya sürükler. Bu hale düşen bir idare İslami değildir.(22) Bundan dolayı Said Halim Paşa, İslami bir siyasi rejimde partilere yer vermez. Çünkü İslam, eşitlik ve hürriyete dayalı bir sosyal yapı kurar, bu sosyal yapıda toplumsal sınıflar ve partiler yerine sosyal yardımlaşma ve İslam kardeşliği vardır.(23)
Partilerin İslami bir rejimde yeri olmadığını ifade ederken gerekçe olarak “İslam’ın siyaset esasları, cemiyet esaslarından doğduğu için kin, rekabet ve husumet gibi hislerden uzaktır”(24) düşüncesini öne sürmektedir. Batıdaki partili sistem Avrupa’nın geçmişindeki eşitsizliklerin ve sınıfsal çatışmaların doğal uzantılarıdır ve onların siyasi hayatında önemli bir yer teşkil eder. Osmanlı toplumu ise farklıdır, partiler Osmanlı’nın siyasi yapısı değilken meşrutiyet döneminde icat edilmişlerdir. Kısacası Sait Halim Paşa’ya göre Batının politik yapısı toplumsal çatışmalardan ve mücadelelerden doğmuş olduğundan aynı çatışmaların devam etmesi normal bir durumdur. Müslüman toplumda ise siyasi yapı toplumsal çatışma ve rekabetten uzaktır. Bundan dolayı İslam toplumlarında toplumsal ve politik devrimlere ihtiyaç duyulmamıştır.(25) Said Halim Paşa için siyasal düzen, esas olarak İslam’a dayanan mevcut sosyal dayanışmayı muhafaza etme üzerine kurulmalıdır. Bu sosyal dayanışma içinde kalarak eşitlik ve hürriyet bir anlam ifade eder. Sosyal dayanışmayı zedeleyecek sınıfsal ve parti çatışmalarını olumlu olarak görmez. Siyasi birlik, bu sosyal dayanışmayla ancak sağlanabilir.
“Said Halim Paşa, Osmanlılarda toplumsal sınıflar olmadığı için, demokrasi, meclis, senato ve benzeri düzenlerin ve kurumların yerleşeceği bir zeminin bulunmadığını, hürriyet ve eşitlik gibi herkesin benimseyip önem verdiği terimlerin İslam’daki anlamlarının bambaşka olduğunu, yani Batı ile İslam arasında kökte bir ayrılık olduğunu ileri sürerek ödün vermez bir tutumu temsil etti.” (Bülbül, 2006:39)
Said Halim Paşa, Avrupa’daki siyasi birliğin dil ve mezhep birliği ile meydana geldiğini Osmanlı siyasi birliğinin ise ırk, dil ve hatta gelenek birliğinden değil, “İslam birliği ve kardeşliği esasına”(26) dayandığını vurgular. Bu siyasi birlik, sadece Osmanlı ülkesi için geçerli olan bir durum olarak değerlendirilmemeli, Müslüman ülkeler arasında kurulacak ilişkinin de bu siyasi birliği muhafaza etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda dönemin milliyetçilik(27) akımını da eleştirir ve Osmanlı’daki milliyetçi rekabet ve iddiaların birlik ve beraberliği bozduğunu belirtir.
Said Halim Paşa, Ulus devlet mantığı ve onun uluslararası ilişkiler tezahürü olan realist politikaları gayri İslami olarak görür. Bir milletin kendini güçlendirmek için bencillik taşıyan milliyetçilik duygularını toplum için geliştirmesi ancak fert adına ise bu duyguyu yok etmesi gerektiği yaklaşımına ilişkin “böyle bir fikrin taşıdığı ahlak ve mantık, Müslümanca düşünen bir kafayı asla memnun etmez”(28) şeklinde bir tutum sergiler. Buna karşılık bir ferdin kendi milli dayanışmasına verdiği önem kadar diğer İslam milletleri arasındaki dayanışmaya da önem vermesi hem kendi milleti hem de müslümanlar arası dayanışma için en uygun yoldur.(29) Panislamist bir politikayı savunan Said Halim Paşa, ayrıca panislamizmin Hristiyan Avrupa’ya karşı bir düşmanlık tepkisi olarak değil, İslam dünyasının gerileyişini durdurmak ve eski gücüne kavuşturmak amacıyla savunulan bir politika olduğunu belirtmektedir. Ancak İslam’ın “beynelmilel” vasfının, ırki özelliklerin dine etkisi yüzünden bozulduğunu “İslam beynelmilelciliği ise, zamanımızda sosyalizmin kurmak istediği beynelmilelciliğe benzer. Ancak onun en mükemmel ve en son şekli”(30) olduğunu ifade eder.
Sonuç
Said Halim Paşa, yaklaşık bir buçuk asır önce İslam’ın terakkiye mani olmadığı teziyle ortaya çıkan ve günümüze kadar farklı ekol ve kişilerle temsil edilen İslamcılık düşüncesi içerisinde kendine has üslubuyla ve yaklaşımıyla özgün bir yer teşkil ediyor. Kuşkusuz böyle özgün bir yaklaşıma sahip olmasının nedeni, gerek aldığı eğitim ve gerekse devlet yönetiminde bulunmuş olmasındandır. Özellikle devlet kademelerinde bulunmuş olması ve bu tecrübeye sahip olması ütopik bir İslamcı yaklaşıma mesafeli durmasına yol açmıştır.
Ayrıca bir İslamcı olarak, mevcut koşullar içinde temelde aynı fikirleri paylaşmadığı kişilerle aynı hükümet içerisinde yer alarak ülke yönetiminde yer almaya çalışmıştır. Aynı zamanda değişime gayet açık, toplumsal ve siyasi kurumların kendinden bir değer taşımadığını dolayısıyla nostaljik bir taassupla savunulmaması gerektiğini de belirtmiştir. Said Halim Paşa’nın bu özgün tecrübesi ve yaklaşımının nostalji ve ütopya ile mesafeli bir İslamcılık düşüncesi geliştirmesinde etkili olduğu söylenebilir. Said Halim Paşa, Aliya İzzetbegoviç gibi hem bir devlet adamı olması hem de yaşadığı dönemin sosyal ve politik düzenini bir entelektüel olarak değerlendirmeye çalışması açısından istisnai bir yere sahiptir. Bundan dolayıdır ki Syed Tanvir Waste (2008) onun için “Filozof Prens” ifadesini kullanır.
Dipnotlar
(1) Bedir Sala, Selçuk Üniversitesi doktora öğrencisi, 2014
(2) 12 Şubat 1964 yıllında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olarak Kahire’de doğan Prens Said Halim, 1870 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşir. İsviçre’de siyaset bilimi alanında Üniversite eğitimini tamamlayarak yurda döner. II. Abdülhamit tarafından 1888’de sivil paşalık rütbesi verilerek Şurayı Devlet üyeliğine atanır. Jön Türklerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle jurnallenen Paşa, İstanbul’dan uzaklaştırılır. Paris’e yerleşen Paşa burada Jön Türklerle yakınlaşır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin müfettişliğine getirilir. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte diğer İttihatçılarla birlikte yurda döner. Babıali Baskını’ndan sonra kurulan Mahmut Şevket Paşa kabinesinde Hariciye Nazırlığı’na getirilir. Mahmut Şevket Paşa’nın 1913’te öldürülmesiyle Sadrazamlık makamına getirilen Paşa, 1917’ye kadar bu görevinde bulunur. Birinci Dünya Savaşı sonrasına kurulan Divanı Harp’te yargılanarak İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgün olarak gönderilir. Yaklaşık iki yıllık sürgünden sonra Roma’ya yerleşen Paşa, 5 Aralık 1921 tarihinde bir ‘Ermeni komiteci’nin saldırısı ile hayatını kaybetmiştir. Said Halim Paşa’nın çalışmaları ise Müslümanların toplumsal ve politik sorunlarını tartıştığı kısa hacimli sekiz kitabın yanında hatıraları, mektupları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında yayınladığı ‘Divanı Ali’deki sorulara verdiği yazılı cevaplardan oluşmaktadır (Said Halim Paşa’nın hayatı ve eserleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Bülbül, 2006; Bostan, 1992; Şeyhun, 2010).
(3) Bundan sonra sık sık bu kaynağa atıf yapılacağından dolayı metnin okunmasını kolaylaştırmak amacıyla bu kitaba atıflar APA sistemi ile değil de sayfa altında dipnot şeklinde gösterilecektir.
(4) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 43
(5) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 47
(6) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 38
(7) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 266
(8) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 22
(9) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 184
(10) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 154
(11) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 227
(12) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 222
(13) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 155
(14) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 64
(15) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 74
(16) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 52-53
(17) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 89
(18) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 76
(19) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 271
(20) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 19-20
(21) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 222
(22) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 195-196
(23) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 242
(24) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 194
(25) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 173
(26) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 27
(27) Said Halim Paşa, “milliyet” kavramını bugün kullandığımız şekliyle değil de daha çok medeniyet ile paralel bir anlamda kullanmaktadır. Dolayısıyla eserlerinde milliyete ilişkin vurgusu günümüzdeki milliyetçilik veya ırkçılık anlamına gelmemektedir. Bundan dolayı ırka karşılık gelen “Türk” kelimesi ile medeniyete vurgu yapan “Türk” kelimesini birbirinden ayırma ihtiyacı duyar. Ayrıca İslam’ın milleti inkar etmediğini sadece bugünkü ırkçı ve bencilliğe karşı çıktığını ifade eder ve hatta İslam’ı en iyi anlayanın Türkler olduğunu da vurgular.
(28) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 208-209
(29) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 213-214
(30) Said Halim Paşa, a.g.k. s. 212-213
Kaynaklar
Alan, Mahmut H. (2011) “Said Halim Paşa Düşüncesinde Yerlilik Meselesi”, TYB Akademi, Yıl:1, Sayı:3
Berktay, Halil (1983) ‘Tarih Çalışmaları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye· Ansiklopedisi, Cilt:9, İstanbul: İletişimYayınları.
Bostan, M. Hanefi (1992) Bir İslamcı Düşünür: Said Halim Paşa, İstanbul: İrfanYayıncılık.
Bülbül, Kudret (2006) Bir Devlet Adamı Olarak Said Halim Paşa, Ankara: Kadim Yayınları.
Gencer, Bedri (2012) İslam’da Modernleşme:1839-1939, İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
Giddens, Anthony (2000) Sosyoloji, (çev. Hüseyin Özel) Ankara: Ayraç Yayınevi.
Marx, Karl (2005) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (çev. Sevim Belli), Ankara: Sol Yayınları.
Sadi Halim Paşa, (1998) Buhranlarımız ve Son Eserleri, (Yay. Hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ) İstanbul: İz Yayıncılık.
Şeyhun, Ahmet (2010) Osmanlı Devlet Adamı ve İslamcı Düşünür: Said Halim Paşa (çev. Derya Göçer), İstanbul: Everest Yayınları.
Wasti, Syed Tanvir (2008) “Said Halim Pasha: Philosopher Prince”, Middle Eastern Studies, 44:1.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *