“İmar” ve “umran” kavramlarıyla aynı kökten gelen “İslam mimarisi”; bugün anlaşıldığı şekliyle gösterişli ve yüksek binalar inşa etmeyi ifade eden teknik bir architecture faaliyetini değil; insanın/Müslümanın insanca ve Müslümanca yaşamını kolaylaştıracak ve güzelleştirecek şekilde çevrenin, mekanın ve eşyanın tanzimini ifade eder…
Mehmet Akif Çeç / Star-Açık Görüş
İslam alemi, son iki asırdır maruz kaldığı modernleşme macerası ile, hayatın her alanında olduğu gibi şehircilik ve mimari alanında da İslami/geleneksel anlayıştan büyük bir sapma yaşamış; kadim İslam şehirleri ruhsuz, kimliksiz şehirler haline getirilirken; geleneksel “ev”imiz de, mimarisi, iç dizaynı/dekorasyonu ve fonksiyonları itibarıyla, dünya görüşümüz ve yaşam tarzımıza yabancı, kişiliksiz mekanlara/yapılara dönüştürülmüştür.
Bazılarının zoraki sığdırmaya çalıştığı gibi, “İslam şehri” başlığı altında sabit bir biçimsel şehir şablonundan/modelinden bahsetmenin uygun olduğu kanaatinde değiliz. Buna mukabil, İslam medeniyetinde standart bir şehir şablonu olmadığı gerekçesiyle “İslam şehri” kavramlaştırmasının uygun olmadığını iddia edenlere de katılmamız söz konusu değildir. “İslam şehri” modeli olarak sunulan şablon esasen batı da dahil olmak üzere tüm kadim şehirlerde rastladığımız genel formel özelliklerdir; ana mabed, meydan, kamu binaları, çarşı ve mahalleler… Dolayısıyla, klasik bir Hıristiyan şehri ile arasında fazlaca formel fark bulunmayan İslam şehrinin ayırt edici vasıflarını formel/biçimsel/yapısal özelliklerden ziyade niteliksel, karakteristik ve ilkesel özellikleri ile ön plana çıkarmak çok daha doğru olacaktır. İslam’ın şehir, çevre, mekan tasavvuru, salt bir mühendislik faaliyeti ürünü olarak değil; İslam ontolojisi, kozmolojisi ve epistemolojisinin fizik aleme/doğaya/çevreye/mekana/eşyaya bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. Yani şehirlerin oluşumunda dinin/geleneğin mutlak belirleyiciliği söz konusudur. Şehir sözcüğü ile din sözcüğü arasında akrabalık ilişkisi olması; şehrin (medine), din kavramının kökenini oluşturan “dâne” (d-y-n) fiilinden de türetilebilmesi tesadüfi olmamalıdır ve tespitimize göre ıstılahi olarak din’den türetildiğinde medine, “dinin yurdu” anlamını kazanmaktadır; yani şehir aynı zamanda dinin “hayat sahası” ve hayat bulduğu (yaşandığı, serpildiği ve medeniyete ulaştığı) yerdir. Zannımızca hicretten önce de zaten bir şehir olan Yesrib’in Medine’ye dönüştürülmesinin hikmeti de bu olmalıdır. Coğrafyaya, topografyaya, iklime, kültüre, örfe göre şehirlerin yapısı ve biçimi değişkenlik arz etmekle birlikte; şehrin, Müslümanın Allah’la, doğayla ve insanla kurduğu sahih ilişkinin bir yansıması olarak ortaya çıkması onun değişmeyen niteliğidir ve onu İslam şehri yapan da bunlardır.
Şehir, insan, Allah
1. Şehrin, insan-Allah ilişkisinin bir tezahürü olarak ortaya çıkmasının anlamı şudur; İslam şehrinde Allah (din), hayatın merkezindedir. Şehrin, Medine’yle ve metafizik hakikatlerle arasında ontolojik bir bağ vardır, şehirler adeta gökte yapılıp yere indirilmiş birer Medine türevleridir ya da her şehrin potansiyel hedefi Medineleşmektir. Dolayısıyla şehir insanlarının hedefi de doğal olarak medenileşmektir. İslam şehrinin merkezinde, nerdeyse tüm kadim/geleneksel şehirlerde olduğu gibi ana mabed/Cuma camii olarak büyük/ulu caminin yer almasının izahı budur. Meydan, çarşı ve mahalleler de kademeli olarak cami etrafında oluşur. Osmanlı’da mahalle kurulumunu belirleyen en temel şehircilik prensibi şudur: “Cami teşekkül etmeden mahalle teşekkül etmez.” Yani önce bir vakıf/hayırsever tarafından cami yaptırılır, sonrasında cami etrafında yavaş yavaş sosyal mekanlar (hamam, çeşme, sıbyan mektebi vs.) ve evlerle birlikte mahalle oluşur. Cami aynı zamanda mahalleye de adını verir, örneğin İstanbul’da eski mahallelerin çoğunun ismi camiden gelir. Günümüzde yeni kurulan yerleşim bölgelerinde cami için en ücra ve en değersiz yerlerin seçilmesi, şehircilik ve mimariye dini bir perspektiften değil salt rasyonel/ekonomik (rant) perspektiften bakılmasının bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır.
2. İslam şehri, İslam kozmolojisinin bir tezahürü olarak sahih bir insan-doğa ilişkisi üzerine kuruludur. Doğa, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insana emanet edilmiş mukaddes bir varlıktır. İnsanın, kendisine emanet edilmiş ve musahhar kılınmış diğer varlık türleri (hayvanat, nebatat, cemadat) ile şefkat, merhamet ve adalete dayalı bir ilişki içinde olması dini bir vecibedir. Bu anlayışın bir yansıması olarak şehircilik ve imar faaliyeti; daha işin başında, en küçük bir müdahalenin, örneğin bir taşın yerinden oynatılmasının bile doğaya ve fıtrata müdahale olup olmadığına ya da başka canlılara zarar verip vermediğine özen göstermekle başlar.
3. Sağlıklı bir insan-insan ilişkisinin tezahürü olarak İslam şehri; aidiyet, komşuluk/hemşehrilik, dayanışma/yardımlaşma ve mahremiyet gibi insani/ahlaki temeller üzerine kuruludur. İmar faaliyeti yapılırken bunun insanlar arası ilişkiye zarar vermemesine aksine insani ilişkinin gelişmesine katkı sağlamasına dikkat edilir; bir ev inşa edileceği zaman komşunun ışığını, güneşini kesmemesine, önünü ve yolunu kapamamasına, penceresinin karşısına pencere koymamaya ve karşılıklı mahremiyeti korumaya itina gösterilir. Kur’an ve sünnetin çerçevesini çizdiği insani ilişkiler ve komşuluk hukuku, mahalle ve şehir hayatının, toplum modelinin yani İslami bir sosyolojinin oluşmasına da imkan sağlar. Bu anlayış, İslam toplumlarında vakıf medeniyetini doğurmuştur. Kişinin doğumundan ölümüne kadar hayatın her aşamasındaki hizmetler, zenginlerin mallarının büyük kısmını vakfettiği vakıf kurumları eliyle yürütülmüştür. İslam tarihi, sadece insanlar için değil, hayvanlar ve diğer canlılar için de hizmet veren çok farklı türlerde vakıf müessesesi örnekleri ile doludur. İslam ahlakının, Müslüman şefkat, merhamet ve digerkâmlığının tezahürü olan bu uygulamalara modern seküler/rasyonel toplumlarda rastlama imkanı yoktur. Modern toplum denildiğinde, rasyonelleşmiş zihinler ve rasyonel ilişkiler üzerine kurulu toplum anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, rasyonalizmin yansıması olarak bireyselleşmiş/bireyci, çıkarcı, faydacı, hesapçı, değerlerden ve aidiyetlerden kopuk, aile ve akrabalık bağlarının, komşuluk ilişkilerinin kalmadığı, yardımlaşma, dayanışma, mahremiyet gibi değerler ve insani ilişkilerin yok olduğu bir insan ve toplum tipinden söz ediyoruz demektir. Böyle bir toplumun şehir, mimari ve ev anlayışı da bu doğrultuda şekillenecek ve ona uygun biçimde/formda ortaya çıkacaktır doğal olarak.
Zihniyet dönüşümü
Maalesef son iki asırdır modernleşme süreci ile birlikte yaşadığımız zihniyet dönüşümü şehir, mimari ve ev anlayışımıza da yansımış, architecture ve mühendislik faaliyetinin ürünü ruhsuz ve kişiliksiz beton yığını şehirler ortaya çıkmıştır. Bu değişimi; alafrangalaşma merakının bir tezahürü olarak, müstakil evlerini, yalılarını, konaklarını satıp Şişli ve Nişantaşı’nda yeni yapılan ve Avrupaî yaşamın sembolü sayılan apartman yaşamına geçme merakı üzerinden Tanzimat sonrası Türk romanında izlemek mümkün. Modernleşme tercihi sonrası süreçte, şehircilik ve mimariye, bahsettiğimiz entelektüel medeniyet perspektifinden değil, salt iktisadi-ticari faaliyet ve rant olarak bakılmakta; insan-Allah-doğa ilişkisi, estetik, fonksiyonellik, insanilik, ahlakilik göz ardı edilmekte; bir yandan kadim İslam şehirleri tarumar edilirken, bir yandan da çirkin yapılar ve çirkin şehirler ortaya çıkmaktadır. Batı ve modernite eleştirilerimiz her zaman geçerli olmakla birlikte, batı şehirlerine dair olumlu bir gözlemimi paylaşmadan da geçemeyeceğim. Avrupa’nın irili ufaklı tüm şehirlerinde en çok dikkatimi çeken hususlardan biri, ister eski, isterse yeni yapılmış olsun belediye binalarının mimari açıdan o şehrin en zarif, en estetik binaları olmaları yani o şehrin ruhunu, kimliğini, karakterini yansıtan ve bir bakıma mimaride o şehri temsil eden yapılar olmalarıdır. Eğer belediye, şehircilik ve mimariden sorumlu bir kurumsa, mantıken, belediye binasının da mimari açıdan en güzel ve temsiliyeti en yüksek bina olması icap eder. Bir özeleştiri olarak ifade etmek gerekirse, bizde maalesef, belediye binaları şehirlerimizin en çirkin, estetik ve zerafet yoksunu, beton yığınlarından oluşmaktadır. Son yıllarda bu konularda bazı ciddi adımlar atılmaya başlansa da, bu işin artık bir devlet politikası haline getirilmesi zorunludur. Başta belediye olmak üzere valilik ve kaymakamlık binalarının şehrin kimliğini, karakterini, dokusunu yansıtan, temsiliyeti olan binalar olması zorunludur. Burada mimarlara da çok büyük görevler düşmektedir, maalesef mimarlığı ve mühendisliği salt teknik ve hendesi bir meslek olarak gören mimar ve mühendislerle bu işler olmaz. Teknik bilginin yanında entelektüel (ontolojik/kozmolojik/epistemolojik) perspektif ve medeniyet bilincini haiz derslerin mimarlık fakültelerinde mutlak surette okutulması gereklidir. Bu da yetmez, ayrıca her mimar adayının ve mimarın kişisel olarak da bu konularda kendini yetiştirmesi, geliştirmesi şarttır. Kamunun ve belediyelerin, yapılacak kamu binaları ve imar çalışmaları ile ilgili, ihaleden önce proje yarışmaları açmalarının, bu yarışmalarda entelektüel ve medeniyet kriterlerinin ön planda tutulmasının, mimarlığa bakışın ve mimari zihniyetin değişmesinde ciddi katkıları olacaktır kuşkusuz. Fakat, yeni bir şehir planlamak ya da bir şehir tasavvuru ortaya koymak, kesinlikle mimarların ve mühendislerin işi değildir. Şehir tasavvuru üretmek, sahih İslam geleneğini, İslami paradigmayı/epistemolojiyi, İslam düşüncesini, İslam sanat ve estetiğini iyi bilen mütefekkir ve entellektüellerin işidir. Mimar ve mühendislerin yapması gereken de bunu pratiğe dökmek, hayata geçirmektir.
“İmar” ve “umran” kavramlarıyla aynı kökten gelen “İslam mimarisi”; bugün anlaşıldığı şekliyle gösterişli ve yüksek binalar inşa etmeyi ifade eden teknik bir architecture faaliyetini değil; insanın/Müslümanın insanca ve Müslümanca yaşamını kolaylaştıracak ve güzelleştirecek şekilde çevrenin, mekanın ve eşyanın tanzimini ifade eder. İslam mimarisi de İslam şehri gibi standart formlara indirgenemez. Medeniyete, coğrafyaya, bölgeye, örfe, malzemeye, iklime göre kamusal yapıların ve sivil mimari örneklerinin farklılaştığını gözlemlemek mümkündür. Osmanlı camileri ile Endonezya, Hindistan, Afrika camileri hatta Selçuklu camileri arasında yapısal ve biçimsel büyük farklılıklar vardır. Fakat hepsinin ortak özelliği Turgut Cansever’in yerinde tespitleriyle yatay/ufki, insani ölçekli ve aydınlık olmalarıdır. Aynı durum sivil mimari (ev) için de geçerlidir, neredeyse tüm İslam ülkelerinin, beldelerinin ev mimarisi yapısal ve biçimsel farklılıklar arzeder, hatta sadece Türkiye sınırları içerisinde bile Karadeniz evleri ile Ege evleri, Orta Anadolu evleri ile Güneydoğu Anadolu evleri arasında büyük farklılıklar vardır. Daha da ayrıntıya indirgeyecek olursak; Güneydoğu Anadolu’da Mardin, Urfa, Antep, Diyarbakır taş evlerinin kendi arasında; Karadeniz bölgesinde Akçaabat evleri ile Sürmene konakları arasında; Ege’de Muğla, Uşak, Kütahya, Birgi, Kula, Ayvalık evleri arasında; Orta Anadolu’da Beypazarı, Amasya, Mudurnu, Kastamonu evleri arasında; Marmara’da Süleymaniye evleri ile Boğaziçi yalıları ve Cumalıkızık evleri arasında yapısal ve biçimsel açıdan oldukça farklılıklar vardır. Fakat bütün formel/yapısal farklılıklara karşın, bu kamusal ve sivil yapıların ortak bir ruhu, kimliği ve karakteri vardır. İslami ilke ve değerler, mimari olarak bu yapılarda tezahür eder: Tevazu, sadelik, zerafet, asalet, hakkaniyet, mahremiyet, ahenk, emniyet, teslimiyet, fonksiyonellik.. Bu ilke ve değerler, yine yapısal ve biçimsel farklılıklarla birlikte, evlerde ortak ya da benzer mimari unsur ve elemanların ortaya çıkmasına da öncülük eder: Az katlı, bahçeli, avlulu, iç avlulu evler; hayat, eyvan, sofa, cumba gibi bölümler… Geleneksel evimizde, dışarıdan içeriye girdiğimizde bizi “hayat” karşılardı, yani dışarıya kapanırken hayata açılırdık. Şimdilerde ise hayatlarımızı dışarıya/dünyaya açtık, kamusallaştırdık.
Dokunulmaz alan
Geleneksel tasavvurumuzda “ev” salt fiziki bir mekan/yapı/bina olmaktan çok daha öte bir şeydir. Geleneksel kavrayışta “ev”in, manevi ve metafizik derinliği, “kutsal” anlam ve çağrışımları vardır. Mimari boyutundan başka ev, metaforik olarak sıcak bir “yuva” demektir. “Evlenmek”, yuva kurmaktır; bir çatı altında sevgiyi, saygıyı çoğaltarak paylaşmaktır. Ev, aynı zamanda kişinin dokunulmaz, ihlal edilemez kutsal mahremiyet alanı (harim)dır.
Bugün, üretilen ev modelleri, mimarisi, planı, malzemesi, dekorasyonu ve fonksiyonları itibariyle “biz”e ait olmayan, farklı (modern/rasyonel) dünya görüşü ve yaşam tarzlarına uygun olarak üretilmiş yapılardır. Bu evler, bir yuva, harim olma vasfını yitirmiş, bir tüketim ve yatırım nesnesine, salt bir yapıya/konuta, Bauman’ın ifadesiyle adeta bir otele dönüşmüştür. Buna, her biri bir garnizon niteliğindeki “site” adı verilen, şehrin bütününden kopuk yapı öbeklerini ve postmodern “gösteri(ş) toplumu”nun bir tezahürü olan rezidansı ve rezidans yaşam tarzını da ekleyelim şimdilerde. Aile kurumunun/aile bağlarının çözülmesinin, bireyselliğin/bireyciliğin ön plana çıkmasının ve tekil yaşamın yaygınlık kazanmasının da “ev” anlayışının değişmesinde etkileri söz konusudur veya tersinden okursak, ev anlayışımızın değişmesi bu olumsuz sonuçları da beraber getirmiştir ya da her iki önerme de doğru ve iç içedir esasen.
Modern evde yaşamak, Müslümanın, bahsetmiş olduğumuz üç temel ilişkisini (Allah, doğa, insan) ve bunlara bağlı olarak dini ve ailevi yaşantısını olumsuz etkileyecektir. Bu evler, yapısal, biçimsel ve mimari özellikleri, planı, iç dizaynı ve buna uygun olarak yerleştirilen eşya düzeni ile İslami ilkelere uygun bir yaşantıyı zor hale getirmektedir, dolayısıyla dini hassasiyetlere sahip bir insanın bu ev/konut anlayışında huzurlu bir yaşam sürebilmesi kolay değildir. Çünkü bu evler, modern/rasyonel bir yaşam tarzına uygun olarak üretilmiştir. Dolayısıyla kendi yaşam tarzını kullanıcılarına zamanla dayatacak, kullanıcılar da zamanla bu evlerin dayattığı modern/seküler yaşam tarzına uygun yaşamaya başlayacaklardır.
Modern insan evinden sürgün edilmiştir. Modern insanın en hayati meselelerinden biri olan “evsizlik” (homelessness) problemini; insanın dünyadaki yerinden edilmişliği/seyyaliyeti, bir yere ait olamayışı, yurtsuzluğu, yersizliği kadar kendi evine yabancılaşması, evi ile arasındaki aidiyet ilişkisinin kalmaması, evin yuva olma vasfını yitirmesi ve insanın içinde yaşadığı evinden uzaklaşması olarak anlamak mümkündür. Pandemi sürecinde bir yıla yakın süre insanların evinden dışarıya çıkamaması bile maalesef modern insan için “eve dönüş” anlamı taşımamıştır. Fiziken eve mahkum olsa bile, evin taşıdığı manevi, sembolik, metaforik anlamlar itibarıyla modern insan esasen evine dönememiş, sadece ev hapsi yaşamıştır. İsmet Özel’den ilhamla, eve dönmek için, önce kalbine dönmesi, evi ile arasında aidiyet ve ünsiyet ilişkisini yeniden kurması icap eder. Bunun için de, kuşkusuz, topyekun büyük paradigmal, zihinsel dönüşümler gerekmektedir
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *