Demokrasiyi, aydınlanmacı batı medeniyetinin, her biri diğerini besleyen, diğer unsurlarıyla birlikte değerlendirdiğimizde ancak, insanlık için, yeryüzü için ne anlama geldiğini kavrayabilme imkânına sahip olabiliyoruz.
Mehmet Yaşar Soyalan / Her Taraf
Kadim emperyal düzenden, aydınlanmacı küresel düzene geçiş
“Demokrasi insanoğlunun bulabildiği en iyi, en adil yönetim biçimidir.” şeklindeki güzellemelerle büyüdük. Bu demokrasi algısı dünyanın neresinde olursa olsun her bir insanın zihnine kutsal bir dogma olarak kazındı. Üzerine çekilen sis bulutu ve kat kat maskeler nedeniyle onu gösterilen dışında anlamak ve tanımak imkânsız hale geldi. Bu nedenle ciddi bir demokrasi eleştirisi yapan olmadığı gibi, öyle bir vasata imkân da verilmedi. Nadirattan da olsa kenarından, kıyısından konuya yaklaşmak isteyenler, örneğin demokrasiyi, demokratik denilen düzenleri, Aydınlanma öncesi krallık ve imparatorluk gibi düzenlerle kıyaslayarak “abartmayalım, sıradan vatandaşlar açısından aralarında pek bir fark yok” gibi dolaylı bir eleştiride bulunanlar hemen “gericilikle” veya başka olumsuz sıfatlarla yaftalanarak itibarsızlaştırıldılar. Bundan dolayıdır demokrasi alanı yeryüzünün en karanlık alanıdır ve aynı zamanda bu karanlık alanın daha da karanlık bir alan olan sömürgeleştirme süreçlerini örtmek/ maskelemek gibi bir görevi vardır.
Biz bu yazımızda bu karanlık alana kenarından kıyısından dâhil olmaya çalışacağız ve iki yüz yıllık cumhuriyet, yüz yıllık demokrasi tecrübesini hem ABD, Britanya ve Fransa gibi “demokrasinin beşiği” denilen ülkeler hem de “demokrasi ihraç edilen” ve “zoraki demokrat” yapılan ülkeler üzerinden bir okumaya çalışacağız. Ve bu iki yüz yıllık süreçte gözümüze ve dimağımıza takılanların özet bir çetelesini tutacağız. Başka bir deyişle demokrasi denilen şeyin sömürgeci batılı devletler ve onların doğrudan veya dolaylı sömürgesi haline gelmiş/getirilmiş toplumlar için ne anlama geldiği ile ilgili siyah beyaz bir fotoğraf sunmaya gayret edeceğiz.
Önce bazı tespitler:
Aydınlanmacı Batılı Sömürgeciler (16.yy’dan itibaren her sömürgeci güç Aydınlanmacıdır.) 17. ve 18. yüzyıllar boyunca sahip oldukları askeri ve teknik imkânları kullanarak yeryüzünün yüzde doksanını işgal ettiler. İşgal ettikleri bütün coğrafyalarda aşama, aşama insan kaynağının önemli bir kısmını katledip geri kalanını da köleleştirdiler, kültür ve gelenek adına bölgeye özgü ne varsa hem uygulamadan kaldırdılar hem de hafızalardan sildiler. Eşzamanlı olarak da yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan ederek ülkelerine taşıdılar. Aynı süreçte bu bölgelere Avrupa’dan insan taşıyarak bölgenin demografisini de önemli ölçüde değiştirdiler; en azından köleler için rol model olacak bir elit tabaka, bir yönetici sınıf oluşturdular. Bu aşamada en temel araç “korku” idi. Bu korku sopasını en acımasız bir şekilde kullandılar.
19.yy ile birlikte Aydınlanmacı batılı sömürgeciler bu coğrafyaları kendi anlayış ve kültürlerine göre yeniden inşa ederek, buraları “Batı Medeniyetinin” bir parçası haline getirdiler. Bu aşamada en başat araç “asimilasyon”du. Bu yolda Kilise ve ona bağlı misyonerler ve Batılı eğitim kurumları toplumu dönüştürüp asimile etmede önemli bir kaldıraç olarak kullanıldı. Hatta bu süreçte fiili olarak işgal edemedikleri, etmedikleri coğrafyalardaki toplumları da, sermaye, tarım ve sanayi politikalarıyla, “bilim”, “eğitim”, “okul”, “kariyer” gibi söylem ve uygulamalarla Aydınlanmacı düşüncenin etki alanına soktular. Zaten Aydınlanmacı düşüncenin ağına düşen toplumlar için demokrasi güzellemeleri yapma dışında başka seçenekleri de yoktu. Böylece tüm yeryüzü yüz yıllık bir süreç içerisinde Aydınlanmacı Batı Medeniyetinin hegemonyası altına girmiş oldu. Artık bir yüz yıldır da yeryüzündeki bütün toplumlar (Batılılardan nefret edenler de dâhil) Aydınlanmacı hayat tasavvurunun bir neferi haline gelmiştiler ve bu durum da önemli ölçüde içselleştirilmişti. Bu aydınlanmacı kültürel işgalde en temel araç, aparat “bilim” ve bilgi” tasavvuruydu. Belki tasavvur yerine “sos” kelimesini kullanmamız daha doğru olur: bilim ve bilgi sosu. Bununla yeni bir insan inşa ettiler; ilk aşamada üreten ve tüketen insan. Bir sonraki aşamada ise sadece tüketen insan. Bu iş için de eğitim ve okullar en temel araçtı. Evet, eğitim ve okullar bu asimilasyonun en güçlü manivelasıydı.
Artık neredeyse bütün yeryüzü Batılı küresel bir köye dönüşmüştü ama bu küresel köyde kötü sürprizlere yer olmaması gerekiyordu. Bunun için de yeryüzünün Batılı bir köy olarak varlığını kalıcı bir şekilde sürdürülebilmesi için sınırlarını/ hudutlarını etnik ve/veya mezhebi/dini demografiye göre yeniden çizdiler. Bu etnik ve dini sınırlar içine hapsedilen yığınların Batıya olan aidiyetlerinde herhangi bir sorun yaşanmaması için de “sağlam bir örgütlenmeye” ihtiyaçları vardı. Bunun için de asimile olmuş yerel unsurları merkeze alan yeni bir yönetim ve yönetim biçimi tesis edilmesi gerekiyordu. Bu yolla aynı zamanda küresel köyün asimile edilmiş sakinlerine, “bireysel özgürlük”, “kendisi olma”, “kendisini ve geleceğini yeniden inşa etme” hakkının verildiğinin, hatta bu “hakları” bizzat kendilerinin elde edebildikleri (gerekirse vuruşarak) bir düzen, sistem tasavvuru sunulduğu da iddia edile geldi. Bu amaç için icat edilip sahaya sürülen araç/aparat ise “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” olarak tanımlanan ve kavramsal arkaplanları da oluşturulan yönetim biçimleriydi. Bu sistemler, öyle iddia edilse de elbette sadece bir yönetim biçimi değildi. Bunlar aynı zamanda Aydınlanmacı batı medeniyetini her türlü tehdit ve tehlikeye karşı koruyan bir zırhtı. İşte bu gerçekleştiğinde küresel köy, gerçek anamda batılı bir küresel köy olacaktı. Öyle de oldu.
Demokrasiyi, Aydınlanmacı batı medeniyetinin, her biri diğerini besleyen, diğer unsurlarıyla birlikte değerlendirdiğimizde ancak, insanlık için, yeryüzü için ne anlama geldiğini kavrayabilme imkânına sahip olabiliyoruz. İşte o zaman maskenin arkasındaki çirkin yüzü, yani geçmişte ve günümüzde yapılan zalimlikleri, haksızlıkları, katliamları siyasi, beşeri ve kültürel soykırımları görebiliyor, gelecekte olabilecekleri öngörebilme kabiliyeti de kazanıyoruz.
Demokrasiler: İnsanoğlunun bulabildiği en son ve en etkili vesayet rejimleri
O halde nedir ve nasıl bir şeydir bu demokrasi ve demokratik rejimler?
Bu nedenle Demokrasi, bir halk rejimi değil, egemenlerin halkı istismar ettiği bir yalanlar rejimidir. Sürekli ve her durumda halkın aldatıldığı, aldatılmaya alıştırıldığı ve aldatılmanın bağışıklık yaptığı bir illüzyonlar rejimidir. Çok küçük bir azınlığın, ama her yönü ile azgın bir azınlığın halka galebe çaldığı bir rejimdir. “Adalet” adı altında adaletsizliğin, “hukuk” adı altında hukuksuzluğun, “hakikat” adı sınırsızlığın, “bilim” adı altında dogmanın kural haline getirildiği, her bir şeyin maskelerle örtüldüğü bir rejimdir. Coğrafyanın, devleti kontrol eden küçük bir azınlığa tapulandığı, halkın, ağzına bir parmak bal çalınarak bütün emek ve kazanımlarının bu azınlığa aktarıldığı, zenginin hep zengin, fakirin hep fakir kaldığı ve zenginin devlet olduğu bir rejimdir. Bir de demokrasi dediğimiz heyula, halklar arasından devşirilerek (ki, halklar genelde fakirlerden oluşuyor) hem halkı/fakirleri oyalayan hem de zenginlerin işlerini çekip çevirerek her daim onların değirmenine su taşıyan aracıların (siyasi organizasyonların, STK’ların, bilumum küçük-büyük, apoletli-apoletsiz memurların/görevlilerin) kendisini devlet sandıkları bir rejimdir.
Kısacası toplumların içine itildiği ve her an ayrı bir görüntüsü ile sarhoş oldukları/edildikleri ve bir türlü içinden çıkamadıkları, çıkmak istemedikleri devasa bir serabın adıdır demokrasi…
Bir şey daha var, belki de en önemlisi budur: Halkı Müslüman veya mazlum ve mağdur toplumlarda/ülkelerde demokrasi maskesi ile ne ve neler örtülmektedir?
Batılı Aydınlanmacı egemenler için demokrasi, iki tarafı keskin bir kılıç gibidir; hem savunurken hem de saldırırken keser veya çok amaçlı bir İsviçre çakısına benzer; çok işlevseldir. Öyle ki genelde etnik eksenli ulusal devletler şeklinde parselledikleri küresel köydeki parsellerden herhangi birinin sorumlusu/ yöneticisi, vekilharcı muhtemeldir ki kendisine emanet edilen parseli kendi adına veya toplumu adına tescillemeye kalkabilir. Böyle bir şey olduğunda bunun emniyet sibopunun sistem içinde mevcut olması gerekir ki zaten öyledir. Bu ayar vekilharca bizzat parsel sakinleri tarafından çekilir. Toplum içinde sakinleri bu amaçla evirip çevirecek mekanizmalar zaten mevcuttur, onlar saati geldiğinde ortaya çıkarlar.
Kısacası ulusal devletlerin halkları tarafından, uluslararası egemenler adına, yöneticilerine ayar çekilebildiği ve halkın bu amaçla çok kolay bir şekilde provoke edilebildiği, sistemin temelinin bunun üzerine kurulduğu bir rejimin adıdır demokrasi… (Sermayenin ve küresel köyün bekçiliğini yapan belki de sahipleri olan ABD, Britanya ve Fransa gibi iki üç devletin halklarının böyle bir ayrıcalıkları olacağını sanmıyorum.) Bütün ülkelerde dört veya beş yılda bir yapılan seçimlerle o ülkenin yöneticileri gerçek efendiler adına halkı tarafından denetlenir, sorun çıkaranlar veya beceriksiz olanlar elenir. Bütün “demokratik ülkelerde” zaten bunun bütün mekanizmaları kurulmuştur; eğitimden, iktisat politikalarına, ekonomik kurul ve kurumlara, anayasal ve yasal yapılardan STK’lara, basın yayın organlarından sosyal medyaya, hatta tüketim alışkanlıklarına kadar…
“Öteki” toplumlarda “siyasi partiler” vesayetin en temel araçları
Eğer ülke sakinleri bu görevlerini layıkı ile yerine getirmezlerse içerideki beşinci kol görevlilerince provokatörler devreye sokularak topluma görevlerini yerine getirmesi için gerekli ayarlar çekilir. Eğer bu yolla da başarılı olunmazsa içerideki veya dışarıdaki uzantıları/ memurları tarafından ekonomik manipülasyonlar ve tedhiş ve terör hadiseleriyle halk cezalandırılır. Yani toplum açlıkla ve can güvenliği ile terbiye edilmeye çalışılır; onlara başlarına gelen bu musibetlerin efendilerine kafa tutan yöneticilerin “işbilmez” ve “beceriksizliği” veya “ başına buyruk bir diktatör haline gelmeleri” yüzünden olduğuna inandırılmaya çalışılır. Bu nedenle halkın (en azından kaos çıkarabilecek kadar kısmı) yöneticilerini önce seçimlerle, olmazsa isyanlarla, işgallerle devirmeleri konusunda şartlandırılır. Bu da olmazsa askeri darbeler devreye sokulur, halk buna da izin vermezse paramiliter güçler devreye girerek ülke içinde vesayet savaşları başlatılır: böyle bir süreçte genellikle ülke bölünerek, yeni yeni demokratik ülkeler kurularak efendilere bağlılık, bağımlılık sağlanmış olur.
Başta halkı Müslüman ülkeler olmak üzere batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine tüm yeryüzünde bu senaryoların bazen birinin, bazen birkaçının, bazen tamamının sahnelendiğini görürüz. Aslında küresel köyde her şey gözler önünde cereyan eder, gören gözler, görmek isterlerse eğer daha derinlerde olanları da fark ederler.
Acaba bizim payımıza düşen bu coğrafyada halk olarak biz ve yöneticilerimiz senaryonun hangi aşamasındayız. 2023’teki 14 Mayıs seçimleri bu senaryolardan hangisine tekabül etmektedir. Kendimizi bu hayhuyun azıcık gerisine çekerek hem kendi pozisyonumuzu hem de içinde bulunduğumuz coğrafyanın durumunu bu seçimleri merkeze alarak, köprüden önceki son çıkışı kaçırmadan gözden geçirebilir miyiz, kimin gemisindeyiz ve nereye gidiyoruz çek edebilir miyiz?
Bir de bu anlatageldiklerimiz “demokrasinin beşiği” denilen ülkelerde neden olmamaktadır, öyle “nezih bir demokrasiden” bu mağdur halkların çocukları neden ve kimler tarafından mahrum bırakılmaktadır? Yoksa oralarda bize gösterilen şeyler de bir illüzyon mu? Yoksa beşiği de mezarı da aynı şey mi? Bu sahte cennetin bir ayılmalık ömrü mü var.
Evet, siyasi partiler, küresel hegemonyanın en temel ve kullanışlı vesayet araçlarıdır ve bu araç halkları da çürütmekte, onları sadece isteyen, üstelik üretmeden isteyen bir nesneye hatta tetikçiye dönüşmekte ve günün sonunda siyasi partiler demokrasi pazarındaki birer halk dalkavukluğu tezgâhları haline gelmektedirler. Bu doğru, ancak ne yaman çelişkidir ki, bu vesayeti kırmak için “siyasi parti” seçeneği dışında bir imkân, “makul” bir yol da bulunabilmiş değildir. İçine girilen bu kısır döngü, onları hep aynı noktaya getirse de var olma arzusu ve deneme ve yanılmalar bu küresel köyün “ötekileştirilen” sakinlerinin zihninde yeni ışıkların yanmasına ve yeni kapıların açılmasına neden olacaktır, buna inanıyorum. Kim bilir, bu deneme ve yanılmalar, belki bir gün asıl ihtiyacımız olan şeyin, “fikriyat” olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasına da neden olur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *