Demokrasi ve Seçimler

Demokrasi ve Seçimler

“Küreselleşmenin dijitalleştiği, sosyal hayatın sanallaştığı, ekonomik ilişkilerin çok farklı bir boyuta evrildiği, ailenin çözülüp cinsiyet tartışmalarıyla bireyin dahi atomize edildiği bir dönemde demokrasi  tartışmaları ya da etkisini yitirmiş seçim tartışmalarının ne kadar anlamı var? sorusu Müslümanlar tarafından iyi tahlil edilmelidir.”

İsa Özçelik / Her Taraf

İslam Dünyasında Yönetim ve Demokrasi Tartışmaları

İslam dünyasında hilafetin kaldırılmasından sonra emperyalizme karşı harekete geçen İslami hareketler, siyasi, sosyal ve ekonomik olarak tekrar varoluş gösterme çabalarında doğal olarak yönetimin içeriği ile ilgili de yoğun tartışmalara girmişlerdir.

Batılılaşma sürecinde özellikle tanzimatla somutlaşan yönetimsel tartışmalar meşrutiyet rejimine geçişle belli bir kıvama girmekle birlikte asıl radikal değişim cumhuriyetin kurulması ile başlamıştır.

Mecliste Seyit Bey’in İslami argümanları da kullanarak hilafetin kaldırılmasına zemin hazırlaması ve meclis yapısının hilafet sisteminin amaçlarını sağlayacağı ile ilgili görüşleri malumdur. Yine Mısır’da Ali Abdurrazık gibi kişilerin İslami yönetim biçimi diye bir şey olmadığıyla ilgili görüşleri ve yayınları bilinmektedir.

Daha sonraki yıllarda İslami hareketlerin büyük örgütsel yapılar haline gelip bulundukları bölgelerde sömürgecilerin taşeronları olan kukla yönetimlerin karşısında hakiki alternatifler olmasıyla birlikte Müslümanların liberal kapitalizm ya da komünizm-sosyalizm seçenekleri arasında sıkışmak zorunda kalmadıklarını, zaten bu tür beşeri ideolojilerin İslam inancıyla bağdaşmayacağı, Kur’an ve Sünnete dayalı İslami yönetimin gerekliliği gündemleştirilmiştir

Bu bağlamda yönetim şeklinin nasıl olacağı demokrasinin buna uygun olup olmadığı da tartışılmıştır.

Çok sayıda düşünür haklı olarak Batı tarafından demokrasi adı altında kendi değerlerinin dayatılmasını reddetmiştir. Çünkü Batı dünyası kendi tarihsel serüveninde kiliseye ve krallıkların baskısı altındaki sürece bir tepki olarak modern demokrasi ve laikliği bir çözüm olarak kendisine bulmuş ve zamanla bu din karşıtlığına dönüşmüş ama hiçbir zaman İslam dünyasına bir model olma seviyesine yükselememiştir. Batı aklı her ne kadar tek bir çizgiyle ifade edilemez ve dış etkileşimlerden bigane olmasa da, Antik Yunandan günümüze kadar geliştirdiği demokrasi merkezli yönetimsel mekanizma kendi inanç, ideoloji ve toplumsal dinamikleriyle doğrudan ilintilidir.

İslami Hareketler, Demokrasi ve Şura

İslam hareketler liberalizm ve komünizm arasında sıkışma ya da bir sentez girişiminin ötesinde kendine özgün bir çizgiyi ifade ettiklerini yüksek sesle haykırsalar da bunu ete kemiğe büründürecek bir somutluğa ulaşamadılar. Aslında İslami Hareketlerin ana damarı demokrasinin küfür olması, İslam dışı olması ya da şura ilkesinin demokrasiyle eşitlenmesi gibi yüzeysel ve günü kurtarıcı tartışmaların daha ötesinde Nebevi Hareket metodunun temel ilkelerinin günümüzde nasıl tecessüm edeceğinin çabası içerisindeydi. Bu çaba bir yandan gelenekçi ekol diğer yandan modernistler tarafından manipüle edilip değersizleştirmeye çalışılsa da ilkesel ve gerçekçi bir çözümün İslami Hareketlerin bu ana damarından neşvü nema bulacağı gerçeğini değiştirmemekteydi.

Daha sonraları Yusuf el-Karadavi, Raşid el-Gannuşi gibi çok sayıda düşünür ve hareket adamı demokrasi kavramını açık bir şekilde kullanırken dahi onu bir seçim ve yönetim tekniği olarak ele almaktaydı. Demokrasiyi liberalizm, komünizm, faşizm ve diğer izmler gibi ideolojik bir düzlemde ele alanlar, demokrasiyi bir seçim tekniği değil hayat tarzı, bir ideoloji ve bir din olarak gördüklerinden dolayı hiçbir şekilde kullanılmasının meşru olmadığını dile getiriyorlardı.

Aslında bu iki kesim arasındaki tartışma işin özünden ziyade üslubu ile ilgili bir tartışmaydı. Geçmişte kelamda tartışılan imanın artması eksilmesi gibi aslında imanın özü değil sıfatlarını ifade etme noktasında yaşanan ihtilaflardı. Bunun yanında biz elbette biliyoruz ki kullanılan dil ve kavramlar öze etki eder. Hatta bütün dillerde bir kelime ve kavramın cümle içerisinde önce veya sonra kullanılması dahi büyük bir değer taşır. Hal böyle olunca demokrasi gibi büyük kavramların gelişigüzel kabulü veya reddi öyle kolayca geçiştirecek bir mesele olmasa gerektir. Ancak burada işaret edilmek istenen husus bu noktada karşıt görüş beyan edenlerin diğerlerini anlamak için yeterli miktarda gayrette bulunmamasıdır. Mesela Karadavi demokrasiyi kullanırken, beşerin Allah’ın hükümlerine rağmen kendi heva ve heveslerine göre hüküm koymasını onaylamıyor elbette. Yahut çokça tekrar edilen %51’i aldığınızda helal ve haram koyma yetkisini, yani çoğunluğa hüküm koyma yetkisini vermenin adıdır demokrasi, şeklinde bir anlayışı Karadavi’nin ve benzerlerinin kabul etmesi düşünülemez dahi.

Müslüman Kardeşler’in bu konularda kendilerine yöneltilen sorulara cevabı manidardır. Seçime girdikleri için şöyle eleştiriler yöneltilebiliyordu onlara “Siz İslam’ı halkın seçimine mi sunuyorsunuz?” onların cevabı ise “Hayır biz İslami değil kendimizi halkın önünde seçime sokuyoruz” şeklinde oluyordu. Yani burada demokrasi kavramı kullanılırken bir seçim tekniği olarak kullanılmaktadır Elbette bu konuda kendilerine eleştiriler yönetenlerin haklılık payı vardır. Müslüman Kardeşler veya diğer düşünürler demokrasi kavramının yalnız bir seçimden ibaret olmadığını, batının 2500 yıllık düşünce tarihinin farklı evrelerde katkılar sunulup ve her daim geliştirilerek ürettikleri bir çerçeve olduğunu, bunun bir seçim tekniği hatta bir yönetim şeklinin ötesinde siyasal, sosyal bir var olma biçimini simgelediğini gayet iyi bilmektedirler.

Aslında bu hususta iki taraf birbirini iyi bir şekilde anladıktan sonra eleştirilerini daha makul bir çerçevede sunabilirler. Müslüman Kardeşler ve diğer bazı teşkilatlar ve düşünürlerin demokrasi kavramı kullanımları inançsal bir sorun olmaktan daha ziyade konjonktürel veya pragmatist ve taktik bir ifade etme biçimi ile ilişkilidir. Elbette bu da eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. İslam dünyasının bir alternatif sunmasının ve bunu öncelikle kendisinin üreteceği temel kavramlarla yapması gerektiğinin altının çizilmesi değerli bir tartışmadır.

Bu tartışma demokrasi ve şuranın aynı olması veya tamamen ilgisiz olması meselesinde de tezahür etmektedir ve mesele bu kadar yalın değildir. İslami hareketler de meseleye bir kavram tartışmasının ötesinde yaklaşmaktadırlar. Yine Mevdudi ve Seyyid Kutup tarafından gündemleştirilen hakimiyet teorisi de aynı yüzeysel karşıtlığa kurban olmaktadır. İçinin doldurulması ve geliştirilmesi gereken bu önemli söylemler ne yazık ki taraftarlar ya da muhalifler tarafından gerekli ve ayrıntılı bir müzakereye tabi tutulmadığından dolayı olgunlaşıp sorunlarımıza çözüm olacak kıvama getirilememektedir.

Günümüzde milyonlarca Müslüman İslam gelince sorunlarımızın çözüleceğini söylemektedir. Onlara yön veren çok sayıda alim düşünür de “sorun İslam’da değil Müslümanlarda, biz Kur’an ve Sünnete sarılırsak meselelerimiz kendiliğinden çözülecek” söylemi ile muazzam bir boyuta ulaşmış problemimizi çözüme kavuşturduğunu sanmaktadır. “Emperyalizm bizi bu duruma düşürdü, birlik sağlarsak bu sorunların hepsini aşarız” sözleri altın çözüm yolu olarak sürekli ifade edilmektedir. Şüphesiz ki bu söylemler kulağa hoş geliyor ve doğrudur da. Ancak kendi dernek vakıflarında ya da Afganistan, Suriye, Mısır ve Türkiye’de vb. İslami oluşumlar bırakın diğerleri ile kendi içlerinde dahi hukuklarını koruyarak birlik oluşturamamışken, nasıl olurda iki milyarlık Müslüman nüfusu arasında birlik oluşacak? sorusuna genel söylemlerin dışında bir cevap gözükmemektedir. İslam nasıl gelecek? kimin eliyle gelecek? burada ulemanın, aydının rolü ne olacak? demokrasi seçim yöntemi olarak kullanılmayacaksa şuranın işleyişi hangi şekilde olacak? sorularına verilen yanıtlar çok açık değildir.

Bu bağlamda demokrasiyi şura ile eşitleyen veya çok yakın görüp bu kavramı benimseyen Müslümanların karşıtlarına yönelttiği, ‘’demokrasi istemiyorsan monarşiyi, krallığı mı istiyorsun?’’ sorusu da aynı yüzeyselliği taşımaktadır.

Aslında Kur’an’ın ve peygamberin örnekliğinin hayatın her alanında, siyasette, sosyal hayatta ve ekonomide temel meşruiyet ve kalkış noktası olmasında ittifak edenler arasındaki diğer tartışmalar tali bir münazara şeklidir ve hiçbir sakıncası yoktur. Farklı düşüncelerin olması zenginliktir ve bu münazara ve çabalar sürdürülmelidir.

Bu bağlamdaki asıl sorun ahlaki ve sosyal sorunlarıdır. Kişi ve gruplar kimi zaman kendi zaaflarını ve yetersizliklerini ya da arzu ve hırslarını örtmek için İslami kavramları malzeme yapmaktadırlar. Bu psikososyal durum tüm din, ideoloji ve toplumsal arayışlar için söz konusudur. Komünistler, kemalistler, liberaller ve bütün toplumsal hareketler benzer bir zaafın etkisi altındadır.

İslam Dünyasında İktidar Tecrübeleri ve Örnek Bir İslami Nizam İnşa Etme Sorunu

Emperyalizmin bütün dünyayı sömürdüğü, etkisi altına aldığı, İslam dünyasındaki yönetimlerin kukla yönetimler olduğu, Cezayir’de, Filistin’de, Mısır’da seçimle gelen meşru yönetimleri karanlık yollarla nasıl devirip katliamlar yaptıkları, İran’da, Sudan’da, Pakistan’da, Afganistan’da bir şekilde iktidar olan İslami oluşumları ekonomik, kültürel, siyasi, enformatik olarak her yönden yıpratmaya çalıştıkları, bu yöntemler başarıya ulaşmazsa vahşi askeriye güçlerle müdahale ettiklerini bilmekteyiz. Yine Suudi Arabistan’ın İslami bir yönetimle ilgisi olmadığını, şekli olarak bazı İslam fıkhı uygulamalarının bu gerçeği değiştirmeyeceğini, Amerika’nın kuklası bir rejim olduğunun farkındayız. Ancak aynı şeyi mezhebi Şia da olsa İran veya Sudan tecrübesi için ifade edebilir miyiz? emperyalizm bu ülkelerle ilgili planlarını ve yaptırımlarını bir yere kadar mazeret olarak tekrarlarız. Ancak son tahlilde on yıllar süren bu iktidarların insanlığa örnek olarak alıp uygulayabilecekleri güzel bir modeli sunamadıkları da ortadadır.

Bu yönetimler, ahlaki bir tutarlılıkla hareket edip hikmetli, adil ve geçerliliği olan bir İslami sosyal, ekonomik ve siyasi pratiği sunduğu için emperyalistler tarafından devrilebilir ya da işgale dahi uğrayabilirdi. Bu durum o tecrübeyi başarısız kılmazdı. Bizim burada işaret ettiğimiz nokta Ömer El Beşir ile Turabi’nin birbirini idare etmekte dahi başarılı olamaması, İran’ın kendi içerisindeki farklılıklara tahammül edememesi ve bölgedeki diğer Müslümanlar için bir huzur değil endişe kaynağı olması, Afganlı mücahitlerin aralarındaki hazin güç elde etme şeklindeki kabile savaşlarıdır. Tüm bunlar yüzleşilmesi gereken sorunlardır. Tamam, Suudi Arabistan’a İslami hareketler bir cevap vermek zorunda bile değil ancak İran, Sudan, Afganistan tecrübeleri, birisine Şia diyerek diğerine emperyalizm onu kuşattı diyerek geçiştirilecek konular değil gibi. Kendi arasında bir hukuk geliştiremeyen, şiddete başvurmadan bir ilişki tarzını mümkün kılamayan hareketlerin emperyalizme karşı mücadele etmesi ve dünyaya sosyal, ekonomik ve siyasal bir model sunabilmesi çok mümkün olmaz, olmuyor da zaten.

Türkiye diğer Müslüman ülkelerine nazaran seçim yoluyla iktidarların belirlendiği bir ülke olması bakımından farklı bir konuma sahip. Yani demokrasi seçim tekniği açısından işe yarıyor deniyor. Ancak %98’inin Müslüman olduğu söylenen bir ülkede, Müslümanlar inandığı dinin kaynaklarına atıf yaparak bir çözüm önerisinde dahi bulunamıyor, kendi temel inanç değerlerine göre örgütlenip parti kurarak İnsanların karşısına çıkamıyor ve bunun adı da demokratik hür seçim oluyor… Bu bağlamda laikçilerin öne sürdüğü, “demokrasi kendini yok edecek oluşumlara izin veremez” söylemi bir paradoksun ötesinde komik ve samimiyetsiz bir sav olarak karşımızda duruyor.

Kur’an anlayışının reforme edilmesi gerektiğini söyleyenler, “değiştirilmesi dahi teklif edilemez” tabuları dayatmakta bir beis görmüyor, akıl, bilim kavramlarını ağzından düşürmeyen sosyalistinden, özgürlük nutku atan liberaline ve geleneği eleştiren sözde modernist İslamcısına kadar bu topa girmeyi herkes çok tehlikeli buluyor. Aslında yalnızca bu mevzu dahi demokrasi tartışmalarının hiç de samimi olmadığını yeterince ortaya koyuyor. Bunu derken batılıların öyle veya böyle ekonomik sistem olarak kapitalizmi, siyasal bir sistem olarak da demokrasiyi geçerli ve işler bir sistem olarak dünyaya pazarladıkları gerçeğini göz ardı etmiyoruz. Diğerlerine “eğer demokrasiyi yöntem olarak kabul etmiyorsanız teorik ve pratik olarak siz ne öneriyorsunuz?” sorusunun geçerliliğini koruduğunu da inkar etmiyoruz. Tabii ki bu tablo bizim de onların çelişkilerini, art niyetliliklerini, açmazlarını ve dünyayı büyük bir felakete doğru sürükledikleri gerçeğini deşifre etmemizi engellemez. Bilakis akademisyenlerimiz, yazarlarımız alimlerimiz en son Rabia meydanında maskesi düşmüş, aslında modası da geçmiş liberal demokrasinin dünya halklarının sorunlarını çözemediği, Müslüman halklara ise asla bir gelecek vaat etmediği gerçeğini yüksek sesle ve cesurca neden dillendiremiyor ve kamuoyu oluşturamıyor? sorusunu sormamız gerekiyor.

2023 Seçimleri ve Türkiye’ye Dair Bazı Tespitler

Küreselleşmenin dijitalleştiği, sosyal hayatın sanallaştığı, ekonomik ilişkilerin çok farklı bir boyuta evrildiği, ailenin çözülüp cinsiyet tartışmalarıyla bireyin dahi atomize edildiği bir dönemde demokrasi  tartışmaları ya da etkisini yitirmiş seçim tartışmalarının ne kadar anlamı var? sorusu Müslümanlar tarafından iyi tahlil edilmelidir.

“Bu seçim farklı, iktidar değişirse Müslümanların sonu ne olur? kazanımlarımız elimizden gider, değerlerimiz tehdit altına düşer” endişeleri haklı endişeler elbette. Ancak yukarıda değindiğimiz dünyanın içinden geçtiği süreci göz önünde bulundurduğumuzda iktidarların değişip değişmemesinden çok daha fazla bizi etkileyen, kuşatan şey, o süreçlerle ilgili yeterli farkındalık ve direnç noktaları oluşturmadığımız sürece günübirlik kayıkçı kavgalarının bizi varoluşsal olarak tehdit eden süreçleri perdelemesine izin vermiş olacağız.

Müslümanlar gücünü önce ilkelerinden daha sonra da toplumsal birliğinden almalıdır. Hükümetler değişse dahi kendi dinamikleri ile ayakta durabilecek ve değerlerini koruyabilecek örgütlenmeler üzerinde kafa yormalıdır. En azgın düşmanları dahi iktidar olsa böyle bir toplumsal gerçekliği görmezden gelememelidir. Tesettür ve eğitim hakkı gibi meseleleri dahi yasal bir takım prosedürlerle güvence altına almak zorunda bırakılan çoğunluğu Müslüman olan bir toplumun acziyeti üzerinde daha fazla kafa yorulmalıdır. Onlarca yıldır yetiştirdiğimiz gençler, doktorlar mühendisler, hukukçu ve diğer Müslüman çocuklarımız ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede namaz gibi tesettür gibi en temel ibadetlerini dahi yaşayamayacağı endişesini taşımasından daha aşağılık bir duygu olabilir mi? güç mücadelesi, çıkar mücadelesi ayrı bir mesele ama bahsettiğimiz konuları Müslüman bir toplum nasıl olur da kendi dinamikleri ile çözecek bir mekanizmayı üretemiyor? sorusu daha hayati bir sorudur.

Elbette uluslararası küresel bir hegemonyanın farkındayız. Biz iyi, güzel hoş olursak hiçbir güç bize engel olamaz şeklindeki polyanacı düşüncelerin geçerliliğinin olmadığını çok iyi biliyoruz. Aslında tam da bunun için daha köklü çözümün, toplumsal güce dayanan önce yerel bölgesel, daha sonra da küresel bilinç ve birliktelikle belki de aynı anda başarabileceğimiz bir etkileşim süreciyle aşılabileceğinin üzerinde duruyoruz.

Bu bağlamda yirmi senelik kazanımların yanında kayıplarımız da konuşulmalı. İslami hareketler, laikçilerin ahlaksız yönlendirmelerine boyun eğecek değildir. Ama aynı şekilde asla muhafazakar partinin hudut tanımaz yandaşlarının seviyesiz saldırılarından korkarak kendi özgün değerlendirmelerinden vazgeçmek de mümkün değildir.

Şu anki Mevcut durumda bütün konuşmalar havada kalmakta, boşa yumruk sallanmaktadır. Bunun aşılması için önce karşılıklı birbirini dinleyecek, anlayacak konuşma ortam inşa edilmelidir. Bu iklimin inşasından elbette öncelikle iktidar sorumludur ama muhalefet de asla masum değildir.

İslami hareketler ve muhalif ya da iktidar yanlısı olması fark etmeksizin tüm erdemli kişi, kurum ve kuruluşlar ise mazeret üretmeden kendi güçleri nispetinde adalet ve makuliyet temelli bir iletişim ve sosyallik üretme çabasına girmelidir. Ancak bu kolay olmayacaktır. En son deprem olayında dahi Türkiye’de söz söyleyen sanat, düşünce, siyaset dünyasındaki figürlerin ne kadar da o makuliyetten ve adalet duygusundan uzak olduğu tekrar ortaya çıkmıştır. Evet, halk gerçekten büyük bir fedakarlık, yardımlaşma örneği gösterdi ama aynı halkın içerisinde azımsanmayacak bir grup ise kötücül ruhunu çok kaba bir şekilde ifşa etmekten geri durmadı. Bu durum bize gösteriyor ki, yapılması gereken ilk iş bütün samimi kişi ve kurumların uyarı ve düzeltme işine öncelikle kendisi, çevresi ve bulunduğu kurumdan başlaması gerekmektedir. Bu samimiyet testi ile birlikte ulusal adalet arayışı ve girişimleri anlamlı olacaktır.

Analistler geçmişte Türkiye’nin sosyo-siyasi yapısın çıkarırken %65-70 sağ muhafazakar %30-35 sol seküler seçmen olarak belirtirlerdi. Başkanlık sistemi göz önünde bulundurulurken muhafazakar sağ parti büyük ihtimalle her ne kadar aşındığını fark etse de bu denklemi göz önünde bulundurmuştur. Ancak hem dünyada hem de Türkiye’de gözlemlenen pek çok toplumsal değişim parametresi bahsedilen sağ sol ayrımlarının çoktan Türkiye’de eski etki gücünü yitirdiğini göstermiştir. Parlamenter, yarı başkanlık ya da başkanlık sistemlerinin hangisinin adaleti daha iyi sağlayacağı meselesi her ülkenin kendi dinamikleri ile yakından ilgili olmakla birlikte son tahlilde tali bir meseledir. Bahsedilen sistemlerin başarılı olmasını sağlayacak şeyler daha çok, toplumsal ahlakın, dayanışma duygusunun, temel hedeflerde birliğin ve tüm ülkeyi sarıp sarmalayan ortak bir inancın işlerliğiyle ilgilidir. Dolayısıyla adaleti üretecek olan şey sistemden ziyade toplumun kendisidir. Elbette ikisi birbiriyle etkileşim içerisindedir. Bazıları batı toplumlarının ürettikleri sistem sayesinde görece adil bir topluma ulaştığını öne sürebilir. Ama bu tespit çok yanıltıcı aceleci bir gözlemden ibarettir. Zira batının kanunlara ve sistemsel yapıya dayalı olarak oluşturduğunu söyleyip pazarladığı sözde refah toplumu milyarlarca diğer halkların sömüresine dayanmaktadır. Bahsettiğimiz sömürü kolonyalist sömürgecilik dönemlerine ait bir atıf değil halihazırda sürdürülmekte olan bir sömür düzenidir. Çünkü çok sayıda batı hegemonya uygulamasında görüldüğü gibi batının kendi içerisindeki o sözde düzen sağlayıcı form, uluslararası ilişkide kolaylıkla göz ardı edilip işlevsiz kılınabilmekte, hatta vahşi işgal ve katliamların malzemesi dahi yapılabilmektedir.

Başkanlık sisteminde %51’i alabilmek için en az iki tane ana bloğun oluşacağı ve bu blokların diğer irili ufaklı tüm benzer oluşumları kendi bünyesinde taşıması için daha toleranslı bir siyasal düzenin oluşturulacağı öngörülmüştü. Aslında burada da ikili bir karşıtlık söz konusuydu. Ama bu karşıtlığın Amerika’daki cumhuriyetçiler ve demokratlar arasındakine benzeri olarak sağ muhafazakar ve sol sekülerler arasında gerçekleşeceği öngörülüyordu. Türkiye’de ise daha karmaşık farklı bir ittifaklar tablosu karşımıza çıktı. Yine ana omurgayı bahsedilen iki temel damar belirlese de%51’e ulaşmak için mobilize edilmesi gereken irili ufaklı bileşenler karmaşık bir tabloyu gözleri önüne serdi. Sol seküler blokta, muhafazakar, dindar sağ bileşenler yer alırken, muhafazakar blokta ise sol, ulusalcı seküler bileşenler de kendine yer buldu.

Ortaya çıkan tablo farklı kesimlerin bir arada yaşama tecrübesi olarak pazarlanma gerçekliğinden çok uzak gözükmektedir. Mevcut aktörlerin söylemleri yakından incelendiğinde bir arada yaşama, diğerine tahammül etme, ortak kaderimizi birlikte belirleme, ötekini anlama ve çoğulcu bir yönetişim geliştirme çabalarından ziyade, ortak iyiyi bir kenara bırakıp kişisel, hizipsel ya da partisel çıkarları önceleyen, köprüyü geçinceye kadar birbirlerine gülücük saçarken dahi samimiyetsizlikleri rahatlıkla gözlemlenen, her türlü ilkeselliğin çiğnenebildiği ve nifak alametlerinin hakim olduğu bir iklim oluştu.

Yeni denenen bu sistem belki zamanla bazı eksikliklerini giderecektir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi meselenin özü yönetim şeklinden ziyade onun arkasındaki düşünce, inanç ve ahlaki değerlerin tutarlılığıyla ilgilidir. Müslümanlara düşen en önemli görev ise son dönemlerde kendilerine tekrardan giydirilen Kemalizm gömleğini çıkarıp vahye dayalı adalet yürüyüşünü yeniden gündemleştirmeleridir. Bu yürüyüşe karşı emperyalizmin uşaklığını yapan laikçi kadroların yapacağı çığırtkanlığın bir önemi yoktur. Bunun yanında sol, ulusalcı, ateist, liberal ya da marksist olması fark etmeksizin bu ülkenin ve insanlığın selameti için hak ve adalet mücadelesi yapan erdemli ve tutarlı kişi ve gruplarla bazen yan yana ya da çoğu zaman eşyanın tabiatı gereği makul bir karşıtlık içinde adalet mücadele imkanını oluşturmak en değerli katkılardan olacaktır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *