“Çok sonraları kendi kendime şunu diyordum: Gerçi belki bilmediğimiz bir hikmeti vardır ama keşke üstadımız celcelutiye, ercuze, keramet-i aleviye, keramet-i gavsiye, işarat-ı gaybiye, ebced, cifir gibi meselelere hiç girmeseydi sadece iman hakikatlerini anlatmakla yetinseydi.”
Yıllar önce henüz ilkokul beşinci sınıfta iken bir arkadaş gel seninle bugün bir yere gidelim demişti. Tamam dedim gittik. Camiye benzer bir yerdi ama cami değildi. Burası medrese dedi bana. Kitaplığa baktım boy boy kırmızı kitaplar özenle dizilmiş. Bir tanesini aldım elime, birkaç paragraf ancak okuyabildim. Kitabın üzerinde İşaratü’l İcaz yazıyordu. O günden sonra beni getiren arkadaş gelmedi ama ben günlerce, aylarca, yıllarca gelmeye devam ettim.
Beni oraya bağlayan şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyordum ama zamanla iç dünyamda Said Nursi sevgisi o kadar ileri gitmişti ki annemden, babamdan ve en yakınlarımdan daha çok onu seviyordum ve yazdığı Risale-i Nurlara aşık olmuştum. Öğlen okuldan gelir gelmez daha ağzıma bir şeyler atmadan medreseye koşardım. Artık bütün dünyamı ağzına kadar dolduran iki şey vardı: Said Nursi ve Risale-i Nurlar.
Hiçbir şey anlamıyordum ama kendimi helak edercesine okuyordum, okuyordum, okuyordum. Okul harçlığımı biriktirip risale alıyordum. Artık eve gitmek istemiyordum, medresede yatıp kalkıyordum. Çünkü eve gidince huzurum ve halavetim bozuluyordu. Küçük risaleleri kendi paramla alıp okuldaki arkadaşlarıma hediye ediyordum. Böylece yaklaşık üç yıl devam etti. Ve artık ortaokul son sınıfta tam anlamıyla vakıf olmaya, kendimi ölene kadar bu davaya vakfetmeye karar verdim.
Dinlediğim hatıralar, okuduğum satırlar öylesine büyülemişti beni. On dört kitaptan ibaret olan külliyatı defalarca devirdim. Bilhassa Sözler isimli temel kitabı yaklaşık yirmi defa hatmettim. Yurt içindeki çeşitli illerde yapılan okuma programlarında okumada daima birinci oldum. Haşir Risalesi, Ene ve Zerre Risalesi, Miraç Risalesi, İhlas Risalesi, Uhuvvet Risalesi, Esma-i Sitte Risalesi, Hucumat-ı Sitte Risalesi bunların hala yarısı hafızamda duruyor.
Bediüzzaman benim için bir gaye-i hayaldi, bir ufuktu. Onun gibi olacaktım, onun gibi yaşayacaktım. Lemalar kitabının bir yerinde geçen “kim bir senede bu risaleleri anlayarak ve tasdik ederek okusa bu zamanın mühim ve hakikatli bir alimi olur” müjdesini okuduktan sonra daha da şevklenmiş ve bir yıl içinde okuyarak alim olacağım için sevinçten göklere uçmuştum. Ama şimdi bakıyorum aradan otuz yıl geçtiği halde hala alim olamadım.
Sonra Rıdvaniye Cami’inde uzlet ve inziva yılları başladı. Ötekinin, yani düşmanlarımın kokusunu almaya başladığım yıllar. Başka cemaatten bir arkadaş risalelerden bazı pasajlar göstererek Risale-i Nurların tahrif edildiğini söylüyordu. Başka biri Seyyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Humeyni diyordu, diğeri Necip Fazıl, Sezai Karakoç diyordu. Tahrif neydi, bunlar kimdi, mehdi varken bu isimlerin lafı mı olurdu? Hiç oralı olmamıştım ama şüphe denen o sinsi kurt girmişti içime bir defa.
Bazen sabahlara kadar diz üstü risale ve cevşen okuyarak bu sinci kurdun sesini kısmaya çalıştım ama nafile. Rıdvaniye’deki yılları ve nurculukla yaptığım uzun hesaplaşmaları Ruhumun Masalı Şehr-i Urfa kitabında uzun uzun anlattığım için burada tekrar etmeyeceğim. Kendimi çok sonraları okuyacağım Voltaire’nin kahramanı Candide benzetecektim. Zaman tarikat zaman değil diyorduk ama bizimkinin de bir tarikattan farkı yoktu.
Bediüzzaman Said Nursi’nin tek alim değil de alimlerden bir alim olduğunu anlamam için yılların geçmesi ve öteki ile tanışmam gerekecekti. Ama bunu fark etmenin de bedeli çok ağır olacaktı. Nurculuk diğer tarikatlardan çok daha sert ve katı bir yapıydı. Hakikat güneş gibi ortada idi, üstadımız Said Nursi beklenen ahirzaman mehdisi idi, bundan şüphe etmek gökteki güneşin ışığından şüphe etmekten farksızdı.
Biz nur talebeleri Kuran, Hz. Ali, Gavs-ı Azam tarafından geleceği müjdelenen seçkin ve seçilmiş bir topluluk idik. Biz mürit değil, murad idik, yani seçen değil, seçilen. Sadakatimizi bozmamak şartıyla imanla kabre gireceğimiz ve ehl-i cennet olacağımız şüphesizdi. Yani kısaca dünyanın ve tarihin merkezinde biz vardık her şey bizim etrafımızda ve bizim için dönüyordu.
Çok sonraları kendi kendime şunu diyordum: Gerçi belki bilmediğimiz bir hikmeti vardır ama keşke üstadımız celcelutiye, ercuze, keramet-i aleviye, keramet-i gavsiye, işarat-ı gaybiye, ebced, cifir gibi meselelere hiç girmeseydi sadece iman hakikatlerini anlatmakla yetinseydi. Çünkü bunları muhaliflerimize karşı anlatmakta çok zorlanıyoruz. Şimdi bırak muhaliflerime kendime bile anlatmakta zorlanıyorum.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *