Dünya Tarihi ve Siyaset

Dünya Tarihi ve Siyaset

Huricihan İslamoğlu’nun” Dünya Tarihi ve Siyaset” isimli kitabı, Batının ve Batıl/ı paradigmanın dünyaya ve insanlığa nasıl baktığını, onları nasıl sömürdüğünü, köleleştirdiğini ve bu süreçte dünya halklarının nasıl batıya yöneldiğini, yöneltildiğini anlatıyor.

Talip Özçelik / Her Taraf

“Boynumuz ağrıdı Batıya bakmaktan”.

Merhum Nuri Pakdil ağabeye ait olan bu cümle Batıya yarsımanın (özenme-imrenme) naif bir eleştirisi olmakla birlikte çok şeyi de özetliyor.

Boynu ağrıyanlar olduğu gibi, boynu tutulduğu için başka hiçbir tarafa bakamayanlar da var. Bir de ısrarla bakmadıkları, bakmayı meşru görmedikleri için ve asla bakmayacakları için darağaçlarında sallandırılanlar var. Boynunu batıya çevirmektense baş verenler, can verenler var. Can verdiği halde diri olanlar var. “Ulu Canlar” var. Ankara Ulucanlar semtini onun için unutmuyoruz. Unutmamak gerekiyor.

Osmanlı’dan itibaren gönüllü başlayan batıya bakma süreci Kemalist Cumhuriyet ideolojisinin, milletimizin boynunu zorla batıya çevirmesi ile devam etmiştir. Kimileri zoraki boyunlarını çevirirken kimileri boyunlarını isteyerek çevirmiş Batıya… Bir kısmı boyunlarını çevirmiş ama vücutlarını dönmemiş; kimileri ise kıbleye yönelir gibi sadece boyunlarını döndürmemişler bütün vücuduyla “istikbal-i kıble” yaparak bakmaya başlamışlar. Sadece bakmamışlar, kulakları da oradan gelecek her sese, buyruğa dikkat kesilmişler. Öyle bir dikkat ki, neredeyse vahiy alma dikkati.

Öyle ya şeytan da dostlarına vahiy eder.

Batıya bakma Cumhuriyet tarihi boyunca devam etmiştir ve halen de devam ediyor. Kıbleden en küçük bir sapma bile affedilmemiştir.

Bizde de öyle değil mi? Namazda kıbleden vücudun sapması namazı bozduğu gibi; namazdan çıkma kastıyla boynunu sağa sola çevirip selam vermekte namazı bozuyor. Yönümüz kıbleye dönük olduğu halde namazda okunabilecek sure ya da duaların dışına çıkıp başka şeyler okumak, dünya kelâmı etmekte namazı bozar.

Batıl/ı algının etkisinden çıkmakta zaten böyle bir şey değil mi? Onların kelime ve kavramları ile değil de kendi kelimelerimizle ıstılahlarımızla konuşmak… Aslında kimin kelimeleri ile konuşuyorsanız onun iktidarına tabisiniz demektir. İktidarın ne olduğu ve kelimeleri, anlamları nasıl belirlediği konusunda Byung Chul Han’ın “İktidar” isimli kitabı çok güzel bir çalışmadır.

Batının, otoritesini, hâkimiyetini ilan ettikten sonra dünya halklarından istediği bağlılık ve teslimiyet tam olarak böyle. “İsteyerek veya istemeyerek” boyun eğmek… Eğilmeyen boyunlar koparılıyor.

Huricihan İslamoğlu’nun “Dünya Tarihi ve Siyaset” isimli kitabı Batının ve Batıl/ı paradigmanın dünyaya ve insanlığa nasıl baktığını, onları nasıl sömürdüğünü, köleleştirdiğini ve bu süreçte dünya halklarının nasıl batıya yöneldiğini, yöneltildiğini anlatıyor.

Kitap birbirinden bağımsız gibi görünen sekiz bölümden oluşuyor. Her bölümü müstakil bir makale olarak da okumak mümkün; ancak her bölümde farklı kavramsallaştırmalar ve yalanlarla batılı tahakkümün nasıl gerçekleştiği konu edilmiş.

Modernizm, hukukun üstünlüğü, tarih, bilim, modern devlet, özgürlük, liberalizm, sermaye, medeniyet, geri toplumlar, doğu despotizmi ve benzeri kavramsallaştırmalarla tahakkümün nasıl gerçekleştiğini ortaya koymuş.

Kitabı okurken ister istemez yüz yıldır bu ülkede olanlar aklımıza geliyor. Nasıl gelmesin ki? Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren oluşturulan algının nasıl ve kimler tarafından milletimize enjekte edildiğini, İslami geçmişin, tarihin, kültürün tamamen reddedilerek bunun nasıl sağlandığını ortaya koyarak resmî tarihin yalanlarına dikkat çeker.

“Osmanlı söz konusu olduğunda şarkiyatçı söylem İslamiyet’in ötesinde doğu despotizmi kavramına başvuruyordu…”

“Çözüm Avrupalılaşmaydı: Avrupalılaşma medenileşme demekti. Türkiye cumhuriyetindeki tarih yazımına bu şarkiyatçı dünya görüşü hakim oldu…”

“Söz konusu olan Osmanlı-İslam geçmişi reddiydi…”

“Tarihçiler orta Asya’da Türkî topraklarının tarihlerinde kimlik arayışlarına itildiler. Örneğin önemli bir Osmanlı seçkini olan Fuat Köprülü, İslam bileşenini bir kenara atarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş hikayesinin izini Türkî kabilelerin Orta Asya’dan batıya doğru göç hareketlerinde ve bu kabilelerin Bizans kurumlarıyla tanışmaları ardından girdikleri “medenileşme” sürecinde aradı…”

“Öte yandan Halil İnalcık için bu medenîleştirici katman Bizans üzerinden Avrupa’da değil, Avrupa’nın dışındaki bir ortamda İslamiyet öncesi İran’da aranmalıydı.” sh.58.

Yazarın, tüm dünyaya tahakküm eden epistemolojik şiddet, akademik camianın baskısı, yaygın genel kabullerin dışına çıkarak konuya bakabilmesi bile tek başına saygıyı hak ediyor.

John Stuart Mill özgürlük üzerine isimli kitabında sadece toplumdaki yaygın bir kanaatin bile nasıl bir diktatörlük yaratacağını anlatır.

“Toplum devlet kadar fiziksel anlamda ağır ve alışılagelmiş cezalar vermese de toplumsal despotizm hayatın en küçük ayrıntısına kadar nüfuz ederek bireyin ruhuna işler. Bu açıdan yöneticilerin despotizmine karşı önlemler almak yeterli değildir, aynı zamanda toplumdaki hâkim görüşün yaratacağı diktaya karşı da korumak gereklidir.”

“Toplumun düşüncelerine uymayan her bireyin önü kesilmekte; bütün bireyler toplumun genel kalıplarına uyması için baskı görmektedir.” sh11.(Liberus yay.)

Düşünce dünyamıza kuşatan sıkı çemberlerin demir kafeslerin, ya da mağaranın dışına çıkabilmek çok kolay değil.

Batının, dünya tarihi, Liberalizm, modern devlet ve benzeri tanımlamalarının arkasında sömürgeci amaçlar olduğunu, “beyaz adamın uygarlaştırma misyonunun” aslında sadece ülkeleri iliklerine kadar sömürmek olduğunu ortaya koymakta kitabında.

“Liberal ilkelere dayanan dünya tarihi anlayışında batılı devlet yönetimleri tüccar ve şirketlerle birlikte bu tarihin vazgeçilmez özneleri arasındaydılar” diyerek modern devlet anlayışının gerisindeki asıl sebebin tamamen sermayenin çıkarlarının korunması olduğunu söyler. Yani Batıl/ı modern devlet anlayışı; sermayenin çıkarlarının korunması ve halkı sömürmenin devamını sağlayan bir organizasyondan ibarettir. Aslında bu tespit, Wail Hallag’ın İmkansız Devlet isimli kitabını bu açıdan tekrar okumayı hak ettiriyor. Öyle ya İslam devleti ya da İslami devlet kelimelerini kullanırken İslam’ın sınırları içinde, kendi halkını (veya başka halkları) sermayenin çıkarları için sömüren bir organizasyonun kastedilmesi, bunun onaylanması mümkün mü? Tabii ki değil.

“Avrupalı devletler, Asya’daki imparatorlukların hüküm sürdükleri bölgelerin ve Afrika’nın, Avrupalı tüccarların faaliyetlerine açılması için her türlü siyasi ve askeri baskıyı kullandılar. Herhangi bir bölgenin Batı ticaretine açılması bu bölgenin batılı tüccarların, onların yerli mümessillerinin faaliyetlerini icra etmelerini sağlayacak hukuki, siyasi reformların gerçekleştirileceğini taahhüt etmesini gerektiriyordu. Bu da yalnızca ticarete açılan bölge devletlerinin işbirliği veya teslimiyeti ile mümkündü.”

“19. yüzyılda batı ticaretine açılan Osmanlı’ya batılı devletler tarafından dayatılan, serbest piyasa ilkeleri ile özdeşleşen modernleşme-batılılaşma modelinin bu çerçeve içinde değerlendirilmesi önemlidir. Osmanlı’dan istenen, topraklarında faaliyet gösteren batılı tüccarların ve onların Osmanlı’daki bir bilhassa da Hıristiyan azınlıklardan oluşan temsilcilerinin şahsi haklarının -Özellikle mülkiyet haklarının- tanınıp korunması, bunun için ayrı mahkemeler oluşturulmasıydı.” sh.28.

Bu satırları okurken ister istemez İngilizlerin neden İstanbul hükümeti ile değil de yeni Ankara hükümeti ile anlaşma masasına oturduğu kitabın satır aralarında görülebiliyor. Mustafa Kemal Dikmen sırtlarından Ankara’ya girerken bir bölük İngiliz askerinin neden onu karşılayanlar arasında olduğunu daha iyi anlıyoruz. Resmi tarih kurgusun aslında neyi, kimleri örnek aldığını da kitap ortaya koymakta.

Hukukun üstünlüğü kavramıyla ilgili yazar şu soruyu sorar; “hukukun üstünlüğü ile kastedilen kimin hukukunun üstünlüğü veya hangi hukukun üstünlüğüdür?” Kimin veya kimlerin kişisel haklarının, mülkiyet haklarının korunması söz konusuydu?

Şunu görmemiz gerekiyor; Osmanlı’nın son dönemi, Cumhuriyet döneminde olanlar, Avrupa Birliği’ne üyelik, hukukun AB kriterlerine uygun hale gelmesinin ortak bir tek hedefi var. Batıl/ı sömürgeciliğin ulus aşırı şirketlerle ve hukuk vasıtasıyla devamının sağlanması.

Batıl/ı kelimesini özellikle kullanıyoruz; zira sömürünün de haksızlığın da her türünün batıl olduğuna, hak olmadığına inanıyoruz. Batıdan bize dayatılan her şeyin “batıl” olduğuna inanıyoruz. Onun için Batıl/ı kelimesini yazarken batıl ve Batı arasındaki ilişkiye vurgu için kelimeyi böyle kullanıp eğik çizgi ile “ı” yı özellikle ayırdık.

Türkiye’de hiçbir hükümet bu sürecin dışına çıkamaz. Bununla beraber belki ara sıra bu sürecin sınırlarını zorlayabilir. Bu acı gerçeği yazar şöyle anlatır; “çevrenin tarihi bundan ötürü bir teslimiyet tarihi olarak anlaşılageldi: Avrupa ticaretinin taleplerine teslimiyeti mümkün kılan kurum ve süreçlerin tarihi…” sh.65.

1980 askeri darbesinin bu amaca nasıl hizmet ettiğini, Deringil’den naklen verdiği bir dipnotta şöyle anlatır; “1980 askeri darbesi devletin seküler, milliyetçi ve batıcı yanlarını vurgulamasına karşın küresel pazar ekonomisinin yerleşmesinde de araçsal öneme sahip olmuş, küresel sermaye akışına direnç gösteren veya bu akışların önünde bir engel olarak duran her şeye karşı sert önlemler almıştır. Örneğin sendikalar güçsüzleştirilmiş, üniversiteleri, dernekleri, sivil toplum kurumlarını susturmuştur.” sh.72.

Osmanlı’nın son yüz yılı ile cumhuriyetin ilk yüz yılını bir de bu gözle yeniden okumak gerekiyor.

Ya da boynumuzu batıya çevirmenin iki yüz yılını, kitabı okurken hatırımıza tutmak gerekiyor.

Batı tüm dünyaya kendi tarih, devlet, hukuk ve medeniyet anlayışını zorla dayatmasına rağmen gerçekliğin bu olmadığının özellikle altını çizer. Bu bağlamda Marshall Hodgson’un “İslam’ın Serüveni” isimli kitabına dikkat çekerek oradan alıntılar yapar. Hodgson’a çokça atıf yapmış olan yazarın ondan fazlaca etkilendiği anlaşılıyor. Bu kitabın, batı merkezli oryantalist tarih anlayışının eleştirisi olduğunun altını çizen Huricihan İslamoğlu bilhassa Asya ve Afrika’daki dünya medeniyetlerinin, Osmanlı, Çin ve Hint medeniyet tarihilerinin yok sayılarak büyük bir haksızlık yapıldığını aktarır ve şöyle der:

“18. yüzyıldan sonra aydınlanma ile yükselişe geçen batı medeniyeti kendinden önceki medeniyetlerin kazanımlarını içermekteydi.” sh. 43.

Batı ve medeniyet. Batı medeniyeti tabiri doğru bir tabir mi? Batı medeni mi? Modernlikle medenilik aynı şey mi, yoksa karıştırılıyor mu? Bu sorulara pek çok cevap verilmekle birlikte en anlamlısı Gandi’nin verdiği cevaptır. Gandi’ye “batı medeniyeti hakkında ne söylemek istersiniz” diye sorulunca şöyle demiş “olsaydı bir şeyler söylerdim.”

Batıda tamamen hem kendi toplumlarını, hem de dünya haklarını sömürmeye dayalı olarak oluşturulan devlet anlayışına rağmen; İslam toplumlarında, çerçevesini genel olarak İslam hukukunun belirlediği devlet anlayışının, (yani hikmet-i hükümetin) Batı’dan çok farklı olduğunu belirterek şöyle der: “Bu devlet anlayışı, ahlaki kaygıların yönlendirdiği bir hükümet etme tarzına ve evrende huzur-nizami alem-veya kutsal hükümdarlık-hilafet-gibi kavramların özümsedikleri toplumsal refah, huzur ve adaleti içeren genel ilkelere dayandırılmıştır.” sh.79.

Toplumların birbirinde farklı siyasi, ekonomik, kültürel ve ahlaki değişim ve tarihsel süreçler/rotalar izlediğini belirtmekle beraber medeniyetlerin ve toplumların birbirlerinden etkilendiğini özellikle vurgular.

Medeniyetler birbirlerini nasıl etkiler?
Medeniyetler nasıl ilişki kurar?
Bu etkilenmede ticaretin, kitap tercümelerinin, kültürel alışverişin payı nedir ?

Aslında tam da bu sorular bağlamında Frederick Starr’ın “Kayıp Aydınlanma” isimli kitabını hatırlamakta fayda var. Tarihi İpekyolu ve baharat yollarının kesişme noktası olan Orta Asya’da İslam öncesi ve sonrası gerçekleşen kültürel, siyasi, ticari alışverişi etraflıca anlatır. Hodgson ve İslamoğlu’nun tezlerine hak verircesine. Batı’nın yalan üzere kurulmuş tarihini yüzlerine çarparcasına F. Starr şöyle der: ”Aydınlanma doğuda, batıdan dokuz yüz yıl önce gerçekleşti.”

Farklı medeniyetlerin; ticaret yollarıyla, kültürel seyahatlerle, kitapların tercümesi ile birbirlerini nasıl beslediğini etraflıca anlatan Huricihan İslamoğlu şöyle der: “18. yüzyıldan sonra aydınlanma ile yükselişe geçen batı medeniyeti kendinden önceki medeniyetlerin kazanımlarını içermekteydi.” sh. 43.

HURİCİHAN İSLAMOĞLU

Öyle ya yumurtadan çıkmadılar ki!

Medeniyetler arası etkileşimin yanı sıra toplumların, aynı toplumdaki fertlerin birbirlerini etkilemesinin de önemli olduğunu, etkileşim zincirinin her bir ferdin davranışlarına kadar uzandığının altını çizer.

Kitabın bütün bölümlerini beğenerek okumama rağmen “Ahlaki Sorumluluk ve Dünya Tarihi “ başlıklı üçüncü bölüm; satırlarını-paragraflarını en çok çizdiğim, not düştüğüm bölüm oldu. Bu bölümde yazar yine Hodgson’dan mülhem, medeniyetlerin yükseliş ve düşüşlerinde bireylerin etkisine dikkat çekerek, ahlaki yaşantının nasıl etken olduğunu anlatır. Bunları anlatırken batının ahlaksızca dünya tarihini gasp etmesinin karşısında Houston’un meydan okuyuşunun özellikle altını çizer.

Hukuk ahlak ve adaletin bu etkileşimde ne kadar önemli olduğunu vurgulayıp merkeze ,yani medeniyetin merkezine adalet ve ahlakı oturtur. İşin ilginç yanı medeniyetin merkezine hukuku, ahlak ve adaleti oturtan Hodgson bir materyalisttir.

“Bireylerin maddi hayatı sürdürürken (buna ticari başarılar da dahil) bunu ahlak kaidelerine uyarak yapma çabaları, Hodgson’a göre, insanlık tarihinin, bu tarihte ortaya çıkmış medeniyetlerin ortak paydasıydı… Farklı medeniyetlerin, farklı dönemlerde başarı ve başarısızlıkları, biteviye değişen koşullar karşısında bireylerin faaliyetlerinde maddi hırslarıyla ahlaki kaygıları arasındaki dengeleri koruyabilmelerini öngörüyordu… Hodgson’a göre, toplumsal bütünlüğün huzurun vazgeçilmez bir ögesi olan maddi ve ahlaki yaşam arasındaki dengelerinin sağlanması medeniyet olmanın ön koşuluydu.” sh.92.

“Maddi hırslarla ahlaki kaygılar arasındaki dengeyi koruyabilme.” Bu cümleyi her türlü hırslarımızla ahlaki kaygılar arasındaki dengeyi koruyabilmek; ya da nefs-i emmareye karşı koyma bağlamında yeniden düşünmeliyiz.

Ortaya çıktığı ilk yüzyıldan itibaren son iki yüzyıla kadar dünyaya adalet, hukuk ve ahlak öğretmiş olan İslam’n / İslam medeniyetinin bugün sadece tarihinden söz edebiliyoruz. Ne yazık ki, son iki yüzyıldır tarihte biz yokuz. Bu bir son mu, bir tükenme mi.?

İslam’ın yeniden tüm dünyaya adalet, hukuk ve ahlak öğretmesi yani vasat (örnek olmada öncülük eden)bir Ümmet olması mümkün değil mi? Yaşadığımız yüzyılda tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplumların ihtiyacı olan güzel örnekliktir. Ülkemizde Ak Parti iktidarıyla İslam’ın; insanlara umut olma, mazlumların haklarını savunma, adalet ve hakkaniyeti temsil etme, adil ekonomik dağılım, sömürüye karşı olma ve benzeri vasıfları çok ciddi yara almıştır. Bu iktidar İslam’a da Müslümanlara da bu sebeple ciddi zararlar vermiştir. Ancak İslam da, İslam medeniyeti de bu yaralarla ölmez. Yazar tam da bu konuya parmak basarcasına şöyle der:

”Eğer bir medeniyet liderliğini kaybetmişse bu, bir sonu ifade etmiyordu. Yani herhangi bir medeniyetin yeniden yükselemeyeceği, dünyada öncü konumuna gelemeyeceği anlamına gelmiyordu. Gelecekte bu türden yükselişleri, mesela Çin medeniyetinde olduğu gibi, bireylerin canlanmakta olan ticari ortamı ahlaki yaşamın mümkün olabileceği bir ortama dönüştürmek yükümlülüğünü üstlenmeye istekli olup olmadıkları tayin edecektir.” sh.98,99.

İslam medeniyetinin yeniden yükselmesini, İslam’ın ve Müslümanların tüm dünyaya ahlak ve adalet konusunda örnek olmasını istiyor muyuz?

Sosyal, siyasi, ailevi, insani ve ticari ilişkilerimizde ahlak ,adalet, hukuk, hakkaniyet çerçevesinde hakikate saygılı olmaya, bunları yaşamaya ve yaşatmaya hazır mıyız?

Bu konuda iradi bir tercih yapmaya hazırsak elbette bu mümkündür ve hiçbir beşeri zorbalık, hiçbir tağutî rejim hiçbir faşizm buna karşı koyamaz. Vesselam

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *