Dışarıdan bakılınca sanki bu şekilde insanlarımızın sadece yemek için yaşayan bir varlık konumuna geldiğini görüyoruz. Bir toplumun bu hale gelmesi ve/veya gelmesine zemin hazırlanması nasıl bir iştir? Nasıl bir tükeniştir? Anlamak kolay değildir…
Muhsin Ganioğlu / Her Taraf
Adı bile ahlaksızca. Herhangi bir şey serpildiği zaman o varlık yere yani ayak altına düşer. Bir gramında bile sayısız unsurun birlikteliği ve insanın emeği olan bir parça peynirin, bir dilim ekmeğin, bir kaşık balın “serpme” adının arkasında ayak altına alınır gibi değersizleştirilmesi nasıl iç parçalayıcı bir şeydir. Nimete hürmet nerede? Nerede yere düşen bir parça ekmeği öpüp başına koyan insanlar? Senin bahşettiğin/yarattığın nimeti kendisi yaratmış gibi heder eden bir duruma geldik. Affet Allah’ım
Geçenlerde bir alışveriş merkezindeki kafede garsonluk yapan yeğenimin anlattıkları karşısında adete şaşkına döndüm. Yeğenim, “Amca; çalıştığım kafede serpme kahvaltı veriliyor. Geliri yüksek olan insanlar prestij ve sadece birbirlerine gösteriş yapmak, kahvaltı masasıyla selfi çekmek veya sosyal medyada beğeni almak gibi sebeplerle bu tür kahvaltıları yapıyorlar. Sadece birkaç atıştırma yaptıktan sonra kalkıp gittiklerinde; servisini yaptığım et kavurmalarını, yumurtaları, balları, pekmezleri, lavaş ekmeklerini, peynir çeşitlerini, salataları çöpe döküyorum” dedi. Bunlara defalarca şahit olmanın kendisini kahrettiğini de ayrıca üzüntüyle ekledi.
Doğrusu ben de bu tür manzaralara görev sebebiyle gittiğim seyahatlerde kaldığım otellerde ve lokantalarda çokça rastladım. Toplumdaki hemen bütün siyasal ve sosyal kesimlerde; özellikle otel, lokanta ve kafelerde serpme kahvaltı, açık büfe yemek ve yemek öncesi istenmeden getirilen ara menü şeklindeki yeme alışkanlığının ileri boyutlarda savurganlığa ulaştığını gözlemlemek zor olmasa gerektir.
Dışarıdan bakılınca sanki bu şekilde insanlarımızın sadece yemek için yaşayan bir varlık konumuna geldiğini görüyoruz. Dedelerinin babalarının Çanakkale’de bir ekmeğe muhtaç şekilde savaştığını, kendimizin de belki 8-10 kişilik bir sofrada bir tek yemek türüne hep birlikte kaşık salladığımızı, geçmişte veya bugün bu gıdaları tüketemeyecek durumda olan milyonlarca insan olduğunu unutuyoruz. Bir toplumun bu hale gelmesi ve/veya gelmesine zemin hazırlanması nasıl bir iştir? Nasıl bir tükeniştir? Anlamak kolay değildir.
Bu tür israfların iki boyutu bulunmaktadır. Bir tanesi işletme sahiplerinin müşterilerini israfa sürükleyecek serpme kahvaltı gibi fix yemek menülerini adeta insanlara dayatması veya açık menü şeklinde sayısı belirsiz, çeşit veya miktardaki yemeği, içeceği sanki ayaklar altına alırcasına ortaya dökmesi ve bu şekilde onları aşırı tüketime ve israfa zorlayarak doğal olmayan bir haksız kazanç elde etme peşine düşmesidir.
Diğer boyutu da; hazcılık olarak adlandırılan aşırı tüketim isteği (hedonizm), ihtiyaç olmadığı halde gösteriş yapmak, diğer insanlar, akranları, arkadaşları karşısında güya küçük düşmemek veya onlara baskın çıkmak gibi sebeplerle çılgınca tüketimlerin yapılmasıdır. (züppe etkisi, gösteriş etkisi)
Konumuza lokanta, otel ve kafelerdeki aşırı tüketimle girdiysek de esas olan bunun da içinde olduğu israfa, aşırılığa kaçan nihai tüketim eğilimlerinin olduğunu gözden kaçırmamamız gerekir.
İnsanlığın en eski çağlarından beri hazcı aşırı tüketim, hep gündemdedir. Özellikle 20. Yüzyılda ve halen yaşamakta olduğumuz çağda da bu çılgınlık artarak devam etmektedir.
Sanayi devriminden sonra makinenin insan gücü yerine kullanılması, hemen her alanda üretim miktarlarını olağanüstü artırdı. Üretilmesine rağmen satılamayan/tüketilmeyen mal ve hizmetler, Batı ekonomileri başta olmak üzere bütün Dünyada tarihe “1929 dünya buhranı” olarak geçen büyük bir iktisadi krize sebep oldu.
Aşırı durgunluğun getirdiği ekonomik çöküntüyü insanlara daha fazla tüketim yaptırarak önlemek adına; başta karşılıksız para basmak ve tüketim kredisi gibi unsurlar olmak üzere ekonomiden, davranış bilimlerine, sosyolojiye, psikolojiye kadar her alanda her türlü girişim yapılarak, insanlığın tarihte eşi benzeri görülmemiş miktar ve türdeki tüketim çılgınlıklarına başlaması sağlandı. Özellikle kadınlar üzerinden tüketim alışkanlıklarının hızlı bir şekilde değişmesi temin edildi.
Buna bağlı olarak 20. yüzyıldaki nüfus artışlarıyla birlikte Dünyada bu defa aşırı talep (tüketim) oluştu ve bu talep, aşırı üretimi, aşırı üretim de daha fazla doğal kaynağın tüketilmesiyle neticelendi. Doğal kaynaklar sanki kendilerinden sonra başka insan yaşamayacakmış gibi sömürüldü, tüketildi. Ne yazık ki bu durum elan devam etmektedir.
Klasik iktisat teorisinde; kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu, ekonominin; sınırsız ihtiyaçların kıt kaynaklarla karşılanması çabası olduğu ifade edilerek, ihtiyaçların sınırsızlığı öne çıkarılır.
Elbette bu tez belirli bir seviyeye kadar doğruluk taşısa da “sınırsız ihtiyaç” saikiyle insanların gelirleri kadar “tüketme hakkını” kendilerinde görmeleri, esasen insan tabiatına uygun bir anlayış değildir. Nihayet insan sınırsız bir varlık değildir. İstekleri sınırsız olsa da ihtiyaçları da kendisi de mutlaka sınırlıdır.
Ayrıca aşırı gıda tüketimi sebebiyle günümüzde başta obezite olmak üzere kanserden, şeker hastalığına, kalp damar hastalıklarından zihinsel hastalıklara kadar bir çok hastalığın meydana geldiği herkesin bildiği bir gerçektir.
Aşırı tüketim davranışları geçmiş zamanlarda da bir çok toplumun çöküşünün en büyük sebebi olmuştur. Zenginlik ve refahtan şımaran, azgınlaşan ve sonu hüsranla biten bir çok toplum vardır.
Ülkemizdeki konuttan giyim ihtiyaçlarına, gıdadan binek araç ihtiyaçlarına kadar her türlü aşırı tüketime bakıldığında bunun en önemli sebebinin, maalesef hane halkının nihai tüketimini; kendi kazandıklarıyla ve tasarruflarıyla değil de daha büyük oranda tüketici/ihtiyaç, konut, otomobil kredilerine çok kolay erişerek yapması sebebiyle olduğu görülecektir.
Nihai tüketime kredi verilerek ekonominin canlandırılmaya çalışılması, fiktif (sanal, yalancı, sahte) talebe dönüşür, bu talep; karşılığında yeterince ürün bulamadığında anında fiyat artışı (enflasyona) olur.
Ekonomiyi soğutarak enflasyonu düşürmek için daha önce piyasaya verilen (sahte alım gücü) finansman, çeşitli para ve maliye politikalarıyla geriye çekilmeye çalışılır ve bu defa da yüksek enflasyonla birlikte piyasada durgunluk (stagflasyon) meydana gelir.
Fiktif talep, müteşebbisleri kapasite artırımına veya genişlemeye zorlar. Firmalar en küçük talep daralmasında bile ciddi nakit darlığına düşer, piyasa daralmasına ayak uyduramayan firmalar kendini yönetemez ve bilanço göstergeleri çok iyi olsa bile nakit açığı yüzünden aniden iflasla karşılaşabilirler.
Esasen kredi kartı veya krediyle nihai tüketimin fonlanması, hem hane halkı hem de toplum için bubi tuzağı gibidir. Nerede ne zaman ve nasıl patlayacağı, etki alanının ne olacağı ve ne kadar tahribat yapacağı bilinmez. Gerekli tedbirler alınmazsa bu durum sarmal şeklinde yılarca devam eder, fakirlik, gelir dağılımı eşitsizliği, servet temerküzü, sosyal ve siyasal şiddet gibi bir çok problem ortaya çıkar.
Tabi uzun zamanlardan beri “ne kadar çok nihai tüketim, o kadar çok vergi” anlayışıyla vergi gelirlerindeki en büyük payın, tüketim üzerinden alınan KDV ve ÖTV den oluşması da; ister borçla isterse öz kaynakla olsun nihai tüketimin sürekli teşvik edilmesine zemin hazırlamıştır. Buna bağlı olarak da toplumun tüketim alışkanlıklarında son 40 yılda önemli değişiklikler olmuştur.
Yanlış şehirleşme, kuraklık, tarım alanlarının sürekli azalması, tarımda istihdamın azalması gibi sebeplerle gıda üretimi artık çok daha riskli hale gelmiştir. Bu açıdan gelecek zamanların çok daha problemli olacağı nazari itibare alınarak özellikle büyük şehirlerde ve turizm bölgelerindeki otel, lokanta ve kafelerde israf boyutunda tüketime sebep olan serpme kahvaltı, açık büfe ve ana yemek öncesi ara yemek uygulamalarından süratle kaçınılması gerekmektedir.
Daha yaşanabilir bir ülke ve dünya için fert, toplum ve devlete düşen önemli sorumluluklar vardır. Sadece camilerde israf haramdır denilerek bu mesele çözümlenemez.
Hele de çok büyük bir deprem felaketi yaşadığımız, insanların bir şişe suya bile muhtaç olduğu bu zaman diliminde gıda ve diğer tüketimlerimizi daha dengeli yapmak daha çok paylaşmak durumundayız.
Önerilerimizi de sıralarsak;
– Devlet tarafından her türlü nihai tüketimin kredilendirilmesinin tedrici olarak azaltılması ve nihayetinde sonlandırması, ihtiyaçtan fazla üretime de fırsat verilmemesi, ihtiyaç olan verginin, KDV ve ÖTV yerine daha çok kazançlardan alınması, lokanta, otel ve kafelerde serpme kahvaltı, açık büfe ve ara yemek gibi uygulamalara çok esaslı sınırlamalar getirilmesi, özellikle ilk, orta ve lise eğitiminde beslenme dersleri konularak, çocuklarımıza gıdaların nasıl ve ne zorluklarla üretildiğinin, gıdalardaki yağ, protein, kalori, nişasta vb değerleri ve insanların yaşlarına göre yağ, kalori ve enerji ihtiyaçlarının ne olduğunun öğretilmesi gerekir. Bunun yanında aşırı tüketimin önlenmesi ve dengeli tüketimin özendirilmesi için yazılı ve görsel medyada çalışmalar yapılması da toplumun diğer kesimlerinin bilinçlenmesi açısından önem arzetmektedir.
– Fert ve toplum boyutunda ise; insan kendini kandırmadan ihtiyacım gerçekten nedir sorusuna cevap bulmalıdır. Aşırı tüketim konusunda başta kadınlarımız olmak üzere gelirimiz ne kadar çoksa o kadar tüketim hakkımızın olmadığını hiç akıldan çıkarmadan, arabamızdan evimizin büyüklüğüne, ev eşyalarından giysilerimize kadar her türlü tüketimde; bizzat kendimizde ve ailemizde aşırı tüketimi önleyecek her türlü zihinsel ve fiili çabanın sarf edilmesi, aile meclislerinde bu konu hakkında sürekli gündem oluşturulması, hele de ramazan iftarlarında aşırı tüketimlerden kaçınılması çok faydalı neticeler doğuracaktır.
Bu ve benzeri tedbirleri almak en başta bu nimetleri bize veren Allah’a, insana, gelecek nesillere, emek verene, varlığın kendisine karşı şükranın ve sorumluluğun bir gereği değil midir?
27.02.2023
Muhsin Ganioğlu
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *