“Bu eylemler karşısında “Müslümanca tutum” olarak belirleyebileceğimiz öznelik de, “tekil eylemin” kendisine değil, bu eylemi mümkün kılan geniş sistemler manzumesine yönelmek zorunda.”
Elif Zehra Kandemir / Perspektif.eu
İslam’a ve kutsallarına hakaret edildiği zaman Müslüman cemaatin tepkisi, genelde hakaretin kendisinden daha fazla gündemde oluyor. “Blasphemia/Blasphemy” olarak isimlendirilen dine hakaret pratikleri veya bunun da ötesine geçen ırkçı nefret eylemleri elbette geçtiğimiz hafta İsveç’te Rasmus Paludan isimli İslam düşmanının Kur’an-ı Kerîm yakmasıyla başlamadı. Ve ne yazık ki Paludan’ın eylemiyle son bulacak gibi de görünmüyor. Danimarka’daki karikatür krizi, etkilerini seneler boyunca hissettirdi. Yine Charlie Hebdo’ya yönelik korkunç saldırının ardından da benzer bir tartışma faslı açıldı. En yenilerde, geçtiğimiz sene Almanya’nın Hamburg şehrindeki bir cami önünde de Kur’an-ı Kerîm yakıldı.
İslam’ın temel kutsallarına ya da Müslümanlara yönelik nefret eylemleri zamanla daha farklı formlar da kazanıyor. Almanya’nın Minden şehrinde 2019 yılında bir saldırganın cami içerisine girip kutsal kitabımızı yırttığı ve failin hedefine ulaşmasını engellemek için burada anamayacağım türlü sapkınlıklar yaptığı saldırı da bu zincire bir şekilde eklemleniyor. İslam düşmanı failler, Müslümanların kutsallarını tam da onları yaralamak amacıyla, bile isteye yapıyorlar. Bir caminin avlusuna domuz kafası bırakırken olduğu gibi bu nefret failleri, mesai ve para harcayıp eylemlerine hazırlanıyorlar. Örneğin kasaba gidip para verip domuz kafası alıyorlar. Bir yerden Kur’an temin edip, randevu yapıp, hazırlanıp Kur’an yakıyorlar. İslam’ın kutsallarıyla bu saplantılı ilişki, esasen kriminoloji ile sosyal psikolojinin inceleyebileceği elverişli bir alanı teşkil ediyor.
Camiye Molotofla Kur’an Yakmak Arasındaki Benzerlik
Bu olayların ardından gelen tepki dalgasının da gösterdiği gibi bu hakaret ve nefret eylemleri, Müslümanların -ve aslında saygı içinde birlikte yaşamaya özlem duyan herkesin- hassas damarlarına dokunuyor ve tekil ya da kolektif olarak dünyanın birçok yerinden farklı Müslümanların ortaya koyduğu tepki biçimleri yeni bir tartışma faslı daha açıyor.
İslam düşmanı Paludan’ın eylemine dair tartışmayı çok uzun süre daha sürdürmek mümkün. Örneğin bu eylemin ifade özgürlüğü kapsamında mı olduğu sorusu, çok geniş bir tartışma konusu. Bu eylemin dine hakaret/blasphemy olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği, bundan hareketle ilgili ülkelerde dine hakaretin hukuki/tarihsel bağlamı ayrı bir tartışma konusu. Bu tarz eylemlerin “nefret suçu/hate crime” olup olmadığı, ceza hukuku kapsamına alınıp alınmaması gerekliliği ise tamamen başka bir tartışma konusu. Bütün bu tartışmalar farklı toplumların farklı siyasi kültürlerinde yine farklı yorumlanıyor. Oysa özetle bir camiye molotof kokteyli atmakla Kur’an yakmak arasında (binaya maddi zararın hukuki kapsamını bir kenara bırakacak olursak) çok da büyük fark yatmıyor: Her iki eylem de Müslüman cemaate sembolik bir mesaj veriyor ve onlara yönelik nefreti bir eylemle dışarı vurmuş oluyor.
Söylemlerin İzinde: İslam Düşmanı Söylemin Temel Mekanizması
Bu tarihsel tartışmanın yükünü bir tarafa bırakıp başlığa dönecek olursak: “Bırakalım da Kur’an mı yaksınlar?” Bu soruyu cevaplamak için senelerdir gündemde olan bu tartışmalı eylemlerin kendisini değil, bu eylemi mümkün kılan söylemin kendisinin izini sürelim. “Kur’an yakmak” eylemi etrafında kümelenen söylemi ikiye ayırabiliriz: İlki, İslam düşmanı söylemin kendisi. İkincisi ise, İslam düşmanı söylemin karşısında/içerisinde “özne” olmaya çalışan Müslüman birey ya da cemaatlerin itiraz/direniş formları.
İslam karşıtı ırkçı nefretin “bugün ve burada” oluşmadığı hepimizin malumu. Irkçılığın diğer formları gibi İslam karşıtı ırkçılık da tarihsel köklerle şekillenmiş durumda. Bu nedenle bu söylem karşısında Müslümanların “tepki”sini değil, birer “özne” olarak ortaya koyabilecekleri direniş formlarını tartışırken, “Kur’an yakmak”, “camiye saldırmak”, “başörtülü kadına tükürmek” gibi eylemlerin birbirinden kopuk, tekil vakalar olmadığını akılda tutmak zorundayız. Bu eylemlerin bütünü, oluştukları farklı kontekstlerde derin tarihsel sürekliliklerin, söylemlerin, güç ilişkilerinin bir sonucu olarak oluştu/oluşuyor. Dolayısıyla bu eylemler karşısında “Müslümanca tutum” olarak belirleyebileceğimiz öznelik de, “tekil eylemin” kendisine değil, bu eylemi mümkün kılan geniş sistemler manzumesine yönelmek zorunda.
İslam düşmanı söylem, Müslüman bireyle Müslüman kolektifi belli olumsuz etiketlerle bezeyip bu kurgulanmış “kimlik” üzerinden eşitsizliği (yeniden) üretmeye odaklanır. Dolayısıyla Kur’an yakmak eylemi, yalnızca Müslümanları “aşağılamak” gibi bir niyetle sınırlı kalmaz. Bunun ötesinde “İslam, tazim/saygı hak etmeyen bir dindir” önermesini dimağlarda tahkim etmeyi hedefler. Bu tarz bir eylem, İslam’ın kutsallarına atfedilen değeri tersine çevirmeye ve bu değeri verenlerin bu kimlikle özdeşleşmeye devam etmesini engellemeye odaklanır. Bununla birlikte Müslüman cemaatin bu süreci yönetim şekli, sadece İslam karşıtı ırkçı eylemlerin niyetine odaklanıp salt buraya yönelik mevcudiyet göstermekle sınırlı kalırsa, senelerdir yaşadığımız kısır döngülü tartışmaların içerisinden yine çıkamaz hâle geliriz. Bu nedenle Müslüman bireyin “özne” oluşuna giden yol, bu İslam karşıtı söylemi aşıp, Müslümanların kendi ihtiyaçlarını merkeze alan, bu ihtiyaçları gidermeye odaklı bir strateji geliştirmeye yönelmelidir.
Müslüman Öznenin Irkçı Nefret Karşısında (Yeniden) Kurulması
Irkçı nefret Müslüman ferdi “saygıyı hak etmeyen kişi” olarak kurgulamaya çalıştığında, Müslüman özne bu ırkçı söylem içerisinde “saygıyı hak etmeyen varlık” olarak kurulur. Irkçı söylemin içerisinde ve sadece bu sınırlar içerisinde hareket etmeyi seçen Müslüman fert, bu söylemin dinamikleriyle, tanımlarıyla, etiketleriyle kendi elini kolunu bağlamış olur. Bu nedenle de Müslüman öznenin, ırkçı söylem zemininden kopması, oradan uzaklaşması, kendisini yeniden kurgulaması daha makul bir çözüm gibi gözükmektedir.
Müslüman birey, çatışma üreten İslam karşıtı söylemin kendi mekanizması içerisinde hareket ettiği müddetçe özne konumuna gelmesi, kendi ihtiyaçlarını gidermenin sorumluluğunu alması hayli zor. Bu, İsveç’te yakılan Kur’an örneğinde şu demek: Kur’an yakıldığında Müslüman özne, kendi odağını İsveç’e, Kur’an yakan şahsa ya da bu eylemin mümkün kılındığı bağlama çevirip buralara kızmakla ilgilenmez/ilgilenmemelidir. Bütün bu ırkçı nefret eylemleri, “Müslüman özne”nin kuruluşuna bir kaynak teşkil etmez/etmemelidir. Zira bunun yerine bu eylemin Müslüman öznede doğurduğu kolektif duygular, bu duyguların arkasındaki ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları yine Müslüman cemaat içerisinde giderme stratejileri daha yapıcı bir bağlam sunmaktadır.
Örneğin ekranlarda, üzerinden duman çıkan Kur’an görüntülerini gördüğümüzde duyduğumuz öfke (Müslümanların kolektif duygusu), Müslümanlar olarak bizi bu duygunun arkasındaki ihtiyacımıza (saygı, kabul ve barış) götürür. “Müslüman özne” tam da bu andaki tercihlerimizle şekillendir: Menfur eylemlere yıkıcı öfke duymakla harcayacağımız zaman ve enerjiyi, bu ihtiyaçlarımızı gidermenin stratejilerine harcayarak Müslüman özneyi inşa etmeye başlarız. Müslüman cemaat olarak Kur’an yakan adama küfretmek, tükürmek, bağırmak, ona zarar vermeyi istemek gibi isyan enerjisini, yine kendi cemaatimiz içerisinde -Kur’an’ın yakılmasıyla sarsılan- saygı, kabul ve barış ihtiyacımıza çeviririz. Bu ihtiyaçlarımızı gidermek için camilerimizde yeni ortamlar, platformlar, çalışmalar, alanlar kurarız. Müslüman öznelerin ırkçı söylem içerisinde değil, onun tamamen dışında var olabileceği, beslenip büyüyebileceği, çoğalıp zenginleşeceği ortamlar inşa ederiz. İslam karşıtı ırkçı söylemi de bu şekilde, içerisinde Kur’an yakarak bizi incittiğini var sayan insanlarla birlikte yalnız bırakmış oluruz. Kınayanın kınaması, hakaret edenin hakareti, inciticinin yaralaması bize böylece ulaş(a)mamış olur.
Bu yazının sorusuna yeniden dönersek: “Bırakalım da Kur’an mı Yaksınlar?”
Müslüman özne, her hakarete laf yetiştirerek değil, hakareti üreten sistemlere direnmekle kurulur. İş burada da bitmez, bu yaşamın salt bir direniş ve mücadele arenası değil, aynı zamanda yeşillenmek için bizden emek bekleyen verimli bir tarla olduğu bilinciyle barış ve esenlik alanlarını aktif olarak inşa etmekle kurulmaya, güçlenmeye devam eder. Biz bırakalım da ırkçı söylemin muktedirleri kendi “Müslüman heyulalarıyla” savaşmaya devam etsin. Biz başkasının nefretle şekillendirdiği tasavvurlarla savaşmak yerine, kendi özlediğimiz hayatın öznesi olarak kendimizi yeniden kuralım. Biz bu söylem içinde özneleştikçe, İslam karşıtı ırkçı söylemin iktidar pratikleri bize ulaşmayacak bile.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *