Bir yönetim şekli olarak Cumhuriyetin ne olduğu, demokrasi kavramı ile farkının olup olmadığı, İslamileştirilip İslamileştirilemeyeceği gibi konularda sağlıklı bir yaklaşım sergileyebilmek için, kavramın doğup geliştiği coğrafyada hangi anlamları karşılamak için kullanıldığında dikkat etmek gerekir.
Latince’de ‘kamuya ait şey’ ya da ‘halkın malı’ anlamına gelen “Res publica” teriminden türetilen ve Fransızca’ya république, İngilizce’ye ise republic olarak geçen Cumhuriyet, en genel manada “halkın yönetimi” olarak tarif edilebilir. Tanımı noktasında farklı görüşler bulunan cumhuriyet idaresinin, genellikle “tek kişinin yönetimi” olan monarşinin zıddı olduğu kabul edilmiştir. Bütün cumhuriyetlerde, en azından teoride, ‘cumhur’un iradesi egemendir. Cumhur ise ‘çoğunluk’ anlamında halka (ya da millete) tekabül eder. Bu anlamda, cumhuriyet kavramının ‘halk iradesinin’ tecelli ettiği demokrasi kavramıyla yakın alakası vardır.
Cumhuriyet, Arapça kökenli cem-her-re kökünden türetilmiş bir kelimedir. Kelimenin kök anlamı ‘bir araya getirme’ ya da ‘toplama’dır. Cumhur, bir araya gelmiş ‘çoğunluk’ ya da toplu halde bulunan halk, ‘cumhurî’ ise cumhura yani halka mahsus şey demektir. Ancak Arapça’da ‘cumhuriyet’ şeklinde bir form yoktur. Cumhurî kelimesinin sonuna ‘-yet’ eki getirilerek oluşturulmuş olan ‘cumhuriyet’ terimi, ‘özel’ bir icat olarak görülmelidir. Bu, tıpkı Arapça’da ‘hürriyet’ gibi bir formun olmamasına benzer. Bu icadı Aydınlanma’dan etkilenen Osmanlı münevverleri yapmışlar ve Aydınlanmanın eril kavramlarından olan ‘özgürlüğün’ anlam içeriğini Osmanlıca’ya aktarmak için Arapça ‘hurr’ kelimesine ‘-yet’ eki getirerek ‘hurriyet’ kavramını türetmişlerdir. Cumhuriyet kelimesi de aynı kaygılarla türetilmiştir. Aydınlanma düşüncesini ithal etme kaygısı taşıyan kesimler, bu terimi özel olarak icat etmişler ve ideal yönetim biçimi olarak benimseyip savunuculuğunu yapmışlardır.
Bir yönetim şekli olarak Cumhuriyetin ne olduğu, demokrasi kavramı ile farkının olup olmadığı, İslamileştirilip İslamileştirilemeyeceği gibi konularda sağlıklı bir yaklaşım sergileyebilmek için, kavramın doğup geliştiği coğrafyada hangi anlamları karşılamak için kullanıldığında dikkat etmek gerekir. Bu yapılmadığında, bu tür ‘tartışmalı’ kavramların anlam içeriğini yakalama çabaları genellikle sonuçsuz kalacaktır. Zira her grup, kavramın içerisine kendi meşrebine uygun anlamı pompalamaya çalışacak ve sonuçta özel ve yanlı değerlendirmeler kavramın anlam içeriğini belirleyecektir. Dolayısıyla, yanlış çıkarımlarda bulunmamak için öncelikle kavramın doğduğu antik Yunan’daki anlamların irdelenmesi yararlı olacaktır.
Bilindiği gibi Yunan site devletlerinin yönetim tarzları farklı dönemlerde farklı şekillerde olabilmiştir. Oligarşi, demokrasi, aristokrasi, monarşi, tiranlık, despotizm gibi idare şekilleri Yunan site devletlerinin denedikleri idare şekilleridir. Eflatun, Devlet (Republic) adlı kitabında, iyi ve kötü yönetimin esaslarını belirlemeye çalışmış; ideal yönetimi, ahlaki reformculuğu esas alan, bilge-kralın idaresindeki sofokrasi olarak tanımlamıştır. Ona göre devleti koruyan saygın muhafızların yozlaşmasıyla oluşan timokrasi, zenginlerin diktatoryası olan oligarşi, oligarşinin yozlaşmasına halkın gösterdiği tepkinin sonucu kurulan demokrasi ve demokrasinin yozlaşmasının bir ürünü olan tiranlık, ideal yönetim olamazlar. Çünkü bunların her biri siyasanın farklı evrelerindeki çürümelere karşılık gelen idare tarzlarıdır.
Aristo ise, Politika adlı kitabında bütün bu yönetim şekillerini ayrıntılı olarak incelemiş, iyi ve kötü yönlerini tahlil etmiş ve iyi yönetimin kriterlerini belirlemeye çalışmıştır. Eflatun gibi idealize edici bir yaklaşımı olmayan Aristo’ya göre ise, temel ilkesi erdem olan aristokrasi iyi yönetim için gereklidir. Demokrasi ve oligarşinin iyi yönlerini birleştiren politea da, özgürlük ve zenginlik gibi orta sınıfa özgü değerlerin olumlu işlev gördüğü bir yönetim tarzı olarak benimsenebilir. Politea bozulduğunda demokrasi ortaya çıkar. Yani demokrasi, mutlak manada ‘iyi’ bir sistem değildir. Burada şu hususun altını çizmek gerekir ki, antik dönem Yunan düşüncesinin baskın eğilimi, ‘erdem’ ve ‘iyi’ kavramları temelinde bir ‘ideal’ yönetim arayışı olduğu için, halk iradesini baz alan yönetim tarzlarıyla ilgili analizler, Rönesans’tan sonra yapılan değerlendirmelerden farklıdır. Her ne kadar Aristo demokrasinin iyi yönleri olduğunu ifade etmesine rağmen, ideal model olarak demokrasiyi göstermemiştir.
Cumhuriyet kavramı ise daha nötr bir içerikle ve halk adına kamu tüzel kişiliğini temsil eden ‘devlet’i karşılayacak şekilde kullanılmıştır. Avrupa tarihinde Cumhuriyet kavramının bugünkü anlamına yakın kullanımının ilk emarelerini ancak Jean Bodin’in Cumhuriyet’in Altı Kitabı (1576) adlı eserinden sonra görebiliyoruz. Kavram, Aydınlanma ile birlikte ve özellikle de Fransız Devrimi’nin etkisiyle ‘halk iradesinin tecelli ettiği bir yönetim biçimi” anlamında yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır. Bunun nedeni açıktır: Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte, insan, doğa ve varlıkla ilgili genel kabuller değiştiği için, ideal yönetim şekli konusundaki anlayışlar da değişmiştir. Hümanizm ve rasyonalizmin etkisiyle ‘insan’ (human) bizatihi değer haline gelince, ‘rasyonel’ ve ‘özgür’ bireyin tercihleri belirleyici hale gelmiş, sonuç itibarıyla da bu bireylerin ‘genel iradesi’nin siyasal rejimi belirlediği idare şekli kabul görmüştür. İşte bu yönetim şeklinin genel adı, ‘demos kratos’un (yani halkın iradesinin) tecelli ettiği ‘cumhuriyet’tir.
Nitekim Montesquieu Kanunların Ruhu adlı kitabında, yönetim şekillerini cumhuriyet, monarşi ve despotizm olarak üçe ayırırken, ulusun tümünün ya da bir parçasının yönetimi elinde bulundurduğu yönetim biçimi olarak cumhuriyeti diğerlerine yeğlemektedir. Aristokrasi ve monarşinin düşmanı olan Rousseau ise, Toplum Sözleşmesi adlı eserinde, açıkça ideal yönetim biçimi olarak cumhuriyeti önermektedir; çünkü ona göre, özgür bireylerin tercihlerini temsil eden ‘genel irade’nin tecelli edebileceği tek yönetim tarzı cumhuriyettir. Bu yüzden, halkın değil belirli bir azınlığın ya da tek bir kişinin iradesinin egemen olduğu yönetim tarzları, Aydınlanma’dan sonra giderek ortadan kalkmış ya da işlevsizleşmiştir. Bu tarihsel gerçeklik, cumhuriyet ile demokrasi kavramları arasındaki benzerlikleri (ya da farklılıkları) tartışmak için de iyi bir zemin sunmaktadır.
Malum olduğu üzere, demokrasi ve cumhuriyet kavramları arasındaki ilişki öteden beri tartışılmıştır. Bir grup demokrasi ile cumhuriyetin aynı şey olmadığı konusunda ısrarcı iken, diğer grup ‘işlevler’ acısından bakıldığında iki kavramın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini savunmuştur. Görüş farklılığının nedeni, kavramlara anlam yüklerken kullanılan ölçütlerin farklı olmasıdır. Kimileri, ‘devlet başkanının göreve geliş yöntemini’ baz alırken, kimileri de ‘egemenliğin kaynağı’ ölçütünü esas almıştır. İlk yaklaşımın ısrarlı savunucularından Leon Duguit’e göre, devlet başkanının veraset usulüyle (ırsi olarak) göreve gelmediği bütün sistemler cumhuriyet olarak adlandırılabilir. Cumhuriyetin demokratik olabileceği gibi mutlak veya despotik de olabileceğini savlayan bu yaklaşımın savunucuları, İngiltere, Japonya, Belçika gibi ülkeleri tezlerinin ampirik kanıtı olarak göstermekte ve demokrasiyle yönetilen bu ülkelerin cumhuriyet değil ‘monarşi’ olduğunu savunmaktadırlar.
İkinci yaklaşımda ise, demokrasi ve cumhuriyet kavramları arasında yakın ilişki kurulur. Bu yaklaşımın en ısrarlı savunucularından Maurice Duverger, seçimler yoluyla halk iradesinin tesis olunduğu bütün rejimleri cumhuriyet olarak niteler. Duverger, İngiltere gibi sembolik bir krala sahip ülkelerin de ‘cumhuriyetçi monarşiler’ olarak tanımlanabileceğini söylemiştir. Tabiatıyla bu iki görüşün Türkiye’de de savunucuları olmuştur. Nitekim son yıllarda “İkinci Cumhuriyet” kavramı etrafında yaşanan tartışmaların özünde de aynı yaklaşım farklılıkları vardır. Mehmet Altan’ın öncülük ettiği grup, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını birbirinden ayırıp demokrasi temelinde yeni (yani ‘ikinci’) bir cumhuriyetin tesis olunmasını önerirken, bu iki kavramı özdeşleştiren ve çoğunlukla kurulu düzenin ideolojik jargonuyla hareket eden çevreler, bu öneriye şiddetle karşı çıkmışlardır. Anayasa Mahkemesi de, konuyla ilgili içtihatlarında ikinci yorumu benimsemiş ve cumhuriyet ve demokrasi kavramları arasında yakın bir ilişki kurmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, ilk görüşün savunucularının ampirik kanıt olarak sundukları ülkelerin ‘gerçekten’ bir monarşi olarak görülüp görülemeyeceğidir. Bilindiği gibi monarşi, Yunanca ‘tek şef’ anlamına gelen ‘monos archos’ kelimesinden türemiştir ve tek kişinin egemenliği anlamını karşılamaktadır. Monarşilerde, bütün iktidar monarkta toplanır ve onun onayı olmadan bir yasanın geçerlik kazanması mümkün değildir. Gerçi bazı monarşilerde kral yerleşik adetlere veya yasalara göre de ülkeyi yönetebilir; ancak bunun bir garantisi yoktur. Zira kral dilediği zaman bu yasaları çiğneyebilir veya değiştirebilir. Dolayısıyla, monarşi idaresinde, kral, aslında ‘egemen kişi’dir (sovereign) ve bu egemenlik sembolik değil ‘reel’dir. Ancak bugün hâlâ bir kralı bulunan (İngiltere gibi) ülkelerin durumu böyle değildir. Bu ülkelerde kral (ya da kraliçe) egemenliği elinde bulundurma bakımından hakikaten semboliktir. Örneğin İngiltere’de kral veya kraliçe, Avam Kamarası’nın (yani millet iradesinin) üzerinde bir egemenlik iddiasında bulunmamakta ve Avam Kamarası’ndan geçen yasaları onaylamaktadır. Nitekim krallığın iptal ettiği en son yasa tasarısı 1708 tarihlidir. Bu durum, demokratik sistemle yönetilen ancak krallığın mevcut olduğu Avustralya, Belçika, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda’da da farklı değildir. Bu ülkelerde de monarşinin halkın iradesi üzerinde fiili bir gücü yoktur.
İşte burada şu soru sorulmalıdır: Aydınlanma tecrübesi yaşayan ülkelerin bazılarında niçin krallık sembolik olarak korunduğu halde, diğer demokrasilerde buna gerek görülmemiştir. Bu, açıktır ki, o ülkelerin kendi özel şartlarıyla ilgili bir durumdur. Fransız Devrimi’ni model alan ülkelerde krallığın bütünüyle kalktığı görülürken, ‘İngiliz etkisi’nin hissedildiği ülkeler monarşinin sözde devamında bir sakınca görmemişlerdir. Bu durum, tıpkı Muaviye’den sonra (veya Hilafet’in resmen ve fiilen ilga edildiği 1258 yılından sonra), farklı coğrafyalardaki Müslüman idarelerin Halifelik iddiasını sürdürmelerine benzer. Bunların en meşhuru da Osmanlı idaresidir. Osmanlılar 1517 yılından sonra ‘gerektiği hallerde’ Sultan’ın hilafet makamını da temsil ettiğini söylemişlerdir. Buradaki amacın Müslümanların desteğini almak olduğu bellidir. Ancak bu yönetimin gerçekten bir ‘Hilafet’ olup-olmadığı hep tartışılmıştır ve çoğunlukla da ‘sembolik’ olduğu ifade edilmiştir.
Dünya üzerinde birçok coğrafyada uzantıları bulunan Birleşik Krallığın (Common wealth) da kraliyet makamını benzeri bir amaçla ilga etmediği açıktır. Dolayısıyla, sembolik monarşinin hüküm sürdüğü ülkelerde, gerçek manada bir monarşinin olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu ülkelerin tamamında ‘halkın iradesi’ parlamentolar aracılığıyla yönetime yansımaktadır ve sembolik krallık da bu noktada fiili müdahalede bulunmamaktadır. Bu nedenle, bu ülkelerin rejimi konusunda bir adlandırma yapılırken şekilden çok içeriğe önem verilmelidir. Böyle bir değerlendirme yapıldığında da Duverger’in yaklaşımın daha isabetli olduğu söylenebilir.
Ayrıca tanımsal zorluğu aşmak için kök-anlam yönteminden de yararlanmak mümkündür. Cumhuriyet, son tahlilde, terimsel anlamı itibarıyla ‘çoğunluk idaresi’ demektir ve içeriği belirleme noktasında bu manaya bağlı kalınmalıdır. Buna göre, bir yönetimin cumhuriyet olarak adlandırılması için, tek kişinin, bir çıkar grubunun, bir sınıfın, erdemliler topluluğunun, teknokratlar idaresinin değil, ancak ‘çoğunluk idaresi’nin belirleyici olması gerekir. Dolayısıyla, yönetime ırsi olarak değil seçimle bile gelse, bir diktatörün, despotun ya da tiranın egemenliğindeki bir yönetime cumhuriyet denilmesi mümkün değildir. Çünkü burada çoğunluğun değil o diktatörün, despotun, tiranın (ya da bir başka azınlığın) iradesi egemendir. Bu bakımdan, Leon Duguit’in ısrarla savunduğu ve yönetimin ırsî yoldan devr alınmadığı ama idare yetkisinin tek bir kişide ya da bir toplulukta olduğu her hangi bir yönetimin cumhuriyet olarak adlandırılabileceğini savunan yaklaşımı isabetsizdir.
Peki ‘çoğunluk iradesi’ nasıl tecelli edecektir? Burada Batı demokrasileri, Rousseau’nun ‘genel irade’ kavramının muğlaklığından kurtulmak için % 51 kuralını (kaçınılmaz olarak) getirmişlerdir. Uygulamada bazı farklılıklar olsa da, Batı demokrasilerinde ‘çoğunluk iradesi’ni belirleyen ölçüt sayısal çoğunluktur. Bu yüzden, bir cumhuriyet idaresinde, eşit haklara sahip vatandaşların sayısal çoğunluğunun iradesi, fiilen ‘halkın iradesi’ne karşılık gelir.
Bu noktada Aydınlanma döneminden sonra Batı yönetim tarzlarında görülen değişiklik eğiliminin üzerinde durmak da yararlı olacaktır. Malum olduğu üzere, hümanizm ve rasyonalizm kavramlarının benimsendiği Aydınlanma tecrübesinden sonra, Avrupa’daki krallıkların önce meşruiyeti sorgulanmış, ardından da monarşiler giderek zayıflamış ya da tümüyle ortadan kalkmıştır. Fransız Devrimi’nden sonra hız kazanan eğilim, Dünya Savaşı’ndan sonra zirve yapmış ve demokratik sistemin uygulandığı birçok devlet, savaşın ardından anayasalarını değiştirip krallık idaresini resmen kaldırmışlardır.
Burada sorulması gereken soru da şudur: Bu devletlerin bu yönde bir eğilime girmelerini hangi ‘dinamik’ sağlamıştır? Bir başka ifade ile, bu eğilimin yönü niçin krallıkların kaldırılması yönünde olmuştur da, örneğin krallıklara dokunulmaması ya da bunların güçlendirilmesi yönünde olmamıştır? Bu sorunun basit cevabı, Aydınlanma düşüncesinin temel kavramlarıyla alakalıdır. Özgürlük, insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşitlik, demokrasi gibi kavramların biçimlendirdiği bir dünya görüşünün, millet iradesinin tecelli ettiği bir yapının dışında her hangi bir kuruma, kişiye veya organa sahici bir değer atfetmesi mümkün değildir. Bütün Avrupa devletlerinde (ve daha sonra Avrupa etkisine maruz kalan dünyanın diğer bölgelerinde) parlamentoların yasa yapma yetkisine sahip bir kurum olarak yaygınlaşmasının nedeni işte budur. Hatta bu konuda İngiltere’nin Fransa’dan daha ‘tecrübeli’ olduğu da bir vakıadır. İngiltere, kraliyet kurumunu sembolik olarak korumuştur ancak parlamento deneyimi Fransa’dan daha eskidir. Nitekim kraliyet kurumu, 18. yüzyılın başından bu yana parlamentodan geçen yasaları veto edememiştir. Krallığı sembolik bir kurum olarak devam ettiren ülkelerde de durum bundan farklı değildir. Bu, şunu gösterir: ülkelerin özel şartlarının gereği olarak bazı kurumlar sembolik varlıklarını korusalar bile Aydınlama’dan sonra ‘eski’ kurumların giderek ortadan kalkması eğilimini belirleyen, değerler ve temel kavramlar noktasında yaşanan değişimdir.
Yani artık Avrupalı’nın dünya görüşü değişmiştir. Değişen dünya görüşüne paralel olarak da, Avrupalı’nın siyasal tercihleri değişmiştir. Aydınlanma’nın özgür bireyi, artık monarşi yönetimini savunamaz. Onun idealindeki yönetim ‘halk iradesi’nin tecelli ettiği bir idaredir. Bunun adının demokrasi veya cumhuriyet olması da çok önemli değildir. Önemli olan, ‘özgür birey’lerin iradesinin siyaset alanına yansımasıdır. Demokrasi kavramının, modern siyasi düşünceye damgasını vurmasının nedenini de işte burada aramak gerekir.
Tanımsal tartışmayla ilgili bir başka nokta da yirminci yüzyılda Müslüman dünyasında kurulan bazı rejimlerin kendilerini ‘cumhuriyet’ olarak tanımlamasıyla ilgilidir. Tarihte hiçbir Müslüman yönetim kendisini ‘cumhuriyet’ olarak nitelememesine rağmen, yirminci yüzyılda Müslüman dünyasında kurulan ‘ulus-devletler’in önemli bir kısmı bu sıfatı kullanmışlardır. Bazı ülkeler kavim özelliklerini de anarak kendilerini cumhuriyet olarak tanımlarken (örneğin Mısır Arap Cumhuriyeti) bazıları herhangi bir sıfat kullanma ihtiyacı duymadan doğrudan ‘cumhuriyet’ olarak anılmayı tercih etmişlerdir (örneğin Türkiye Cumhuriyeti). Bu ülkelerin sömürgeciliğin etkisiyle kuruldukları yahut Aydınlanma düşüncesinden etkilendikleri için rejimlerine ‘cumhuriyet’ adını verdikleri açıktır. Bunların dışında başka bazı ülkeler vardır ki bunlar da kendilerini ‘İslam cumhuriyeti’ olarak nitelemektedirler (Örneğin İran, Pakistan ve Afganistan). Ancak bilindiği gibi bu rejimlerin kurulma süreçleri, kendilerini Batılı manada cumhuriyet olarak niteleyenlerden farklıdır. Bu rejimler, ‘cumhuriyetçi’ kaygılarla kurulanların aksine, ‘İslamî’ taleplerin şu veya bu ölçüde etkili olduğu süreçlerin sonunda kurulmuşlardır. Bunların içinde de İran’ın özel bir yeri vardır. Kurucu irade, Batılı değerleri topluma yerleştirmek isteyen Şahlığa karşı İslamî değerleri baz alarak bir Devrim yapmış ve ardından İran İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Buradaki soru şu olmalıdır: İran’da kurulan rejim gerçekten bir ‘cumhuriyet’ midir? Değilse bu ismin rejimin adı olarak kullanılmasını nasıl değerlendirmek gerekir? Açıktır ki Devrim’i gerçekleştiren kurucu irade, ‘cumhurun iradesi’nin her türlü iradenin üzerinde olduğu düşüncesiyle bu ismi benimsememiştir. Çünkü hem teoride hem de pratikte, İran’da cumhurun (ya da halkın) iradesi ‘mutlak egemen’ değildir. İran’da egemen olan yasa (Caferi mezhebine göre olsa da) Şeriat’tır. Anayasasında da bu hüküm mevcuttur. Meclis’in Şeriat’a aykırı olmamak kaydıyla bazı konularda yasa çıkarma yetkisine sahip olması da bu durumu değiştirmez. Peki buna rağmen, bu ülkenin resmi adı niçin ‘cumhuriyet’ olarak benimsenmiştir. Burada ‘cumhuriyet’ adının ‘devlet’ teriminin karşılığı olarak kullanıldığı söylenebilir. Nitekim uygulama da bunu doğrulamaktadır. Ancak sorun, bununla çözülmüş olmamaktadır. Zira bu ismin çağrıştırdığı başka anlamlar vardır ve yirminci yüzyılda çoğunlukla da bu anlamlar belirleyici olmaktadır. Nitekim Osmanlı’nın son döneminde zihniyeti ‘cumhuriyetçi’ değerlerle yoğrulmuş kurucu kadro, Saltanat’ı yıktıktan sonra kurdukları rejimin adını, başka her hangi bir sıfata ihtiyaç duymadan sadece ‘cumhuriyet’ olarak koymuştur. Türkiye deneyimi bu açıdan önemlidir. Müslümanlar da bu tür ‘sorunlu’ kavramları kullanırken dikkatli olmalıdır. Üstelik ‘cumhuriyet’ kelimesini kullanmanın zorunlu olmadığına (en azından sadece ‘devlet’ tabirinin kullanılabileceğine) dair aynı dönemde örnekler de vardır. Bunların içerisinde de en meşhuru Amerika Birleşik Devletleri’dir (United States of America). Bu ülke, resmi adında ‘demokrasi’ gibi bir kelimeyi kullanmamasına rağmen, pek çokları için dünyanın en ileri ‘demokrasisi’dir. Cumhuriyet de öyle ‘masum’ bir kavram değildir. O nedenle Müslümanların kurduğu bir rejimin adını Cumhuriyet olarak koymak doğru bir yaklaşım değildir.
Peki İslamî yönetim tarzı için hangi sıfatı kullanmak gerekir? Bu yönetimin adı ‘hilafet’ midir, ‘emirlik’ midir, ‘sultanlık’ mıdır? Ya da İslamî yönetime yeni bir ad mı bulmak gerekir? Bu konudaki tartışmanın kökleri İslam’ın ilk dönemlerine kadar gider ama bu tartışmaya geçmeden önce özellikle tartışmada bazılarının kullandığı ‘özür dileyici’ üslup üzerinde durulmalıdır. Müslüman dünyası, bilhassa 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Aydınlanma düşüncesinin etkisinde kalmıştır ve modernitenin iddialarına cevap verme kaygısı taşıyanlar bile çoğunlukla moderniteden etkilenmişlerdir. Bu etki, İslamî yönetimin mahiyeti ile ilgili tartışmalarda da görülmektedir. Nitekim Ali Abdurrazık’ın 1925 yılında yazdığı İslam ve Hükümet adlı eseri, bu etkinin en somut ilk örneklerinden biridir ve bu kitaptaki söylem ve dile getirilen iddialar, sonraki ‘modernist’ tezlerde de tekrarlanmıştır. Buna göre, siyaset, dini değil dünyevi bir kurumdur; dünyevi bir kurum da özünde vazgeçilmez değildir. O halde asırlardır varolan ama özü itibarıyla dini olmayan bir kurum olarak Hilafet, ilga edilebilir; hatta yerine demokrasi, cumhuriyet gibi bir başka beşeri model de benimsenebilir! Bu söylemde dikkat edilmesi gereken şey, Hilafetin ilga edilebileceğiyle ilgili görüşün isabetli olup olmadığı değil, bizzat söylemin kendisidir. Bu söylem ‘özür dileyici’dir; yani bir ‘etki’ye işaret etmektedir ve o etki de Batı-kaynaklıdır. Kısacası bu söylemde hakim ideolojiye ‘uygunluk’ kaygısı belirleyicidir. Dolayısıyla bu söylemin hakikate ilişkin bir değer taşıması mümkün değildir. Etki ortadan kalktığında bu söylem de ortadan kalkacaktır. Modern etki altında kalarak ortaya atılan bütün görüşler için de aynı şeyi söylemek mümkündür. “Din bilimle çelişmez”, “asıl özgürlük İslam’dadır”, “demokrasi İslam’la bağdaşır”, “Müslüman önce birey olmayı öğrenmelidir” gibi ifadeler, savunmacı, ‘özür dileyici’ söylemin örnekleridir ve herhangi bir kıymet-i harbiyeleri de yoktur. İslam’ın bir cumhuriyet idaresi olduğuna, Dört Halife dönemindeki yönetimin bir cumhuriyet olarak nitelendirilebileceğine dair iddialar da aynı kategoride değerlendirilmelidir.
Tartışmanın diğer boyutuyla ilgili olarak ise şunlar söylenebilir: Hz. Peygamber döneminde Arabistan’ın büyük bir bölümüne yayılan siyasal egemenlik alanı için herhangi bir isim kullanılmamıştır. Halifeler döneminde de sınırları belirli bir coğrafya üzerindeki siyasal erki karşılayacak bir ismin kullanılmadığı bilinmektedir. Sadece Dört Halife için ‘Emir’ul-Müminin’ veya ‘Halife-i Rasulullah’ ifadeleri kullanılmıştır. Muaviye’den sonraki yöneticiler için ise çoğunlukla ‘melik’ veya ‘sultan’ ifadeleri tercih edilmiştir. Dolayısıyla orijinal İslamî yönetimin uygulandığı ilk dönemde siyasal erk alanını tanımlamak için (bugün olduğu gibi) özel bir isim koyma yaklaşımının bulunmadığı açıktır. Burada yapılan iş (emr) önemlidir ve siyasal erki temsil eden kişiye de bu yüzden çoğunlukla Emir’ul-Müminin denilmiştir. Ancak bu noktada Ali Abdurrazık’ın düştüğü yanılgıya düşmemek gerekir. Emir’ul-Müminin, kurulu bir siyasal erkin var olduğu bir vasatta müminlerin işleriyle uğraşmaktadır. Yani hem bir siyasal erkin temsilcisidir hem de o erk adına umurun işleriyle ilgilenmektedir. Dolayısıyla, tesis edilmiş bir ‘hakimiyet’ olmadan, yapılan işler üzerinden bir yönetim veya siyasal rejim tanımı yapılamaz. Zira siyasal erk ya da ‘hakimiyet’ olmadan, umurun işlerini yapmak da mümkün değildir. Mesele ‘hakimiyet’ olunca da, “hüküm Allah’ındır” ayeti gereğince hareket etmek elzem olacaktır. Dolayısıyla Abdurrazık’ın dediği gibi beşer ürünü başka rejimlerin de (örneğin demokrasinin) pekala bir İslamî rejim olarak görülebileceği iddiası bu açıdan yanlıştır. Çünkü demokrasilerde (veya cumhuriyet yönetimlerinde) halkın iradesi, İslamî yönetimde ise Allah’ın iradesi belirleyicidir. Bu ikisini te’lif etmek de mümkün değildir. İslamî yönetimde halk, Allah’ın iradesine teslim olmak zorundadır. Onun iradesinin üzerinde hiçbir irade veya güç olamaz. Demokrasilerde ise, halkın iradesi, özgür bireylerin iradesidir ve kayıtlanamaz. Bu yüzdendir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin meclisinde “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi yer almaktadır. Bu iradenin ‘kayıtsız’ olması, temelde hümanizmin ‘insan’a bakışından kaynaklanır. Hümanizme göre, insan bizatihi bir ‘değer’dir ve değer vazetmeye de yetkilidir. Onun üzerinde başka hiçbir güç ‘değer’ vazedemez. Buna Tanrı da dahildir. Bu insan, hakikati, ‘aklıyla’ araştıracak ve bulacaktır. Burada ona yardım edecek olan ise ‘bilim’dir. Dolayısıyla zihniyetini hümanizm ve rasyonalizmin belirlediği bu insan için, doğal olarak “hayatta en hakiki mürşit ilim” olacaktır! İşte bu insan, ‘birey’dir. Ve bu bireylerin kurduğu siyasal iktidar alanının adı da ‘vatan’dır. Vatan, özgür bireylerin kendi iradeleriyle kurulur ve onu kuran bireylerin toplamı ‘millet’i oluşturur. O yüzden, bu bireyler için ‘vatan’ kutsaldır. Ve yine o yüzdendir ki, Fransız Devrimi’nden sonra kurulan bütün ‘ulus-devletler’ için en kutsal değer ‘millet’tir. İslamî yönetimde ise, Ümmet’in iradesi ‘kayıtlı’dır. Bu da yine İslam’ın insana bakışından kaynaklanır. İslam’da insan, her şeyden önce Allah’ın kuludur. Hakikati, kusursuz varlık olan Allah’ın vazedeceğine inanır. Bu yüzden, Allah’a kul olur. Onu kayıtlayan şey, ‘hududullah’tır. Onun dışına çıkamaz. Çıkmak da istemez. Çünkü onun dışına çıkmak, haktan ve hakikatten uzaklaşmaktır. Bu noktada akıl ve bilim, mutlak hakikati anlamanın aracı olarak işlev görürler. Ancak ne akıl ne de bilim mutlak hakikati vazedemezler. Bu yüzden, Ümmet, ‘özgür bireyler’den (yani ‘vatandaş’lardan) oluşan bir ‘millet’ değildir. Bilakis Ümmet, ‘cüzi irade sahibi’ mümin kullardan oluşan bir topluluktur. Dolayısıyla bu müminlerden oluşan topluluğun yaşadığı siyasal erk alanını, ‘millet iradesi’nin belirlediği ‘vatan’ olarak değil, belki Allah’ın iradesinin egemen olduğu, Batı literatüründe ifade edildiği gibi bir ‘ilahi krallık’ (Kingdom of God) olarak tanımlamak gerekir. Çünkü gerçekten de bu coğrafyada mutlak egemen (sovereign) Allah’tır; O’nun sözleri hakikati temsil eder, O’nun emirlerine uyulur ve ‘üst hukuk’u O’nun hükmü belirler. Böylesi bir siyasal erk alanını, millet iradesinin nihai anlamda egemen olduğu bir ‘demokrasi’ veya ‘cumhuriyet’ olarak tanımlamak elbette mümkün değildir.
Cumhuriyet kavramını işlerken üzerinde durulması gereken bir başka husus da, ‘ekseriyet’ kavramının çağrıştırdığı anlamlardır. Arapça ke-se-re kökünden türeyen ‘ekseriyet’in tam karşılığı ‘çoğunluk’tur ve bilinen anlamıyla sayısal çoğunluğu ifade eder. Bu nedenle, ‘çoğunluk idaresi’ olarak bilinen siyasal yönetimleri değerlendirirken bu kavramın da ele alınması gerekir. Ekseriyet, İslamî siyasi literatürde bizatihi olumlanan bir kavram olarak yer almamıştır. Çünkü İslam’da, çoğunluk olmanın başlı başına bir değeri yoktur. İslam’da hak vardır ve bellidir. Bir işin, kavramın ya da kurumun değeri ‘hak’ kıstası ile ölçülür. Çoğunluk olmak, çoğunluğun görüşünü yansıtmak, çoğunluk tarafında olmak, her zaman haklı olmak anlamına gelmez. Hatta çoğunluk, kimi zaman yanılabilir. Nitekim Kur’an’ın birçok ayetinde “onların çoğu bilmezler” buyurulmuştur. Fakat bu, çoğunluğun her daim batıl üzerinde olduğu gibi bir mantık geliştirmeyi de gerektirmemelidir. Çünkü bazı durumlarda da çoğunluğun görüşüne itibar etmek akıllıca olur. Burada kriterin iyi belirlenmesi gerekir. “Cumhurun görüşü”ne itibar edileceği yer veya durumlar olduğu gibi itibar edilmeyeceği yer ve durumlar da vardır. Örneğin ilim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde çoğunluğun görüşünün haktan yana tecelli etme ihtimali, ilim düzeyinin düşük olduğu dönemlerde çoğunluğun görüşünün hakka isabet etme ihtimalinden fazladır. Aynı şekilde “aklın yolunun bir olduğu” durumlarda da çoğunluğun görüşüne itibar edilmesi akıllıcadır. Fakat zulmün arttığı, ilmin itibarını yitirdiği, hevanın egemen olduğu dönemlerde çoğunluğun yanılma ihtimali yüksektir. Çünkü bu dönemlerde kriter ‘hak’ değil, ‘çıkar’, ‘heva’ ve ‘güç’tür. Bunlardan yola çıkıldığında ise haktan sapılacağına kuşku yoktur.
Son olarak, cumhuriyet kavramını tartışırken, ‘halk iradesi’nin sahici manada tecelli edip edemeyeceği sorununu da ele almak gerekir. Bilindiği üzere, Aydınlanma düşüncesinin ana akımı, ideal yönetim tarzı olarak halk iradesinin tecelli ettiği demokratik yahut cumhuriyetçi siyasal yapıları yeğlemesine rağmen, Batı düşünce tarihi içerisinde iki akım, çoğunluk idaresine yönelik eleştiriler getirmişler ve gerçek iktidarın çoğunluk yerine ‘her zaman’ belirli bir azınlığın elinde olduğunu savunmuşlardır. Bunlar Elitizm ve Marksizm’dir. Elitistler, yönetim işini, doğuştan seçkin olan yahut belirli ekonomik ve siyasal yapılardan dolayı ‘elit’ konumuna yükselenlerin üstlenmesi gerektiğini ve bu durumun toplumsal yaşamın kaçınılmaz bir gereği olduğunu ileri sürerken, Marksistler, siyaset kurumunun ve sınıflı bir toplumsal yapının ortaya çıktığı dönemden beri, siyasi iradenin üretim araçlarını elinde bulunduran güçlerce belirlendiğini ve bu yüzden ‘siyaset’in bulunduğu yerlerde çoğunluk idaresine dayalı bir yönetim kurmanın ‘hayal’ olduğunu söylemişlerdir.
Modern dönemde de yönetimin, bürokrasi-ordu-iş çevreleri üçlüsünden oluşan ‘iktidar bloğu’ tarafından belirlendiği yönünde görüşler vardır. Yönetimin belirli azınlıkların elinde olduğunu savunan bu ve benzeri görüşlerin haklı olduğu yönler olmakla birlikte, uygulamada daima azınlığın yönetimde olduğu gerçeğini ifrat noktasına taşımamak gerekir. Zira yönetim olgusu, zorunlu olarak, çoğunluğun sürece fiili dahlinin imkansız olduğu bir süreçtir. Bütün siyasal yapılarda ast-üst ilişkisi bir biçimde vardır. Fakat bu durumu, çoğunluğun iktidarının hiçbir zaman tesis olunamayacağına yormamak gerekir. Zira yönetim, çoğu durumlarda ‘temsili’dir; bir kişi veya grup, geneli temsilen yönetir ve bu kaçınılmazdır. Dolayısıyla, yöneticilerin azınlık olmasını, yönetimde genelin rızasının hiçbir zaman olmadığına hamletmek doğru değildir. Hatta yöneticinin zorla iktidarı ele geçirdiği fakat zamanla halkın rızasını aldığı (yahut sükutun ikrardan sayıldığı) durumlarda da, çoğunluğun iradesinin söz konusu olmadığı söylenemez. Çünkü bu durumlarda yönetilenin ‘rızası’ vardır ve bu da onların iradesinin yönetime yansıdığını gösterir. Dolayısıyla, modern döneme özgü parlamentoların, belirli grupların çıkarlarını temsil eden yasaları çıkardıkları söylenebileceği gibi, halkın iradesini temsil eden ya da halkın açık yahut gizli onayını alan yasaları çıkardıkları da söylenebilir. Hatta uygulama çoğunlukla ilk şekilde tecelli etse bile, çoğunluk idaresinin demokrasilerde ya da cumhuriyet rejimlerinde hiçbir bicimde tecelli etmediği (veya etmeyeceği) söylenemez. Bu ihtimalin var olması, bu yüzden, çoğunluk idaresine dayalı siyasal rejimlerin var olabileceğini kabul etmeyi gerektirir.
Netice itibarıyla, cumhuriyet kavramını İslamîleştirmenin mümkün olup-olmadığı konusunda şunları söyleyebiliriz: kavramların İslamîleştirilmesi noktasında sabit bir yöntem uygulanmalıdır ve burada kök-anlam yönteminden yararlanılmalıdır. Aksi taktirde ‘kavram kargaşası’ yaşanması kaçınılmaz olur. Çünkü her bir grup kendi bulunduğu konumu meşrulaştırmak için kavramın anlam dünyasına müdahil olmak ister ve böylece ‘yanlı’ tanımlamalar yapabilir. Yani sabit bir yöntem bulunmadığında, ‘amaç-yönelimli’ yaklaşımlar belirleyici olur. Bu durumu, tipik olarak ‘demokrasi’ tartışmasında görmek mümkündür. Nitekim geniş bir kitle, kavramı kendi bulundukları konumu meşrulaştıracak şekilde anlamlandırabileceklerini savunmakta ve demokrasiyi basit bir seçim süreci olarak görmektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir; çünkü bir başkasının da benzeri ‘yanlı’ bir yorum yapabilmesine imkan vermektedir. Bu kapı aralandığında, üzerinde mutabık kalınacak bir ‘demokrasi’ kavramı kalmaz. Halbuki kök-anlam yönteminde belirli bir ‘sabite’ vardır ve yorumlar da bu sabiteden bağımsız değildir. Bu yöntemi ‘özgürlük’, ‘demokrasi’, ‘bireycilik’, ‘ilerleme’, ‘sosyalizm’, ‘liberalizm’, ‘insan hakları’, ‘eşitlik’ gibi kavramlara uyguladığımızda, sonuç olumlu çıkmamaktadır. Çünkü bu kavramların kök-anlamları İslam’ın onaylayamayacağı içeriklerle doludur. Aynı yöntem ‘cumhuriyet’ kavramına uygulandığında da sonuç değişmemektedir. Bu kavramın içerdiği ‘çoğunluk idaresi’ anlamı, İslam’ın hak ve hakikati esas alan ilkeleriyle çelişmektedir. Bu nedenle de ‘cumhuriyet’ kavramı İslamîleştirilemez.
(İktibas, sayı 361, 2009)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *