Cumhurbaşkanlığı sistemi – Parlamenter sistem tartışması, düzen içi bir tartışmadır ve partilerin, düzenin aktörleri mesabesinde politik oluşumlar olduğunun çok somut bir göstergesi durumundadır.
Türkiye’de politik aktörler, “Cumhur İttifakı” ve “Millet İttifakı” diye iki kampa ayrılmış durumda. İttifaklarda bir değişim olmazsa yaklaşan 2023 seçimleri bu iki kamp arasında gerçekleşecek. Cumhur İttifakı; Ak Parti, MHP ve küçük ortak BBP + gizli (!) ortak Perinçek’in partisinden müteşekkil, Millet İttifakı ise CHP, İyi Parti, SP + gizli (!) ortak HDP’den müteşekkil iken, şimdilerde Davutoğlu’nun Gelecek Partisi, Babacan’ın Deva Partisi ve DP’nin de eklenmesiyle 6+1 şeklinde ifade edilen bir ittifaka dönüştü.
Geçtiğimiz ay içinde işbu Millet İttifakı’nın biri liderlerin “yuvarlak masa” buluşması, diğeri de kamuoyuna ortak açıklama toplantısı olmak üzere iki iddialı organizasyonu. Tabi bu ikinci, geniş katılım ve kapsamlı toplantının tarihi dikkat çekiciydi: 28 Şubat. Toplantı için, üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da, toplum hafızasından henüz silinmemiş olan 28 Şubat darbe sürecinin yıldönümünün seçilmiş olması dikkat çekiciydi.
Hükümet bloku karşısında bütünleşen bunca muhalefet partisinin, Türkiye’nin sorunları ve bu sorunların çözümü konusunda ortaya koydukları ana argüman ise “cumhurbaşkanlığı sistemi” eleştirisi ve “parlamenter sistem” önerisinden ibaret. Tabi bu durum karşısında Cumhur İttifakı da “cumhurbaşkanlığı sistemi”nin faziletlerini (!) anlatmakla, kamuoyunu bu konuda iknaya çalışmakla meşgul.
Muhalefet bloku, şu an uygulanan hükümet sisteminin Meclis’i işlevsizleştirdiğini, kuvvetler ayrılığı prensibini zayıflattığını, denetim, kontrol ve fren mekanizmalarını ortadan kaldırarak keyfi bir yönetim anlayışına yol açtığını dile getirip çözümün parlamenter sisteme dönüşte olduğunu savnurken, hükümet bloku ise on yıllar boyunca uygulanan parlamenter sistemin ülkeyi koalisyonlara ve bürokrasiye mahkum ettiğini, hükümetlerin elini kolunu bağlayıp, karar veremez ve iş yapamaz hale getirdiğini savunmakta ve önceki dönemleri misal göstererek yeniden bu sisteme dönmenin Türkiye’yi geriye götüreceğini ifade etmekte.
Bu tabloya bakarak, Türkiye’deki tüm partilerin, Firavun’un sihirbazları misali mevcut düzenin sihirbazlığı misyonunu icra ettiklerini söyleyebiliriz. Zira Türkiye’deki asıl meselenin sistem sorunu değil rejim sorunu olduğu gerçeğinin üzerini iktidarı-muhalefetiyle hep birlikte örtmekte, halkı sistem tartışmalarıyla oyalayıp avutmaktadırlar.
Tüm bu tartışmalar sürerken medya platformlarında kimse de kalkıp, “Bu ülkede onlarca yıl parlamenter sistem zaten uygulandı ve şimdilerde de cumhurbaşkanlığı sistemi uygulanmakta. Her iki durumda da ülkenin hal-i pür melali ortada. Demek ki mesele hükümet sistemi meselesi değil” tespitini yapmamaktadır.
Düzenin partilerinin, tüm sorunların temelindeki asli sorunun (anaç sorun) laik-demokratik-kemalist kapitalist düzen olduğu gerçeğinin üzerini örtmek maksadıyla sistem tartışmalarıyla gündemi doldurmaları tabii ki anlaşılır bir durumdur. Zira partilerin misyonu, düzenin bekasını ve bunun için de farklı toplum kesimlerinin düzene entegrasyonunu sağlamak, bu entegrasyonun devamı için de düzen içi alternatiflerle halka yeni umutlar sunabilmektir. Böylece düzenin kendisinin sorgulanmasına engel olmaktır.
Cumhurbaşkanlığı sistemi – Parlamenter sistem tartışması, düzen içi bir tartışmadır ve partilerin, düzenin aktörleri mesabesinde politik oluşumlar olduğunun çok somut bir göstergesi durumundadır. Düzen aktörlerinin söz konusu sistem tartışmasıyla perdeledikleri asli sorunu, yani rejim sorununu gündemleştirmek, bu politik illüzyonun toplumun kahir ekseriyeti üzerinde etkili olduğu mevcut vasatta elzem bir sorumluluktur.
28 ŞUBAT BİTTİ Mİ, BİTİRDİ Mİ?
Başlıktaki sorumuzun birçok okuyucuya ilginç geleceğinin farkındayız. 28 Şubat’ın bitmiş olduğu şeklindeki genel kanıyı sorgulayan ve yanı sıra “bitirdi mi?” şeklinde bir soruyu gündeme getiren bir başlığı salt dikkat çekmek için atmadığımız, bu konuda söyleyecek sözümüz olduğunu vurgulamış olalım.
1997’de yaşanan 28 Şubat “post-modern” darbesinin 25. yıldönümü “idrak edildi” geçtiğimiz ay sonu. Az önce de söylediğimiz gibi genel kanı, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve sonradan Genelkurmay Başkanı da olan Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat bin yıl sürecek” açıklamasının aksine, 28 Şubat sürecinin Ak Parti’nin hükümeti devraldığı 2002 yılı itibariyle yenilgiye uğrayıp sona erdiği yönünde. Peki gerçekten durum bu mu? 28 Şubat bitti mi? Bu sorunun cevabı üzerinde önemle durmak gerekir.
Tabi bu soruyu doğru cevaplayabilmek için de, öncelikle 28 Şubat’ın ne olduğunun, neyi hedeflediğinin doğru anlaşılması gerekir. Maalesef bu konuda Türkiye’deki İslami kesimlerin çoğunlukla doğru tespitler üzerinden hareket etmediğini, 28 Şubat sürecini yalnızca Kur’an kursu, başörtüsü ve İHL düşmanlığından ibaret bir jakoben-laiklik dayatması sürecinden ibaret görüp, bu dayatma sürecinin ortadan kalkmış olmasını 28 Şubat sürecinin bitmiş olması şeklinde yorumladığını görmekteyiz.
İşin doğrusu ise, 28 Şubat’ın tek boyutlu bir süreç olmadığı, biri sürecin iç aktörlerin plan ve beklentileri, diğerinin ise sürecin asıl belirleyicisi ve yönlendiricisi olan dış aktörlerin plan ve beklentileri şeklinde iki boyutlu bir süreç olduğu gerçeğidir.
Evet, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 2. Başkan Çevik Bir ve diğer komuta kademesi ile, onların güdümünde hareket eden siyasi partiler, yargı kurumları, medya, meslek örgütleri, STK’lar ve onların beklentileri açısından bakıldığında, 2002 sonrası 28 Şubat süreci gerçekten de yenilgiye uğramış ve büyük çapta sona ermiştir. Kur’an kursları ve İHL’ler üzerindeki baskı ve yasaklar ortadan kaldırılmış, başörtüsü yasaklarına son verilmiş, kısacası 1923-50 arasında uygulanan jakoben laikliğe geri dönüşle ilgili uygulamalar ortadan kaldırılmıştır. Peki sürecin diğer boyutu olarak ifade ettiğimiz, dış aktörlerin plan ve beklentileri açısından da durum aynı mıdır?
Süreçte yaşananları hatırlayanlar, sürecin içteki iki ana aktörü olarak öne çıkan Genelkurmay Başkanı İ.H. Karadayı ve Ç. Bir’in süreç boyunca Washington ve Tel Aviv’i adeta su yolu yapmış olduklarını iyi hatırlayacaklardır. Sürecin planlanması ve yürütülmesinde “üst akıl” pozisyonundaki isimlerden biri olarak siyonist işgal rejimi yanlısı American Insitute’un “Ortadoğu” uzmanı Alan Makovsky’nin adının öne çıkmış olduğu da bu çerçevede hatırlanmalıdır. Ki Refahyol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan da 2007 yılında yaptığı açıklamada bunu ifade etmişti.(1) Nitekim 28 Şubat’ın fiilen başlangıcı sayılan Sincan’da tankların yürütülmesinin, Sincan’da düzenlenen Kudüs Gecesi’ne bir cevap olduğu unutulmamalıdır.
28 Şubat’a dış aktörler (ABD ve Siyonist işgal rejimi) ve onların süreçle ilgili plan ve beklentileri açısından baktığımızda, 28 Şubat sürecinin başarısız ve bitmiş olduğunu söyleyebiliriz miyiz? Bize göre sözünü ettiğimiz dış aktörlerin süreçten beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, sürecin önemli ölçüde hedefine uğradığını ifade etmek mümkündür. Zira bu aktörler, içerideki “militan laiklik” aktörlerini aslında bir sopa olarak kullanarak Türkiye’deki İslami kesimleri küresel ve onun acentası durumundaki yerel sisteme entegre etmeyi planmışlardı. Nitekim 28 Şubat süreci sonrası Ak Parti sürecinin hazırlık sürecinde de özellikle Washington ve oradaki benzer lobilerin etkisinin biliniyor olması, iki sürecin dış aktörler açısından birbirinden bağımsız olmadığının açık göstergesidir.
Bu açıdan baktığımızda, 28 Şubat sürecinin bitmediğini, bilakis, süreç sonrası ortaya konulan “ılımlı laiklik–ılımlı İslam” eksenli sopa-havuç politikaları marifetiyle, Türkiye’deki bağımsız, tevhidi İslami potansiyelin sisteme entegrasyonu noktasında maalesef ciddi mesafe alındığını ifade etmemiz gerekir.
Kısaca belirtmek gerekirse, 28 Şubat sürecinde Müslümanlara “jakoben laiklik” sopası gösterilmiş ve bunun sonrasında vizyona konulan “anglo-sakson laiklik” havucuna razı olmaları planlanmıştır ki, tevhidi duruş ve zindeliğini koruyan az sayıdaki İslami çevre dışındaki çevreler bu havuca balıklama atlamışlardır. Dolayısıyla 28 Şubatın bitmesinden ziyade, Türkiye’deki İslami potansiyeli büyük oranda sisteme entegre ederek adeta bitirdiğini söylemek daha isabetli bir teşhis ve tespit olacaktır.
BATI VE DOĞU EMPERYALİZMİ ARASINDA EZİLEN ÜLKE: UKRAYNA
2014’te Rusya yanlısı Victor Yanukoviç’in devrilmesiyle sonuçlanan “Onur Devrimi”nden bugüne, Ukrayna Batı emperyalizmi ile Doğu emperyalizmi arasındaki nüfuz çekişmesinin en başat alanı durumundaydı. Rusya’nın Yanukoviç’in devrilmesine misilleme olarak Kırım’ı ilhakı ve Donbas bölgesinde Rus ayrılıkçıları desteklemesi ve bunun karşısında Ukrayna’nın da NATO’ya üye olma hedefini ortaya koyması, Ukrayna’yı sıcak bir kriz alanına dönüştürmüştür bulunmaktaydı.
Zira Rusya, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini kendi güvenliğine açık bir tehdit olarak görmekte ve Ukrayna’yı bu konuda kırmızı çizgi, Ukrayna’nın NATO üyeliğini ise “savaş sebebi” olarak görmekteydi. Geçtiğimiz yıl, ABD’nin başını çektiği Batı kampı ile Rusya arasındaki Ukrayna krizinde tansiyonun giderek yükseldiğine tanıklık ettik. ABD Başkanı Joe Biden’le Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında ikili zirve de dahil bu konudaki diplomatik temaslar ise bir sonuç vermedi.
Diplomatik girişimler devam ederken bir yandan da Rusya, Ukrayna sınırlarına askeri yığınak yapmaktaydı. Bu yığınağın gerekçesini de her defasında “askeri tatbikat” olarak gerekçelendiriyordu. 2021’in son aylarından itibaren giderek daha da gerginleşen ve savaş ihtimalinin daha sık konuşulmaya başlandığı Ukrayna meselesi, geçtiğimiz ay sonuna doğru Rusya’nın, NATO’nun genişlemesinin durdurulması konusunda garanti verilmekten kaçınıldığı ve güvenlik kaygılarının giderilmediği gerekçesiyle önce Donbas bölgesindeki Rus iki ayrılıkçı bölgenin resmen tanınması kararı ve ardından da 23 Şubat günü sabaha doğru Ukrayna’nın beklenmedik bir şekilde topyekün hedef alındığı saldırılarla kanlı bir savaşa ve işgal girişimine dönüştü.
Bu yılın başından itibaren ABD’den gelen “Rusya Ukrayna’yı işgale hazırlanıyor” açıklamalarını sürekli yalanlayan, dezenformasyon olarak niteleyen Rusya, 23 Şubat’ta başlattığı kanlı işgal harekatıyla başından beri aslında bir işgale hazırlık yaptığını ortaya koymuş oldu. Oysa Putin’in ayrılıkçı bölgelerin tanınması kararı karşısında dünya kamuoyunun beklentisi, Rusya tarafından Donbas bölgesine yönelik sınırlı bir askeri harekatın gerçekleştirilmesi ve tıpkı 2014’te Kırım’ın ilhakı gibi o bölgenin Rusya’ya ilhakıyla sınırlı kalınacağı yönündeydi.
Ukrayna’nın Rusya tarafından ansızın topyekün hedef alınması ve ağır bir işgal harekatı başlatılmasına giden süreçte, ABD-NATO cephesinin Ukrayna’yı tam anlamıyla bir yem olarak kullanmış olmasının etkisi de büyük olmuştur. Ukrayna’nın NATO üyeliğinin Rusya tarafından savaş sebebi olarak ilan edildiği bilindiği halde, Ukrayna ne NATO üyeliğinden dışlanmış ne de NATO’ya üye yapılarak Rusya’nın önüne yem olarak atılmıştır. Ukrayna’nın NATO üyeliği talebine olumlu cevap vermeyen ABD ve müttefikleri, diğer taraftan Rusya’nın bu konudaki güvence talebini de reddederek Ukrayna’yı açık ve kolay hedef haline getirmişlerdir. Ukrayna yöneticileri, ülkelerine işgalci Rusya’nın asker-sivil hedefi gözetmeyen füze ve bombaları yağmaya başladığında ABD ve NATO’nun çirkin yüzünü fark edebilmişler ve bu konuda serzenişlerini de dile getirmişlerdir, fakat iş işten çoktan geçmiştir.
Tabi Putin’in Ukrayna işgalini başlatırken yaptığı konuşmada, Ukrayna’nın 1917 Bolşevik Devriminden sonra yapay bir devlet olarak kurulduğunu söylemesi ve Lenin’i de eleştirerek, “tarihsel olarak Rus topraklarını” ayırdığını öne sürmesi, Ukrayna’nın NATO üyeliği söz konusu olmasa da Rusya’nın ilk fırsatta Ukrayna’yı işgal etmek istediğinin açık göstergesi olmuştur.
Çeçenistan’dan Suriye’ye, Gürcistan’dan Libya’ya savaş suçları konusunda kanlı sicili son derece kabarık olan işgalci Rusya’nın Ukrayna’ya başlattığı acımasız saldırıların daha ilk günlerinde aralarında çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu yüzlerce sivilin katledildiğine ilişkin haberler gelmektedir.
Ukrayna, Batı emperyalizmi ile Doğu emperyalizmi arasındaki nüfuz ve çıkar savaşının kurbanı olmuş durumdadır. Irak’ı işgal edip yakıp yıkan Amerikan emperyalizminin yöneticileri, Irak’a “özgürlük götüreceklerini” söylemişlerdi hatırlanacağı üzere. Şimdi aynısını Rus emperyalizminin yöneticileri Ukrayna için söylüyor. Çin emperyalizmi de işgal ve zulüm altında tuttuğu Uygurlar için benzer argümanları dile getiriyor. Kısacası, emperyalizmin Batılısı da, Doğulusu da birbirinden farksızdır.
Ne var ki, Türkiye’de tam anlamıyla Çin ve Rusya adına etki ajanlığı misyonunu üstlenmiş görülen bir kesim, işgalci Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik vahşi saldırı ve işgal girişimini selamlayabiliyor ve “Rusya’nın silahı barış ve huzur getiriyor” propagandası yapabiliyor. Kısacası nasıl ki Batı emperyalizmiyle Doğu emperyalizmi zalimlikte ve alçaklıkta yarışmaktaysalar, her iki emperyal kampın bizdeki muhipleri de zalim sevicilikte ve alçaklıkta yarış halinde bulunmaktadırlar.
Biz Müslümanlar, “Lâ garbiyye, lâ şarkiyye. İslamiyye İslamiyye” şiarıyla, Batı emperyalizmine de Doğu emperyalizmine de hayır diyor ve her halükârda mazlumların yanında yer aldığımızı ifade etmek istiyoruz.
İKTİBAS (1 Mart 2022 Yorumu)
(1) “Eski başbakanlardan Necmettin Erbakan, başbakanı olduğu hükümetin iktidardan düşmesine ve partisinin kapatılmasına neden olan 28 Şubat’ın 10. yılında ilginç açıklamalar yaptı. Saadet Partili yöneticilere değerlendirmelerde bulunan Erbakan, 28 Şubat’ı askerlerin değil, ABD’nin düşünce kuruluşu American Institute’un Ortadoğu uzmanı Alan Makovsky’nin hazırladığını iddia etti. 28 Şubat’ın doğrudan, partisi RP ve başbakanı olduğu Refahyol hükümetini hedef alan raporlarla başladığını belirten Erbakan, ’28 Şubat, Makovsky’nin raporları doğrultusunda Türkiye dışında ağırlıkla Siyonist çevrelerce planlandı’ dedi.” (https://www.haber7.com/guncel/haber/223360-28-subati-makovsky-planladi)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *