Belki de yapılması gereken bu akıntıya kapılmamanın, bu yarışa katılmamanın yollarını aramak. Hem bireysel hayatlarımızda hem devlet politikası olarak bu dijitalleşmeye dahil olmak yerine insanî olanı savunarak, doğayla ve fıtratla uyumlu bir hayat ve dünya tasavvuru geliştirebilmek.
Hüseyin Karaca / Star-Açık Görüş
İnternet devrimi, insan yaşamını kolaylaştıran yönleri yanında zaman içinde gözetim, güvenlik sorunları, mahremiyet, kontrolsüz tüketim, tahakküm gibi etik ve moral değerler açısından bazı endişe ve tedirginlikleri de beraberinde getirmişti. Gelinen noktada ise teknolojik ilerleme yapay zeka, nesnelerin interneti, sanal ve artırılmış gerçeklik ve nihayet metaverse gibi kavram ve uygulamalarla artık insanlık adına soru işaretlerinin daha da artmasına sebep olacak bir seviyeyi işaret eder durumdadır.
Sağladığı iletişim olanakları yanında bir yönüyle de eğlence endüstrisinin aparatları olan yeni teknolojiler, bu eğlencenin kesintisiz bir şekilde devam etmesini temin ederek bireylerin meşhur olma ve görünme arzusunu sürekli körükleyen bir yapıdadırlar. Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü adlı kitabında bu platformlardaki eğlencelerin, bizi bir pop hayalinin içine daha fazla daldırmak için olduğunu söylüyor ve sistem bu yolda her geçen gün daha özgün yeni yöntemler geliştiriyor. Bireyler, modern yaşamın monotonluğundan kaçarken farkında olmadan kendilerini bir anlamda dijital dünyanın kalıpları ardına hapsediyorlar. Bu tutukluluk, sosyal medya platformlarının sağladığı özgürlük hissi ve bireyin görünme isteğiyle de perçinleniyor. Zira Bauman’ın da belirttiği gibi fark edilebilme hazzı, ifşa edilme korkusundan daha güçlü bir motivasyondur.
Mahremiyetin ölümü
İnsanın toplumsal bir varlık olması, kendisini ait hissettiği topluluk dışındakilerden kategorik olarak farklılaştırmasını, ayrıştırmasını da beraberinde getirir. Bu noktada “biz” ve “öteki” oluşur. “Biz” duygusu birlik ve dayanışmanın önkoşulu olarak toplumsal bir yaşamın temeliyken, bu aidiyetin dışında kalan “öteki”lerle oluşan mesafe de bir gerilim unsuru olarak varlık kazanmaktadır. Çünkü korunma güdüsüyle tüm canlılarda var olan, ötekini, yabancıyı, bilinmeyeni potansiyel tehdit olarak görmek insan için de geçerlidir.
Toplumsallıktaki biz ve öteki düalizmi ötekini, yabancı olanı gözetlemeyi beraberinde getirir. Modernliğin Sonuçları kitabında gözetlemenin insanlık tarihi kadar eski bir kavram olduğunu belirten Giddens, gözetimin resmi başlangıcını da yazının icadına kadar götürür. Çünkü gözetlemek, gözetlenenin denetim altında tutulması demektir aynı zamanda ve Foucault’ya göre de denetim cezalandırmadan çok daha etkili bir yöntemdir. 1975 yılında yazdığı Hapishenenin Doğuşu adlı eserinde Foucault, gözetim toplumu ve iktidar arasındaki ilişkiyi panoptikon metaforu üzerinden inceliyordu. Fakat ne var ki, tepkisizleştirme ve tektipleştirme aygıtları olarak yeni medya, modernizmde panoptikon bir düzlemde ele alınan gözetleme kavramını da dönüştürmüş, yeniden ele almayı gerekli kılmıştır. Çünkü merkezdeki gücün ya da iktidarın çevreyi zor ve baskı yöntemiyle denetlemesini ifade eden panoptikon düzlem, artık yeni medyanın gözetleme pratiğini karşılamaktan uzaktır.
Panoptikon-sonrası olarak ifade edilen bu dönem, herkesin herkesi gözetleyebildiği ve herkesin gözetlenmeyi farklı derecelerde ve boyutlarda içselleştirdiği bir süreçtir. Gözetleyen ve gözetlenen öznelerin bu iç içeliği, konumlarındaki geçişlilik, modern dönemlerde bile tartışılmakla birlikte kısmen varlık alanını koruyan mahremiyet olgusunun bir anlamda ölümünü işaret etmektedir.
Tüketim Toplumu kitabında gerçek ve imgesi arasındaki geçişliliği, birinin diğerinin yerini almasından çok birbiri içinde erimesini ele alan Baudrillard, bunu 1913 yapımı Praglı Öğrenci filmi üzerinden açıklıyordu. Film, zengin bir kadına aşık olan Praglı fakir bir öğrencinin aynadaki suretini şeytana satmasını konu edinir. Genç, zengin ve itibarlı hale gelmiş olsa da zamanla bu durumdan rahatsızlık duyacaktır. Bir gün aynada suretini gördüğünü sanır ama karşısında bir ayna olmadığı halde imgesinin kendisine baktığını, ete kemiğe bürünmüş olduğunu anlar. Bu noktadan itibaren imgesi hayatını karıştırmaya, alt üst etmeye başlar. Genç çözüm yolu olarak imgesini yok etmeye karar verir ve bunu gerçekleştirir. Fakat filmin kilit unsuru şudur ki, gerçek mi imgeyi, imge mi gerçeği öldürdü; kesin olarak bilemeyiz.
Baudrillard’ın similasyon kuramının ilk işaretlerini taşıyan bu eser ve ele aldığı gerçek ve imge meselesi, yeni medya ve özellikle metaverse ile daha anlamlı bir boyut kazanmış durumdadır.
Evreni aynalamak
Çok önceleri başlamış olsa da doğal ilerleyişi yavaş kalan ve pandemi marifetiyle büyük bir hız kazanan e-ticaret, eğitim ve çalışma hayatındaki dijitalleşme gibi uygulamalar sadece konjonktürel bir durum değil. İnsan hayatının birçok pratiği sürdürülebilir olmaktan gittikçe uzaklaşıyor ve tüm teknolojik gelişmeler insan hareketliliğini azaltma ya da insansızlaştırma yönünde. Çünkü yaşadığımız evrende fiziki olarak gerçekleştirilmesi gerekenleri karşılamak imkanlar itibariyle hem yeterli olmuyor hem de maliyet-fayda yönünden hep eksi yazıyor. Öyleyse ne yapmalı?..
Bu noktada durup, her bölümünde farklı bir hikaye ve farklı oyunculularla adeta distopik evren versiyonları sunan Black Mirror dizisini hatırlayalım. Kurgusu hiç de öyle abartılı, uçuk teknolojik yeniliklere dayanmayan Black Mirror’daki birçok teknolojik imkan ve alet, aslında günümüzde mevcut olandan çok da farklı değil. Sadece yeni işlevler yüklenmiş. Örneğin; Be Right Back adlı bölümde kocası ölen kadın içine düştüğü derin boşluktan bir arkadaşının tavsiyesiyle kurtulmaya çalışır. Nedir bu tavsiye? Bir tür yazılım. Ölen kişiyle iletişim kurmanızı sağlayan bir yazılım. Böyle söyleyince uçuk ve ütopik, hatta ruh çağırmadan daha fantastik gelse de biraz düşününce öyle olmadığını anlayabiliriz. İndireceğiniz bir programla, aşama aşama yazılı, sesli ve görüntülü bir iletişim imkanı sağlıyor yazılım. Kadın önce reddetse de bu teklifi, yalnız ve çaresiz bir anında denemeye karar veriyor. Önce mesajlaşma yoluyla ölen kocasıyla konuşuyor. Cevaplar gayet makul ve gerçekçi. Nasıl olmasın? Birçoğumuz gibi kocasının da yediği içtiği her şey zaten internette var. Sonra bir adım öteye geçmek istiyor kadın ve bunun için sadece kocasının maillerine erişim izni vermesi gerekiyor programa. Artık ölmüş kocasının sesini duyabilecektir. Mevcut durumda, o big data dediğimiz havuzda tüm bilgilerimiz bölük pörçük bir şekilde zaten bulunuyor. Bunları anlamlı bütünler haline getiren, bizim zevklerimizi, tepkilerimizi ölçen algoritmaların varlığı da malum. Birine ait birkaç ses dosyasıyla, o kişiyi istediğimiz gibi “konuşturmak” günümüz teknolojisiyle bile mümkün. Dolayısıyla, bu bölümde yapılan, tüm bu “mümkün”leri bir araya getirmekten başka bir şey değil aslında.
Gördüğünüz gibi, ölen biriyle konuşmak dediğimizde çok irrasyonel görünen bir durum, teknoloji sayesinde “gerçek”lik kazanabiliyor. Geriye kalan tek pürüz filmdeki kadının da yaşadığı, bu simülasyonun tüm “gerçekliğine” rağmen zihninden bir türlü atamadığı hakikat olmaması durumu. Eğer kadının arkadaşı gibi size sunulan gerçeklikle yetinebiliyorsanız, böyle bir zihinsel yarılma da yaşamadan pürüzsüz bir şekilde simülasyon evreninde mutlu mesut yaşayabilirsiniz.
Metaya karşı insanı savunmak
Bir tür paralel evren tahayyülü olarak metaverse, her birimize işte böyle bir simülasyonda yaşamayı vadediyor. Online derslere girmek yerine, artık sanal gerçeklik gözlüklerimizi takarak okula gideceğimiz ve avatarlarımızın tahtaya kaldırılacağı bir evren bu. Çok uzaklardaki bir arkadaşımızla aynı sanal-gerçek kafede buluşabileceğimiz bir evren. Fakat teknik olarak uygulanabilir olmasına karşın, bunun insanı zihnî ve ruhsal yönden nereye sürükleyeceği meselesi önümüzde duruyor. Bu yarılma, Praglı Öğrenci filmindeki gibi gerçek ve imgesi arasındaki bu gerilim karşısında insanlık nasıl evrilecek?
İnternetle birlikte hayatımıza giren yeni iletişim teknolojileri, devlete karşı bireyi ‘görece’ özgürleştirmeleri yönüyle olumlanırken, gelinen noktada devletin yerine ikame ettiği yeni bir iktidar odağına karşı insanı tamamen savunmasız ve aynı zamanda karşılıklı bağımlılık içerisinde bırakmış durumda. Artık baskı ve denetiminden endişe edilen iktidar, devlet olarak adlandırılan yapı değil, bilgi ve enformasyonu yani gücü asıl elinde bulunduran teknolojiye yön veren şirketlerdir. Zira iktidar, tanımı gereği sadece kurumsal ve temsili düzeyde bir yönetim organizasyonu değil etkin gücün asıl sahibidir.
Bu durumda karşımıza gözeten ve denetleyen yeni iktidar odakları olarak teknolojiyi elinde bulunduranların denetlenmesinin nasıl ve ne derece mümkün olabileceği sorunu da çıkıyor. Devletlerin bireysel mahremiyetin korunması ve bireysel haklar gibi konularda bazı hukuki ve yasal düzenlemeleri bile hayata geçirmekte zorlandığı, devlet bazında uygulananların da uluslararası konsensüs sağlanamaması sebebiyle pratikte çoğunlukla karşılığının olmadığı bir siber dünyada, gücü elinde bulunduranların denetimi hangi güç tarafından gerçekleştirilebilecektir?
Dijital istila
İnsana, topluma ve toplumsal yapılara dair tüm bu soru ve bilinmezliklere rağmen dijital istila hızla yayılıyor. İnternet devriminden daha derin ve sarsıcı bir dijital-teknolojik dönüşümün eşiğinde birey, toplum ve devletler olarak geride kalmamak için girişilen amansız bir yarış sözkonusu. Bu yarışın insan, toplum ve devletlerin bilinen tarih boyunca bir şekilde kabul görmüş ve benimsenmiş kendi varlıklarını, varoluş gerekçelerini berhava edecekleri bir bitiş çizgisinde son bulması da mukadder. Bireyler olarak her birimiz küçük hazlar, geçici eğlenceler uğruna, teknolojinin tahakküm ve hükümranlığına boyun eğiyoruz. İçten içe bir şeylerin yanlış olduğunu bilmekle birlikte, uyuşturucu bağımlılığı gibi teknolojiyi kullandıkça haz duyuyor, o hazzı yaşamak için yeniden ve yeniden kullanıyoruz. Oysa belki de yapılması gereken bu akıntıya kapılmamanın, bu yarışa katılmamanın yollarını aramak. Eskiye dönüş nostaljisi ve teknolojiye sırt çevirme değil ama hem bireysel hayatlarımızda hem devlet politikası olarak bu dijitalleşmeye dahil olmak yerine insanî olanı savunarak, doğayla ve fıtratla uyumlu bir hayat ve dünya tasavvuru geliştirebilmek. İnsan unsurunu merkeze alarak, aslı surete / imgeye feda etmemek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *