Küresel güçler dünyayı kirletmekten vazgeçseler zaten birçok sorun kendiliğinden düzelecektir. Ama kendileri bu sorumluluğu eşit biçimde tüm dünya ülkelerine yaymak istemektedirler.
Paris İklim Anlaşması, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında iklim değişikliğinin azaltılması, adaptasyonu ve finansmanı hakkında 2015 yılında imzalanan, 2016 yılında yürürlüğe giren bir anlaşmadır. Bu anlaşma ile küresel sıcaklığın sanayileşme öncesi seviyelerine çekilebilmesi ve iklim değişikliğinin olası risklerinden dünyayı koruyabilmek(!) adına sıcaklığın 2 derece düşürülmesi çabası içine girilmiştir. Bu hedefe ulaşabilmek için de kömür, petrol gibi fosil yakıtların tedricen azaltılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının artırılması gibi amaçlar hedeflenmektedir. Paris Anlaşması, sera gazı emisyonlarının tavan yaptığına ve yüzyılın ikinci yarısında iklim sorununun çözülmesi gerektiğine dikkat çekmek üzere küresel bir eylem planı olarak ortaya konulmuştur. 196 ülke bu anlaşmaya taraftır. Birleşmiş Milletler’e üye olan yalnızca altı ülke (Türkiye, İran, Eritre, Irak, Libya, Yemen) bu anlaşmayı onaylamamıştı. Türkiye 2016 yılında anlaşmanın uygun bulunduğunu beyan etmesine karşın onaylamamış, aradan geçen beş yılın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21 Eylül 2021’de New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Türkiye’nin anlaşmaya taraf olduğunu ve onaylayacağını duyurdu. 28 Eylül’de Erdoğan’ın imzası ile meclise havale edilen anlaşma 1 Ekim’de Meclis Başkanlığına, oradan da komisyona havale edildi. “Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi” adıyla 6 Ekim 2021’de meclise sunulan teklif, genel kurulda tüm partilerin oy birliği ile kabul edildi. 7 Ekim’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Paris İklim Anlaşması’na taraf olan tüm ülkelerin, vadettikleri şeyleri gerçekleştirmek için, söylemlerini somut politikalara dönüştürmesi gerekmektedir. Avrupa devletleri 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynaklarını %27 seviyesine çıkarma ve sera gazı emisyonunu en az %40 seviyesine indirmeyi hedeflemektedir. Türkiye ise sera gazı emisyon seviyesini %21 azaltmayı hedeflemektedir.
Hem kundakçı hem itfaiyeci
Küresel güçlerin dünyada yapmış oldukları her şeye bir gerekçe hazırladıkları gibi bu anlaşma için de bir gerekçe oluşturmaları gerekiyordu. Bu gerekçe de 1900’lü yıllardan bu yana dünyadaki karbon salınımının geldiği noktayı “bilimsel bir dille” ifade ederek dünyayı buna ikna etmekti. Oysa küresel güçler hem kundakçı hem de itfaiyeci rolünü oynamaya devam etmekteydiler. Zira dünyaya en çok zarar verenler kendileriydi. Kendi yaşam alanları dahil dünyanın tamamını kendi ekonomik çıkarları için sınırsızca kullanma yetkisinde görenler birden dünyayı kurtarmaya çalışan kahraman rolüne bürünüyorlardı. Acaba gerçekten bir kahramanlık mı yapıyorlardı yoksa yeni bir sömürünün mü peşindeydiler? Bu sorunun cevabını doğru verebilmek için tarihsel süreci de iyi takip etmek gerkmektedir.
1900’lü yıllarda dünyada 2 milyar ton karbondioksit gazı açığa çıkarken 2018 yılına gelindiğinde 36,2 milyar ton karbondioksit gazı açığa çıkmaktaydı. Dünyayı karbon salınımıyla en fazla kirleten ülkelere bakıldığında başta Çin (10,5 milyar ton karbon salınımı), ABD (5 milyar ton), AB ülkeleri (3,5 milyar ton) ve ardından Rusya, Hindistan, Japonya, İran, Güney Kore ve Kanada gelmektedir. İlk on sırayı alan ülkeler dünyadaki karbon salınımının % 67,6’sına neden olmaktadır. Türkiye ise bu sıralamada 18. sırayı almaktadır. Dünyayı en çok kirleten unsur olarak küresel güçlerin deniz ve hava taşımacılığı da önemli bir noktada durmaktadır. Sonuçta görülmektedir ki, küresel güçler dünyayı kirletmekten vazgeçseler zaten birçok sorun kendiliğinden düzelecektir. Ama kendileri bu sorumluluğu eşit biçimde tüm dünya ülkelerine yaymak istemektedirler.
Paris İklim Anlaşmasını imzaladıktan sonrasına bakıldığında, ABD, Çin, Hindistan, Almanya, AB ülkeleri, Rusya, Japonya gibi ülkelerin, karbon salınımlarını azaltmak şöyle dursun neredeyse iki katına çıkardıkları görülmektedir. Bu durum anlaşmada çok da samimi olmadıklarını göstermektedir. Muhtemeldir ki geçmeyi düşündükleri yeni üretim modelinde, ‘gelişmekte’ diye tabir ettikleri ülkelere karbon salınımı üzerinden getirecekleri yeni ek yükümlülüklerle enerji ve gıda fiyatlarında ciddi artışlara sebep olarak yeni bir küresel sömürü ağı oluşturacaklardır. Aynı zamanda üretim maliyetleri açısından kendileri birkaç adım önde olacaklarından ‘gelişmekte’ olan ülkelerin ihracının da önü kapatılmış olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin topraklarında da küresel şirketlerin ellerinde yeni bir plantasyon sistemi uygulanması muhtemeldir. Bundan daha önemlisi ve perde arkasında konuşulanlar ise küresel güçlerin gıda üzerinde yeni bir üretim modeline geçme arzularıdır.
Son dönemlerde çokça tartışma konusu olan bir konu var ki o da yapay et üretimidir. Kendisi bir bilgisayar şirketi sahibi olan Bill Gates’in sürekli olarak dillendirdiği ve yaklaşık 15 yıldır da üzerinde çalışılan yapay et konusu da iklim problemiyle ilintilendirilen bir konudur. Dünyadaki karbon salınımlarına en fazla etki eden unsurlar arasında büyük baş hayvanlardan yayılan gazlar gösterilmesi ilgi çekicidir! Dolayısıyla sera emisyon gazlarının azaltılması yönündeki hedeflerden biri de muhtemeldir ki hayvancılığın giderek azaltılması ve belki de tamamen yok edilmesi olacaktır. Aynı zamanda tarımsal üretimler de bundan payını alacağa benzemektedir. Melinda ve Bill Gates çiftinin yayınladıkları ‘2019 Yıllık Mektubu’nda, enerji sektörünün %25’lik payının yanında, tarımsal faaliyetlerin %24’lük sera gazı salınımına sebep olduğu, özellikle büyükbaş hayvanların bu miktarda ciddi paya sahip oldukları iddia edilmekteydi. İneklerin çıkardıkları metan gazının dünyaya zarar vermemesi için hayvan yemlerinin değiştirilmesi konusunda çaba sarfedilmesi gerektiği ifade edildi. Parçalar birleştirildiğinde İklim anlaşmasının dünyada tarımdan hayvancılığa ve fosil yakıttan yenilenebilir enerjiye varıncaya kadar birçok alanı etkileyeceğini öngörmekteyiz. Covid 19 gibi bir salgının ardından yüksek sesle dillendirilen yapay et tartışmasının içeriğine de dikkatle eğilmek yararlı olacaktır.
Yapay Et Nedir?
Uzman Tıp Mühendisi Burçin Tatlıeşme yapay et konusunda şu bilgileri vermektedir: “Sentetik et, bitkisel et ve kültürlenmiş et adıyla da literatürde yer alan yapay et hayvanlardan kök hücre alınması ve bunların laboratuvarda besleyici bir sıvının içine konularak büyütülmesi ile elde ediliyor.” “Gıda amaçlı yetiştirilen bazı hayvanlardan alınan kök hücrelerinin bir biyoreaktörde geliştirilmeleri ile yenilebilir olgun kas hücrelerine dönüştürülmesi sonucu yapay et üretilir. Bu süreçte etin tüketilebilir hale gelmesi için geleneksel hayvancılıktaki gibi yıllar değil haftalar veya aylar geçmesi yeterli olmaktadır.” “Yapay et üretimi laboratuvar koşullarında kontrollü bir şekilde yapıldığından geleneksel hayvancılığın taşımış olduğu mikrobiyal risk oldukça düşüktür. Öte yandan yapay et üretiminde farklı kimyasal koruyucu ve gelişimi destekleyici maddeler kullanılmaktadır. Bu kimyasalların kullanım oranlarıyla ilgili net protokoller henüz oluşturulamamıştır, bu nedenle fazlasının metabolize edilmesinin vücutta nasıl sonuçlara yol açacağı maalesef bilinmemektedir. Ayrıca kök hücrelerin çoğalıp başkalaşarak ete dönüşme sürecinde kanserleşme riski de bulunmaktadır.” En çok merak edilen konulardan biri de yapay etin tadının neye benzeyecek olduğu, gerçek et tadını yakalayıp yakalayamayacağı hususu. Tatlıeşme şöyle devam ediyor: “Lezzet algısı çok kişisel olabileceği için, bunun net bir cevabı yoktur. Geleneksel et üretiminde etin dokusunda bulunan kan, kas, yağ, sinir ve kemik gibi dokular etin kendine has kokusu, kıvamı ve tadını oluşturmaktadır. Yapay et üretiminde ise beslenmede kullanılmayacak kısımların üretimi planlanmadığı için orijinal et tadını yakalayabileceğini düşünmüyorum.”
Biftek.co’nun kurucu ortaklarından Kerem Erikçi ise verdiği bir mülakatta, ‘yapay et’ yerine ‘gerçek et’, yahut ‘temiz et’ ifadesinin kullanılması gerektiğini ifade ediyor. Yapay et ifadesini yanlış buluyor. Zira hayvanın kök hücresinden alındığı için labaratuvar ortamında daha sağlıklı bir şekilde gerçek bir et üretildiğini iddia ediyor. Fakat bu yapay etin ne kadar sağlıklı olduğu konusu ise henüz açıklığa kavuşmuş değil.
Yapay Et Tartışmalarının Kaynağı Nedir?
Koronavirüs salgını büyük tesislerin kapılarını kapatmasına ve et üretiminde daralmaya neden olurken ‘bitki bazlı yapay et’ sektörünün de gelişmesine neden oldu. Basında yer alan haberlere göre, gıda teknolojisinin en büyüklerinden biri olan Beyond Meat isimli şirket büyük gelişme kaydederken, bu alandaki küçük şirketlerin de ciddi yatırımlar almaya başladığı ve salgının sürdüğü 2020 yılı nisan ayı ortalarında ABD’de yapay ete olan talebin önceki yıla oranla ikiye katlandığı bildiriliyor.
Bloomberg’te yer alan bir başka habere göre, sermaye şirketi Coller Capital’in kurucusu Jeremy Coller, “Alternatif protein tezi, koronavirüs salgınıyla birlikte güçlendi. Bunu, muazzam bir şekilde gelişen ve önemli hale gelen bir sektör olarak görüyoruz” diye konuştu. Coller aynı zamanda, Çiftlik Hayvanları Yatırım Riski ve Getiri Girişimi’ni (FAIRR) hayata geçirdi (FAIRR, yoğun hayvancılık üretiminin küresel finansal sistem için önemli riskler oluşturduğuna ve sürdürülebilir kalkınmayı önlediğine dikkat çeken bir girişim). FAIRR üyeleri ve bağlantıları dünya çapında 20.4 trilyon doları yönetiyor! 2019’da gıda pazarı sadece yüzde 2,2’lik bir büyüme gösterdi. Diğer taraftan bitki bazlı gıdaların yüzde 11.4 arttığı tahmin ediliyor. Yapay etlerin satışı ise yüzde 18 yükseldi.
Bir başka Amerikan şirketi Plantible, yaklaşık yüzde 45’i protein olan ve sadece 48 saatte biokütlesini yenileyen su mercimeği yetiştirmeyi hedeflediğini bildiriyor. Gelen haberlere göre, ürün tatsız olacak ama yemeklerde protein açığını kapatmak için kullanılacak. Vectr Ventures’in ortağı Alan Chan, “Bu yatırım, salgından daha acil bir konu haline gelecek olan; Asya’nın nüfus artışı, kentsel göç ve gıda sorunlarına odaklanmanın bir yolu” iddiasında bulunuyor.
Türkiye’de bu alanda ilk çalışmalardan birine imza atan Erdem Erikçi de bir mülakatında konuyla ilgili şunları anlatıyordu: “Tarım devrimi öncesi dünyada sadece 2.5 milyon insan yaşarken, kişi başına düşen arazi miktarı 61 kilometrekareydi. Bugün ise kişi başına 0.02 kilometrekera alan düşüyor. Milattan 10 bin yıl öncesinde 61 kilometrekare içinde bulunabilecek, yenebilir ve besleyici niteliği olan her şeyi düşünürseniz, dünyanın insanları ve hayvanları beslemekte hiç zorlanmayacağını anlayabilirsiniz. Fakat bugün dünya zorlanıyor. Eğer yediklerimizin üretiliş şekli değişmezse yarın daha da zorlanacak.”
Yapay etin üretilme sebebi olarak yukarıda anlatılanların dışında farklı bazı sebepler de dile getirilmektedir. Ankara Üniversitesi Kök Hücre Enstitüsü Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Can Akçalı da ‘yerli yapay et’ çalışmaları için ABD’de patent başvurusunda bulunduklarını belirtirken, yapay et üretimi için savunmasını şu şekilde yapmaktadır:
•Bir kilogram kırmızı et için 15 ton su harcanıyor.
•Bir kilogram et için hayvanların beslenmesi ve barınması için 178 metrekare araziye ihtiyaç duyuluyor.
•Petrolle çalışan vasıtaların ürettiği karbon izinin yaklaşık yüzde 25’i kadar metan gazını, sadece büyükbaş hayvanlar üretiyorlar.
•İklim değişikliği konusunda da ciddi bir etkisi bulunuyor.
•Bir kilogram et üretimi için 300 kilogram CO2 (karbondioksit) salınımı gerçekleşiyor
•Hayvanlar, ticari kaygılar nedeniyle, hasta olmasalar dahi birçok antibiyotiğe maruz kalıyor.
•Yapılan çalışmalar antibiyotik dirençlerinin hayvanlardan yediğimiz etlerden geçtiğini ortaya koyuyor. Hayvan refahı konusunda da önemli sorunlar var.
•BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre et talebi bugünkü seviyenin yüzde 70 üzerinde olacak. Bu talebi karşılamak için ise çözüm olarak devreye laboratuvar ortamında üretilen et girecek.
2013 yılında Hollanda’da yapay et ilk yapıldığında bir kilogram hamburgerin fiyatı 300.000 dolardı. Teknolojik gelişmeler sayesinde şimdilerde ise bu maliyet 2500-3000 dolar seviyesine düşmüştür. Bu ilerleyen aşamalarda daha da düşecektir. Bu haliyle marketlerde satışa sunulması elbette mümkün görünmüyor. Bundan dolayı da Bill Gates yapay etin şimdilik ‘zengin işi’ olduğunu dile getiriyor. Bill Gates’in ifadesiyle ilk etapta labaratuvar ortamında üretilecek olan bu yapay eti 80 adet fakir ülke yiyemeyecek, ancak zengin ülkeler yiyebilecek. Lezzet konusuna ise Gates hiç takılmıyor, ‘zamanla herkes alışır’ diyor. Fakat biz biliyoruz ki endüstriyel bir üretim söz konusu ise böylesi bir üretim yalnızca zenginler için değildir. Tüm dünyaya pazarlanması amaç edinilen bir ürün olarak görünmektedir. Hatta zenginler kendi çiftliklerinde doğal olan eti, sütü, peyniri ve diğer bitkisel ürünleri tüketirken labaratuvarda üretilen yapay ürünleri dünyanın geri kalanına pazarlamaları mümkündür. Giderek market raflarında yerini alacak bu yapay ürünler doğal olanından daha ucuz ve daha cazip şekilde sunulacaktır. Gelir seviyesi düşük olan insanlar da bu tür ürünleri tercih etmek zorunda kalacaklardır. İnsanlara ya açlıktan ölmek ya da bunlardan yiyerek ölmek tercih olarak sunulacaktır. İnsanlığa bir yandan sağlıklarını bozabilecek gıdaları satarken, diğer yandan onları iyileştireceğine inandıkları ilaçları/sağlık uygulamalarını da satacaklardır. Kısacası hem kundakçı hem itfaiyeci rollerinden hiç vazgeçmeyeceklerdir.
Kur’an’ın ifadesiyle kendini ‘müstağni’ gören insan tuğyan etmektedir. Her türlü krizi kendi menfaatine olacak şekilde yorumlayarak doğal olandan giderek uzaklaşmayı tercih etmektedir. Kendisini doğanın üstünde bir güç ve tanrı ilan etmek istemektedir. Oysa doğal olana açtığı her savaş insanlığın geri kalanına zarar olarak geri dönmektedir. Daha fazla kazanmak uğruna gereğinden fazla üretim yaparak doğayı tahrip etmekte, toprağı ve suyu bozmakta, gökyüzüne zehirli gazlar yaymakta, bunun akabinde oluşan sağlık sorunlarıyla, salgınlarla, kıtlıklarla, kuraklıklarla mücadele etmekten ise yorulmamaktadır. Ayrıca yarattığı bunca kirliliğin ve kötülüğün sebebi olarak kendini görmeyip yine kusuru doğada, doğal olanda arayarak endüstriyel saldırganlığına devam edebilmektedir. Avustralya’da çıkan yangınlara sebep olan kuraklığın müsebbibi olarak nasıl develer öldürüldüyse, covid 19 salgınının sebebi olarak vizonlar katledildiyse, benzer sebeplerle de hayvancılık ve tarım doğal olandan koparılmak istenmektedir. Elbette bunu yaparken dünayayı ikna edecekleri yeni bir dile de ihtiyaç vardır! Son dönemlerde revaçta olan “bilimsel” bir dille insanları ikna etme gayretine girilmiştir. Ne var ki bu “bilimsel” dili konuşanların da bu küresel şirketler tarafından fonlanan vakıf, STK, üniversite gibi kurumlar olması dikkat çekicidir.
Değerlendirme:
Kyoto protokolü ile başlayan ve Paris İklim Anlaşması ile 196 ülkenin taraf olmasıyla nihayetlenen, Türkiye’nin de 6 Ekim’de onayladığı anlaşma üzerinde henüz üye devletlerin de mutabakat sağlayamadığı görülmektedir. Bunun için Glasgow zirvesinde bazı maddelerin yeniden üzerinden geçilmesi kararı alınmıştır. Türkiye’nin acelecilikle böyle bir anlaşmayı onaylayacağını bildirmesi ve özellikle ‘gelişmekte’ olan ülkeler statüsünde imzalayacak olması, Yeşil Fon’dan faydalanma arzusunda olduğuna işaret etmektedir. Zira Cumhurbaşkanlığı makamının meclise havale ettiği gün Yeşil Fon’dan Türkiye’ye 500 milyon euro finansman sağlanmıştır.
İklim anlaşmasının hedeflerine bakıldığında özellikle karbon salınımının en yüksek olduğu ülkeler dünyayı giderek daha fazla kirletmeye devam etmektedir. Dünya petrol üretiminin %40’ını elinde tutan ABD’nin fosil yakıt üretiminin azaltılmasını önermekte oluşu oldukça manidardır. Karbon salınımına en yüksek düzeyde sebep olan dünyada yaklaşık 90 şirket yine ABD, Çin, Almanya ve Avrupa Birliği ülkelerine aittir. Bu anlaşma öyle görünüyor ki dünyayı kirletmeye yine büyük güçler devam edecek ama ceremesini gelişmekte olan ülkeler çekecektir. Bu anlaşmaya taraf her ülke karbon salınımı ile alakalı olarak bir taahhütte bulunacak, bu taahhütler neticesinde hayvancılık sektöründen tarım sektörüne, inşaat sektöründen diğer üretim sektörlerine kadar küresel güçlerin dayattığı kurallara binaen iş yapılacaktır. Her şey küresel güçlerin arzusuna göre şekillenmiş ve endüstrileşmiş olacaktır. Doğal olandan giderek uzaklaşmış olarak ‘sanal’ bir dünyada yaşamaya başlayacağız. Matrix filminde ajan Simith’in salatalığı yerken “Bunun gerçekten bir salatalık mı olduğunu düşünüyorsun?” sözü gerçekleşmiş olacak! Artık yediğimiz, içtiğimiz her şey gerçek olanın bir kopyası, imitasyonu olmaya doğru gidiyor.
Yapay etin 2025 yılında piyasaya sürülmesi ve 2030 yılında dünya et pazarının %10’unu oluşturması beklentisi var. Aslında beklediğimiz felaket çok da uzakta görünmüyor. Bugünün otuzlu yaşları ve üzerini yaşayanlar için olmasa da, otuzlu yaşların altındaki nesiller için yapay et artık sıradan bir konuya dönüşecek gibi görünüyor. Artık insanoğlu her şeye hükmedeceği zannıyla tanrı olmanın ve tanrı gibi hissetmenin hazzını yaşayadursun giderek kendi felaketini hazırlamaktadır. İnsan fıtri olandan uzaklaştıkça kendini yok eden bir anafora dönüşmektedir. Önüne ne gelirse kâr/çıkar hırsına savurup atmaktadır. Allah, yeryüzünde yiyeceğin ve içeceğin temiz olanlarını helal kılmıştır. İnsanoğluna düşen ise Allah’ın temiz olarak addettiği yiyeceklere yönelmektir. Bitki olsun hayvan olsun her şeyi kendi doğası içinde yetiştirip faydalanmak lazımdır.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *