Belki ilginç gelecektir ama Türkiye’de çok nadir gerçekleşen bir toplumsal mutabakatla yaklaşık yirmi yıldır iktidarda olan AKP sadece toplumun zinde güçleri değil, bizzat kendi (muhafazakâr) seçmen kitlesi tarafından da laikliği dışlayan değil, benimseyen kimliğinden dolayı tasvip görmüştür.
AKP’li bir eski milletvekili (Resul Tosun) gazetedeki köşe yazısında, CHP’nin laiklik ilkesinden hareketle dindarlara reva gördüğü baskı ve zulümlerden şikayet ederek, yazının son bölümünde, 90 yıldır dindarlara hayatı zehir etmeye çalışanların tek gerekçeleri olan laikliğin ya anayasadan çıkartılmasını ya da istismarı engelleyecek netlikte bir tarifi yapılarak, anayasada o haliyle yer almasını önerdi. Yazı CHP’nin 90 yıllık sabıkalarına atıflar yapmakla beraber, 9 Eylül gününde Balıkesir/Edremit’in düşman işgalinden kurtuluşunun 99. yıldönümü vesilesiyle yapılan törenlerde, çarşaflı bir kadının (düşman işgalinden değil de) çarşaftan kurtarılmasını temsil eden bir oyunbazlığa tepki içeriyordu.
“Laiklik anayasadan çıkartılsın” yazısı, gündem sıkıntısı çeken kimi CHP’liler ve başka bazı gayretkeşler için iyi bir fırsat oluşturdu. Yazarın niyetleri sorgulandı, ülkeyi şeriata teslim etme amacı güden karanlık güçlerden dem vuruldu. ‘Allahsız’ bir hayatı asla zayi etmek istemeyen ve laikliği ebediyete kadar kendilerini koruyup kollayacak, her şeye kadir bir tanrı filan zanneden ‘helak edilmiş kavimler’ artıkları kalemlerinin bütün kıvraklığıyla abandılar: Laikliği anayasadan çıkartmayı kimse aklından dahi geçiremezdi! Laikliği İslam düşmanlığının merkez üssü olarak algılayanların yaklaşımını “Laiklik Türk milletinin yeni dinidir, nokta” şeklinde özetlemek mümkündür.
Tüm bunlara rağmen iddiamız ve inancımız odur ki, laiklik tartışmalarında asıl teyakkuz halinde olunması gereken kesim CHP’den ziyade, istismar edildiği gerekçesiyle laikliğin anayasadan çıkartılması ya da hiç değilse yeni bir tanımının yapılması gerektiğini önerenlerin yaklaşımıdır.
Laiklik küçük bir azınlık tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin en önemli bir unsuru olarak bu topluma bir şekilde benimsetildi. Bu uğurda sadece, laikliği en zalim yöntemlerle dayatan çeteye zaman zaman öfke duyulmaktaysa da, gerekçesi ne olursa olsun, laikliği benimseyen, ondan razı olan toplum sorgulanmamaktadır. Yüz yıllık süreç içerisinde, yüzde 99 itibariyle Müslüman kabul edilen bir toplum Allah, Rasûl, Kur’an gibi mefhumların yanında laiklik terimine de yer vermiş, laiklikle İslam arasında bir tezat görmeyen bir zihniyete evrilmiştir.
AKP’li eski milletvekilinin teklifi üzere laiklik anayasadan tümden çıkarılsa, gerçekten Müslümanların laiklikle ilgili sorunları biter mi, yoksa sorun asıl o zaman mı başlar? Kanaatimiz odur ki, sorun yeni başlayacak ve dindarlar, toplumun laikliği nasıl da içselleştirdiğini, dahası, laikliğin gerçek bekçisinin artık kolluk kuvvetleri olmayıp, halkın kendisi olduğunu daha iyi fark edeceklerdir.
Şu anda laiklikle ilgili bütün mevzuat ilga edilse de, fiilen laikliği koruyup kollayacak olan ne yazık ki, başı eşarplı anneler, “cumanız mübarek olsun”cu hacı emmiler; zaruret halinde faizli kredilere cevaz veren; muhafazakâr iktidarı uyarmayı caiz görmeyen ilahiyat hocaları; ezan okununca camiye dalarak, çantasında taşıdığı başörtüsüyle namaz kılan pantolonlu kızlar; yüz yıl öncesindeki icraatlarından dolayı telin edilen liderleri deccallaştırmanın şeytanlık olduğunu söyleyen cemaat liderleri, hasılı Kur’an’ın muhtevasıyla bugün yaşanan Allah’sız hayat arasında herhangi bir sıkıntı görmeyen bütün toplum kesimleridir. Müslüman yerine ‘muhafazakâr’ ismini tutmuş kitleler laikliğin hiçbir tanımını bilmeseler, laiklik adına hiçbir kitap hatta bir makale dahi okumamış olsalar bile, laiklikle hedeflenen zihniyet dönüşümü bu topraklarda, beklenen düzeyde gerçekleşmiştir; aileler ve bireyler hayatlarını ona göre düzenlemektedirler. İslam’a ait bütün kelime ve kavramlarımız (mesela ahlak yerine etik; nüsük/ibadet yerine ritüel gibi), seküler olanlarıyla yer değiştirmiştir. Yani değiştirilen sadece, çarşaf yerine pantolon değildir.
Laiklik öncelikle, milyonlarca çocuğun keslim edildiği okullarda ete-kemiğe bürünmektedir. Okullarda ‘andımız’ı AKP iktidarının kaldırmasını çok önemseyen ‘İslamî’ çevreler, muhtemelen laikleşmenin ‘andımız’ denilen Kemalist tapınma (ritüel!) biçiminde temerküz ettiğini sanmışlardı. Oysa mahut andın kaldırılması hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Türkiye’nin eğitim sistemini birazcık yakından tanıyanlar, laikliğin belki de asıl kökleştiği yerlerin başında din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri, ilahiyat fakülteleri, ‘İslami hassasiyeti olan’ herkes olduğunu görebilirler.
Ülkede laikliği okullardan, laik hukuka göre işleyen yargı sisteminden, hakimiyeti Allah’a ait olmaktan çıkarıp, ‘millet’ adı altında seküler/laik yurttaşlara veren büyük millet meclisinden önce ülkenin camilerinde aramak gerekmektedir. Bu cümleden olarak mesela, yeni Yargıtay binasının açılışına besmeleyle katılan Diyanet İşleri Başkanı’nın, bu hizmeti ‘hayırlı’, ‘mübarek’, ‘bereketli’ eylemesi için Allah’a dua etmesi gerçek bir laiklik işlemi değil midir? Tabi ki laik mahallenin cingözleri, Ali Erbaş’ın duası esnasında Yargıtay Başkanının da el açıp duaya iştirak etmesini ‘sorun’a dönüştürmekte mahirdirler. Oysa burada laiklik açısından hiçbir sorun bulunmamaktadır. Muhafazakârlar haklı olarak sormaktadırlar: Yargıtay başkanının el açıp dua etmesinin neresi laikliğe aykırıdır? Neticede bir yanda bu ‘olurdu-olmazdı’ tartışmaları sürerken. Öte yanda laiklik daha da semirmekte, bizatihi dindarların katkısıyla toplumun yeni dini haline gelmektedir. Kısaca laiklik özellikle abdestli-namazlı vatandaşlar marifetiyle güçlendirilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanının sık sık, Cumhurbaşkanının yanında dua ederken görüntülenmesini ya da dini teşkilatın başı olarak iktidarın siyasetine alet olarak adımlar atmasını yadırgayanlara, her ne kadar Papanın otoritesinin mutlaklığı ezberlenmiş bir bilgiyse de, Ortaçağda dahi kralların tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görüldüğünü hatırlatmak gerekir. 21. Yüzyıl Türkiye’sinin şartlarında devlet başkanı, tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görülmeye, Ortaçağ Avrupa’sının bazı krallarından daha layık değil midir?
Belki ilginç gelecektir ama Türkiye’de çok nadir gerçekleşen bir toplumsal mutabakatla yaklaşık yirmi yıldır iktidarda olan AKP sadece toplumun zinde güçleri değil, bizzat kendi (muhafazakâr) seçmen kitlesi tarafından da laikliği dışlayan değil, benimseyen kimliğinden dolayı tasvip görmüştür. Bir başka deyişle seçmen kitlesi AKP’ne şeriat getireceği için değil, şeriat getirmeyeceği için oy vermiştir. Parti de —zinde güçleri olduğu gibi— kendi tabanını da hayal kırıklığına uğratmamıştır.
Nitekim sabık milletvekilinin çıkışı üzerine AKP sözcüsü Ömer Çelik’in açıklamaları bu tespitimizi yeterince açıklamaktadır. Çelik, “(Laiklik konusu) Partimizin tüzüğünde net bir şekilde ifade edilmiştir. Laiklik prensibinin anayasada korunması gerektiğini düşünüyoruz. Hiçbir şekilde Ak Partinin, [laikliğin] anayasadan çıkartılması gibi bir teklifi olamaz. Bu teklife Ak Partinin olumlu bakması da mümkün değildir. Türkiye laik, demokratik sosyal bir hukuk devletidir.” demiş ve noktayı koymuştur.
Bu durumda, laiklik kaldırılsın ya da yeniden tanımlansın teklifinin hiçbir karşılığının olmadığı, herhangi bir yaraya merhem olmayacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da ötesinde laiklik anayasadan çıkartılsın teklifi aslında laikliğin ne olduğunu ve laikleşmenin kanser gibi insan hayatının her alanına yayıldığını kavramamışlığı göstermektedir.
Laiklik daha ziyade hukuki ve siyasi bir mesele gibi algılansa da, gerçekte hayatın tamamını hedef alan bir sapmadır. Laikliğin İslamî terimlerden bulacağı karşılık ancak küfür ve şirk olabilir. Mülk ve hayat Allah’a aittir. Mülkü Allah’tan alıp, herhangi bir kişi ya da kuruma devretmek mümkün olmadığına göre, hayatı da “şu kısmı Allah’a, şu kısmı da tanrımız olan liderlerimize/başkanlarımıza aittir” diyerek bölmek mümkün değildir. Bir Müslümanın laiklikle ilgili tutumu sadece, laikliğin Allah’a ve Rasulüne harp açmak olduğunu kabul edip, Allah’ın yegâne ilah olduğu inancını hayatın her alanına teşmil etmek olabilir.
Son yıllarda muhafazakâr demokrat AKP iktidarının doğurduğu tesirlerle, laikliği kendince yeniden tanımlama eğilimleri baş göstermiştir. Sözde bu yeni tanımlarda iki ana tema öne çıkmaktadır. Bunlardan biri, devletin bütün din ve inançlara eşit mesafede olması, diğeri de laikliğin inanç ve düşünce özürlüğü sağladığı iddiasıdır. AKP sözcüsü Ömer Çelik bugün laikliğin sadece devlet düzenini ilgilendiren mesele olmayıp, aynı zamanda sosyal barışı da sağlayan bir unsur olduğunu belirtirken aslında laikliğe yeni bir tanım daha eklemiş olmaktadır. Bu tanımlara tutunanların özürleri kabahatlerinden büyüktür çünkü bu yeni tanımların hepsinde laikliğe üstün koruyuculuk payesi verilmekte, İslam’ı diğer tüm din ve inançlarla aynı düzleme yerleştirdikten sonra, bir de ona hamilik/koruyuculuk yaptırılmaktadır. Bu da, İslam’ı reddetmenin daha ‘ılımlı’ bir yöntemidir.
YANLIŞ SİYASET YANLIŞ İKTİSAT
İlk düğmeyi yanlış ilikleyen kurulu düzenin, hayra yönelik bir adım atma ihtimali de sıfır görünmektedir. Düzenin olduğu gibi toplumun gündeminden de hayır giderek düşmekte, hayır bilinmemekte, bilinse de reddedilmektedir. Hayrın elde edilmesi için bir adım atılmamaktadır. Ülke yönetimini dört-beş yıllığına kimin üstleneceğini belirlemek için yapılan basit bir seçim işi, ülkenin siyasi olduğu gibi, ekonomik kâbusu da olmaktadır. Her seçim ülkenin kasalarını tam takır yapmaktadır. Kendi kendini yönettiği söylenen halk bir kere daha kandırılırken, ülkeyi seçime girdiren mevcut iktidar, bisikletten düşmemek için pedal çevirmeye devam etmektedir. Yani iktidar giderayak ‘milli servet’ kesesinin ağzını sonuna kadar açmakta, seçimi kazanmak için halk dalkavukluğunda sınır tanımamaktadır. Bu arada muhalefet partileri de, İktidar ne veriyorsa, onun beş fazlasını vermeyi vaat etmeyi siyasi kariyerlerinin temel taşı sanmaktadırlar. Nasıl olsa kendi servetlerinden değil, kendi kendini yönettiği yalanına kurban verdikleri halkın cebinden gidiyor gidenler. Seçimlerde hadsiz hesapsız yapılan propaganda harcamaları da tam bir zulüm örneğidir. Partiler har vurup harman savursunlar diye onlara hazineden para yardımı yapılması da keza, zulmün bir parçasıdır. Dikkat edilirse muhalefet daha iktidara gelmeden, ‘oyunu kurallarına göre oynamak’ ilkesini layıkıyla benimsemiş bulunmaktadır. Kurulu zulüm düzeninde böylece değişen bir şey olmamaktadır.
Ülke onlarca seçim gördüğü, bir o kadar hükümet değiştirdiği halde, eşyanın tabiatına uygun bir ekonomik sistem asla kurulamamaktadır. Nasıl ki aile, karı-koca (kadın-erkek) ve çocuk ilişkileri sırf hukuki mevzuatla ve polisiye tedbirlerle çözülür sanılıyorsa, ülkenin ekonomik sorunları da —derin bir cehalet örneği olarak— merkez bankası, faiz indirim-bindirimi, döviz kurunun analizleriyle çözülür sanılmaktadır.
Günümüz insanının en belirli özelliğinin tatminsizlik olduğu, akleden her insanın teslim edeceği bir gerçektir. İnsan telakkisi baştan sona seküler olan bu toplumun tatmin edilmesi de asla mümkün görünmemektedir. Kapitalizm dinine göre eğitilen toplum kaynakların sınırlı, ihtiyaçların ise sınırsız olduğu temel tezine inandırılmıştır. Kaynakların sınırlı olduğu doğrudur lakin ihtiyaçları ‘sınırsız’ olarak tanımlamak insanı zehirlemektedir. Şayet ihtiyaçlar sınırsız ise, ülkenin ırmaklarından su yerine para aksa yine de bunların giderilmesi imkân dışıdır.
Devlet ve toplumun mutabakatıyla, geleceğin öznesi nesiller yetiştirilmektedir. Yirmi sene sonra ülkenin her alandaki iplerini göğüsleyecek olan bu nesil bilek gücüyle çalışmayı, alın teri dökmeyi sevmemektedir. Yorulup ter dökmeden para kazanmak ama kazancın da en yüksek limitten olması en büyük özentidir. Bir koyup üç değil, belki yüz almak istenmektedir. Emek ‘dışarı’, şans oyunları, borsa, milli piyango ‘içeri’ edilmektedir.
Üniversitelerin açılmasıyla birlikte yurda kayıt yaptıramayan, kalacak ev de bulamayan öğrenciler meselesini muhalefet partileri iktidarı yıpratmak için iyi bir fırsat olarak değerlendirmekte, öğrencilerin parklarda yatması gibi bir ‘fikir’ icat ederek, popülizme devam etmektedir. Oysa muhalefet, bindiği dalı kesmektedir. Muhalefetin dalkavukluğu öğrencilerde ‘iktisat’ bilincini mi uyandırmakta, yoksa sonsuz ihtiyaçlarının tamamen karşılıksız olarak karşılanması gerektiği beklentilerini mi teyid etmektedir? Üzümü yemeliyim ama hangi bağdan, ne şekilde geldiğini sormamalıyım… Ben cebime giren paraya bakarım, nereden geldiği beni ilgilendirmez… Muhalefet başarılı(!) bir mizansenle öğrencileri parklarda yatırmaktadır fakat kafeleri tıka basa kimin doldurduğunu, saatlerce eğlendikleri bu mekanların hangi değirmenin suyuyla beslendiğini sorgulamamaktadır. İktidar ise muhalefeti yalan söylemekle suçlamakta fakat kendisi de, ‘hak/hikmet/adalet/iktisat’ ekseninde bir ahlak sunamamaktadır. Savurganlığa hükümet öncülük etmektedir. Sonuçta hemen bütün kesimlerin elbirliğiyle, ‘geleceğimizin teminatı’ bencil, çıkarcı, hazırcı, tatminsiz ve müsrif bir nesil imal edilmektedir.
İktidar ve muhalefet partileri arasındaki gerilim unsurlarından biri de işsizlik konusudur. Fakat her iki kesim de (yani tüm demokratik bileşenler), işin ne olduğu, çalışmanın önemi, alın terinin kıymeti, kişinin ekmeğini helal yoldan kazanmasının saygınlığı vb. üzerinde durmamaktadır. Basın-yayın organları ve bilhassa sosyal medya çocukların sanayide çırak veya tarlada ırgat olarak çalışmasını büyük bir facia gibi sunmaktadır. Bir çocuğun çalışması büyük bir skandalmış gibi haber yapılmaktadır. Tarlada çalışan, dağda çobanlık yapan ya da sanayide araba tamir etmeyi öğrenen bir çocuğun görüntülenmesi, Afganistan’da uçağın uçuş takımından düşen çocuk görüntüleri kadar ‘şok’ damgası yemektedir. Öyle zannediyorum ki tüm insanlık tarihi boyunca başka hiçbir dönemde çocukların çalışması bugün olduğu kadar bir trajedi gibi sunulmamıştır.
İslam’a ait kavram ve değerlere modernizm boş yere savaş açmadı. Müslümanlar olarak bizler iktisadı bilir, ‘ekonomi’yi bilmezdik. Ama şimdi tersi oldu. İktisat kelimesinin sözlük anlamı ifrat ve tefritten sakınma, ölçülü olma, israf etmemedir. İsraf ise her işte aşırılık, haddi aşma demektir. İşte aşırılıklardan kaçınmayı, israf etmemeyi ahlak haline getirmeyi, ölçülü/mutedil bir hayat sürdürmeyi ilke edinmeyi öğreten bir kelimemiz olmasın diye, iktisat kelimesi kullanımdan düşürülmüştür. İktisat, yenisiyle eskisiyle nesillerin çalışmasını, üretmesini, kazanmasını, azla yetinmeyi bilmesini, denizin kıyısında abdest alsa bile israf etmemesini anlatır. Bir ekmek parası kazanmayan insanın dostunun yüz karası, düşmanının maskarası olduğuna inanmak iktisat ahlakıdır. Seçimi kazanma hedefine giderken her yolu meşru/mubah sayan demokratik partiler insanımızda ahlak namına hiçbir şey bırakmadıklarının farkında bile değiller.
İKTİBAS
(2021 Ekim sayısı Yorum’u)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *