Taliban cemaati öyle görünüyor ki Afganistan’da bir iktidar kuracak, bir yönetim gerçekleştirecektir. Ama bunun Kur’an ve sünnette karşılığı olan bir İslamî yönetim olacağına dair —umudumuzun ötesinde— bir karine yoktur.
Afganistan’da Taliban’ın bir şekilde iktidara yürümesi vesilesiyle bütün dünyada siyasi yorumculara büyük bir iş sahası açıldı. Televizyonların kendini bilmekten başka her şeyi bilen kadrolu uzmanları Taliban’ın ülkesinde —gıyaben— duruma el koydular. Bu arada bizi asıl alakadar eden, Müslüman mahallesindeki kafa karışıklığıdır. Şüphesiz herkes gibi bizim yaptığımız bu değerlendirmenin de isabet edenleri olduğu gibi, etmeyenleri de olacaktır. Ya da şöyle söyleyelim: Yaptığımız değerlendirmenin beğenilen cümleleri de olacak, beğenilmeyenleri de. Mutlak doğruyu bilen sadece Allah’tır. Taliban’la ilgili mutlaka bir görüş belirtmek zorunda olmamak, herkes gibi bizim için de geçerlidir fakat bu vesileyle kendi en öz ve özgün meselemiz üzerine kanaatlerimizi sizlerle paylaşmış olacağız. Aksi takdirde sadece görüş belirtmek için bu satırları karalamış olmaktan Allah’a sığınırız.
Taliban’ın Afganistan’da yüz yüze kaldığı siyasi şartlar ve Taliban’ın nasıl bir hareket hattı izleyeceğiyle ilgili olarak her ideolojinin kendine özgü bakışı vardır ve bu doğaldır. Müslümanların yaklaşımının ise, ayağı yere basan gerçekçi analizlerden ziyade, duygu ve temennilerin siyasi değerlendirme yerine ikame edildiği yorumlardan öte geçmediğini görmek üzüntü vericidir.
İş duygu ve temenniye kalırsa, değil Afganistan, yeryüzünün tamamında Allah’ın indirdiklerine göre bir düzen kurulması biz müminlerin en büyük arzumuzdur. İsteriz ki bütün dünya ABD gibi büyük şeytan ve sair küçük şeytanların güdümünde olmasın, yekvücut bir darul İslam olsun. İmanımız bunu emretmektedir. Afganistan coğrafyamızda “Afganistan İslam Emirliği” adında bir İslamî yönetimin kurulması bizleri sevince gark eder. Zaten Müslümanlığımızın özeti bu değil midir? İslam davası, hele de adı ‘İslam ülkesi’ne çıkmış beldelerimizin her birinin Allah’ın Dinine göre bir hayat tarzının benimsendiğine şahit olabilmek dünyadaki en büyük hayalimizdir. Bu olmadığı sürece bütün sevinçlerimiz buruk olacak, bütün ‘başarılarımız’ eksik kalacaktır. İdealimiz yeryüzünün küçük bir köşesinde dahi gerçekleşse, yine kendimizi bahtiyar addederiz.
Gel gelelim, bu işler sadece temenni ile olmamaktadır.
Duyguların parlatıldığı analizlerde Taliban’ın Afganistan’da İslam emirliği kuracağı, bunu Müslümanların kabullenmekte neden zorlandıkları şeklinde, sorgulayıcı bir bakış öne çıkmaktadır. Bu kanaati besleyici olarak, ABD’nin Afganistan’da yenildiği, rezil rüsvay olduğu, adeta kaçarcasına Afganistan’ı terk ettiği söylemine tutunulmaktadır. Afganistan’ın imparatorluklar mezarlığı olduğu şeklinde, oldukça albenili bir aforizma da bu tabloya eklenmektedir.
Oysa ABD’nin Afganistan’da yenildiği, başarısız olduğu, bakış açısına göre değişir. ABD Allah’ın değil, şeytanın fısıltılarına göre iş yaptığı için her işi gerçekte bir yıkım ve hüsrandır. Fakat dünyanın hemen her köşesinde bu şeytani imparatorluk ve şürekasının yaptıkları planların işlediğini nasıl görmezden gelebiliriz? ABD’nin, değil Afganistan’da, dünyanın bir karış toprağında bile bir saatten daha fazla ayakta kalmasına imanımız razı olmamaktadır. Bununla beraber temennilerimizle gerçekleri birbirinden ayıracak kadar bir bilinç sağlığını daima korumalıyız. ABD Afganistan’da trilyon dolarlar para harcadı ama harcadıklarının en az iki misli de kazandığını tahmin edebiliriz. ABD nasıl ki Irak’ta, Suriye’de yenilmedi, sadece kendi hesap-kitapları oranında bu İslam beldelerini A’dan Z’ye her alanda fitneye uğratıp, sonra gerek gördükleri demde çekildi/çekilecekse, Afganistan’dan çıkmasına da öyle bakmak gerekir. Bir zamanlar —o gün ABD’nin misyonunu yürüten—İngilizler de Çanakkale’de bizim başımıza büyük çoraplar örmüşler, biz ördükleri çorabın altında “Çanakkale geçilmez!” diye böbürlenmiştik. Keşke dediğimiz gibi olsaydı. Hakikaten de canımız pahasına Çanakkale’yi geçirtmemiştik fakat bir de baktık ki düşmanımız Çanakkale’yi bizden önce geçmiş ve içeride toplum ve devlet yapımızı —bize rağmen— hallaç pamuğuna çevirmişlerdi. Bir devri kapatıp, bize yeni bir devir açan, o Çanakkale’yi geçirmediğimiz(!) İngilizler olmuştu.
İşte merhum İslam ümmetinin her bir kavmi ve her bir beldesi bu büyük yılana tekrar tekrar kendini ısırtmaktadır. Laf İngilizlerden açılmışken, 2021 yılının Ağustos ayında Afganistan beldemizin Taliban adındaki, Hanefi-Maturidî çizisinde oldukları bilhassa vurgulanan bir siyasal harekete teslim edilmesinde perde arkasındaki, görünmeyen güç olduğunu unutmamak gerekir.
Kısacası ABD veya İngilizler Afganistan’dan kaçmamışlardır; Afganistan’da yapabilecekleri bütün kafirliği yapıp, ekecekleri bütün fitne-fücur tohumlarını ektikten ve en başta yüklerini doldurduktan sonra ülkeyi asıl sahiplerine emanet(!) etmişler, demokratik (yani şeytanî) suratlarını bütün dünyaya göstererek, yeryüzünün bu en geri kalmış beldelerinden birine daha demokrasi-özgürlük-insan haklarını getirmiş olmanın dayanılmaz huzuru ile ülkeden ayrılmışlardır! Sanırsınız ki ABD, Halife Ömer’in yaşlı kadın ve çocuklarına sırtında un taşıyıp yemek yaparak yedirdiği gece aldığı huzuru tatmıştır…
Aslında Müslümanlar, Komünist Sovyetler’in işgali esnasında ABD’nin, beslemesi Suud hanedanını da yedeğine alarak Afgan cihadına destek verdiğinde bu mücadeleyi kaybetmişlerdi. Kafirlere karşı en başta akide, sonra siyasi duruş, hepsinin özeti olarak velayet bağına göre nebevî (çelikten iradeyle) bir tavır alamayan bütün İslamî yapılar bu kepazeliğin bedelini bir şekilde ödemektedirler. Sünnetullahın gereği budur.
Taliban cemaati öyle görünüyor ki Afganistan’da bir iktidar kuracak, bir yönetim gerçekleştirecektir. Ama bunun Kur’an ve sünnette karşılığı olan bir İslamî yönetim olacağına dair —umudumuzun ötesinde— bir karine yoktur. ABD ve başta İngilizler olmak üzere NATO devletleri bunun olmaması için ellerinden gelen bütün önlemleri almışlardır. “Allah’ın önlemleri beşerin bütün önlemlerinden daha güçlüdür” şüphesiz fakat Allah herhalde ‘önlemlerini’, nebilerinin örnekliğindeki gibi, Allah’ın müdahalesini gerçekten hak eden İslamî hareketlere ihsan edecektir.
Taliban ABD ile ilişkilerini kesmiş değildir. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haziran’da ABD Başkanı Joe Biden’la yaptığı görüşme hatırlanacak olursa, Afganistan’ı bir bakıma Türkiye’ye emanet ettiklerini anlamak bu kadar zor değildir. Kimi muhafazakâr yazarlar, adeta rableştirdikleri Cumhurbaşkanının da rıza-i şeriflerine uygun düşsün diye Türkiye’nin diğer İslam ülkelerine bir başka açıdan önemli örneklik teşkil ettiğini, Türkiye’nin Afganistan için çok kıymetli olduğunu yazıp çizmektedirler. Oysa gerçekler böyle değildir. Çanakkale’den İngilizleri ‘geçirmemiş’ bir millet olarak Türkiye başta Ortadoğu olmak üzere, Pakistan ve Afganistan gibi İslam beldeleri için, İslam’la demokrasi ve sekülerliği oldukça başarılı şekilde bağdaştırmış bir ‘İslam ülkesi’ olması bakımından en iyi örnek olarak sunulmaktadır. Türkiye’de Osmanlı’nın bitirilip, Cumhuriyetin kurulmasının ne anlama geldiğini merhum Muhammed İkbal dahi anlayamamıştı. Türkiye’ye gelerek M. Kemal’e hayranlığını arz eden Afgan kralı Emanullah Han’ın bu işi anlamış olmasını beklemek herhalde hak olmazdı.
Mustafa Kemal Emanullah Han’ın nasıl seküler demokratik bir düzeni inşa etmiş olarak gözlerini kamaştırdıysa, R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki Cumhuriyet yönetimi de Taliban’a modern dünyaya uyum sağlamasında en babacan sağdıç rolünü oynayarak, büyülemeye devam edecektir. Erdoğan’ın, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” sözleri bu saikle pek bir tepki çekmedi. Zira Taliban’ın (genelde tüm Afgan halkı) kısa şalvarı, ayağındaki terlik ve sakalı bugünkü laik uygarlığı rahatsız etmemektedir. Entarili Suudların on yıllardır kimseyi rahatsız etmediği gibi.
Sözün özü Taliban eski Taliban değildir. Türkiye’deki ‘yenilikçi hareket’ misali onlar da kendilerini yenilemişler, çağa ayak uydurmaya, uyum sağlamaya hazır hale gelmişlerdir. Nasıl ki daha düne kadar İslamî şiarlara Taliban’dan daha katı bağlı sanılan Suudiler bugün ezanın sesinin kısılmasını konuşabiliyorlar, gazinolar hızla Haremeyn-i Şerifeyn’i kuşatıyorsa, Allah korusun ama Taliban’ın kısa şalvarı ile Türkiye tarzı laikliği bağdaştırması da öyle sıradan bir iştir. Bu misyonda Türkiye yalnız değildir kuşkusuz, Pakistan da en büyük ortağıdır.
Çin’in ‘ipeksi’ dokunuşları, ABD ve batının kurduğu şeytani düzenek (kredi, teknoloji ve silah temini vb), Putin Rusyası’nın siyasetteki çetin cevizliği, Pakistan ve Türkiye’nin ‘sünni’-demokratik İslam ülkeleri olarak nüfuzları Taliban Afganistanı’nı nasıl bir yörüngeye oturtacak, şimdiden az çok bellidir. Özelde Afgan, genelde bütün İslam ümmetini İblis’in belirlediği bu yörüngeden sadece Allah’ın güç ve kudretine teslim olmak kurtarabilir. Bunun içinse Müslümanlardan mutlak bir teslimiyet gerekmektedir. 632 yılında Rasulullah (sav)’in vefat ettiği günden bu yana hep olduğu gibi bütün Müslümanlar bir kez daha şu yol ayrımında kesin kararlarını vermek zorundadırlar: Biz hangi yolun yolcusuyuz? Kimin ümmetinden, kimin milletindeniz? Kimden yanayız? Bizim velimiz kimdir? Kafirleri veli edinecek miyiz, edinmeyecek miyiz? Rabbimiz Allah’tır diyecek miyiz, yoksa Allah’ın yanında başka bir yığın rab daha edinmeyi kazançlı bir yatırım olarak mı göreceğiz?
Dünyaya hükmeden güçlü milletler kimsenin sarığı-cübbesi, takunyası ile uğraşmamaktadır. Onları tek alakadar eden şey menfaatleri ve düzenlerinin kusursuz işlemesidir. Bunun için de en büyük rakip ve düşman gördükleri İslam’ı dönüştürüp başkalaştırmak, siyasetlerinin birinci başlığıdır. Buna karşı hemen hiçbir direniş hazırlıkları olmayan Müslümanlardan, böyle müstekbir küresel bir tuğyana karşı koymaları düşünülebilir mi?
İnsanın Doğayla Savaşının Neticesi:
Doğal Afetler
Son birkaç asırdır dünyada egemenliği elinde bulunduran batı modernizmi yola “Tanrının ölümünün ilanıyla” çıkmıştı. (Burada batıyı bir coğrafya adı olarak değil, bir yaklaşımın adı olarak kullandığımızı hassaten belirtelim) İnsan artık kendi kendisinin tanrısıydı! Bu “tanrılığının” hakkını vermek için de her şeye ve tabi bu arada özellikle doğaya egemen olmalıydı. Bir yağma ve yığma düzeni olan kapitalizmin gereği de buydu zaten.
Bu şeytani algı ve yaklaşımla, doğaya aslında bir savaş açtı insanoğlu. “Ekonomi; sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların giderilmeye çalışılmasıdır” şeklindeki yine şeytani yaklaşım eşliğinde, kaynak elde etme adına doğaya çullanıldı. Rabbiyle, kendisiyle ve doğayla barış içinde, kanaat bilinciyle yaşaması gereken insan, modernizm tuğyanıyla tamah ettikçe kendisi dahil her şeyle savaşır hale geldi. ‘İnsan insanın kurdudur’ dedi!
Bu tuğyan ve savaşın sonucunda doğa, Rabbimizin kendisine yüklediği fıtratın bir gereği olan savunma mekanizmasıyla tepkisini çok ağır verdi. Önü alınamayan küresel ısınma sorunu ve onun doğurduğu orman yangını ve sel felaketleri son yıllarda dünyayı kasıp kavurmaya başladı.
Geçtiğimiz ay Türkiye’de yaşanan orman yangınları ve sel felaketleri de temelde, insanın batı modernizmi tuğyanıyla doğaya açtığı savaşın kaçınılmaz neticeleriydi. Kapitalist yağma ve yığma hırsının sonucu küresel ısınma sorunun yanı sıra, yine tamahkârlığın ve ona dayalı doğayla savaşın bir biçimi olarak dere yataklarının yerleşime açılması da yaşanan felaketlerin boyutunu artıran bir husus olarak karşımıza çıktı.
“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Umulur ki vazgeçerler diye Allah, yaptıklarının bir kısmını böylece onlara tattırmaktadır.” (Rum, 41) buyuruyor Rabbimiz.
Evet yaşadıklarımız, muhatap olduğumuz felaketler, insan elinin eseri olan kapitalist eksenli ifsadın bir neticesidir. Rabbimiz bu ifsadın sonuçlarını hepimize tattırmaktadır ki, bu ifsadın faili olmayan bizler de “bizi sokmayan yılan bin yaşasın” vurdumduymazlığı, sorumsuzluğu içinde olmayalım, o yılanın hepimizi soktuğunu bizatihi yaşayıp üzerimize düşen mücadele sorumluluğunu üstlenelim.
Unutmayalım ki, doğayı savunmak fıtratı savunmaktır. Fıtratı savunmak, Rabbimizin hepimizi onun üzere var ettiği yaratılış düzenini ve hiyerarşisini savunmaktır. Doğayı ve dolayısıyla fıtratı savunmak, Rabbimizin bizim için bildirdiği hayat nizamı İslam’ı savunmaktır.
İKTİBAS
(Eylül 2021 Yorumu)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *