ABD’nin küresel liderliği kontrolsüz düşüş trendinde

ABD’nin küresel liderliği kontrolsüz düşüş trendinde

ABD’nin gerilemekte olan bir süper güç olduğu konusunda uzmanlar arasında geniş bir uzlaşı var. Gerilemenin en net şekilde belirgin olduğu nokta, ülkenin güç projeksiyonunun giderek arzulanan uluslararası sonuçları doğurmaktan uzaklaşması.

Dr. Ali Aslan / AA

ABD 11 Eylül 2001’de kendi topraklarında maruz kaldığı terör saldırılarından sonra Irak ve Afganistan’ı işgal etti. Amaç ABD’yi ya da daha popüler ifadeyle “özgür dünyayı” hedef alan terörist grupları yok etmek ve bu iki ülkeyi yeniden inşa edip demokrasi getirmekti. Yirmi yıl sonunda ABD ne terörist olarak tanımladığı aktörleri bütünüyle ortadan kaldırabildi ne de bu ülkelerde demokratik bir devlet yapısı inşa edebildi. Çok sayıda sivil halk yerinden edildi, her türlü şiddete maruz kaldı ve çatışmalarda öldürüldü. Bu iki ülke her açıdan geriye gitti. Bu işgallere zemin hazırlamak için ortaya atılan iddiaların önemli bir kısmının -mesela Irak’ta Saddam rejiminin nükleer silahlara sahip olması- dönemin neo-con dış politika yapıcıları tarafından uydurulduğunun ortaya çıkması ABD’nin güvenilirliğine önemli bir darbe vurdu ve prestij kaybına neden oldu. ABD devletinin bu keyfiliği ve beceriksizliği dünyaya liderlik etme iddiasının altını oydu. Afganistan’dan çekilme kararı ve sonrasında yaşanan travmatik gelişmelerse bu sürecin son halkası oldu.

Bu iki ülkeye 2014 sonbaharında DEAŞ’la mücadele kapsamında YPG’ye verilen hava desteğiyle başlayan ve görece kısıtlı tutulan Suriye’nin işgali eklenmişti. Suriye’de de ABD istediğini tam olarak elde edemedi. DEAŞ yenildi ancak tam olarak sahadan silinemedi. Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinden sonra bu tür örgütlerin Suriye dahil bölgede başka yerlerde tekrar hortlamayacağının bir garantisi yok. Ülkede demokrasinin önündeki en büyük engel ve ağır savaş suçları işlemiş Esed rejimi ise halen ayakta. Esed rejimi varlığını Rusya ve İran’a borçlu. Süper güç ABD ne yazık ki bu iki bölgesel gücü bastırıp Suriye’de de istediğini elde edemedi. Daha da kötüsü, ABD’nin düşman devlet kategorisinde değerlendirdiği İran hem Irak hem de Suriye’de yaşanan işgaller neticesinde geniş bir alanı kontrolü altına aldı. Tarihi düşman Rusya bölgede daha fazla bayrak göstermeye başladı. Türkiye’nin PKK ile çatışma hattını Irak ve Suriye içlerine çekmiş olmasını da ABD’nin başarısızlık hanesine yazmak gerekir. En önemlisi, PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tam olarak meşru bir aktöre dönüştürülemedi. Bu terör örgütünün akıbetinin ne olacağı ve devletleşme hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağı halen belirsizliğini koruyor. Bu belirsizliğin yarattığı endişe, ABD’nin Afganistan’ı ani bir kararla Taliban’a bırakması ve kendi kaderine terk etmesiyle katmerlendi.

Biden yönetimi 31 Ağustos’a kadar askerlerini Afganistan’dan çekme kararını bir süre önce uygulamaya koydu. Bunun akabinde Taliban, 20 yıl önce kaybettiği ülkenin kontrolünü şok edici bir hızla yeniden kazandı. Bu karar Donald Trump’ın başkanlık döneminde Şubat 2020’de imzalanan anlaşmaya dayanmaktaydı. Bu anlaşmayla Trump, ABD askerlerini Mayıs 2021’in sonuna kadar çekme kararı almıştı. Biden yönetimi bu anlaşmayı askıya alabilirdi. Fakat Trump’ın dış politika çizgisini iç politikada artan baskıların da neticesinde kısa bir ertelemeyle devam ettirmekte karar kıldı.

Irak’ta ise askeri çekilme tam olarak sağlanmış değil. 2011’deki çekilme kararının ardından ABD kendince riskler görüp geri dönmüştü. Günümüzde Irak’ta ABD askeri varlığının oldukça azalmış olduğu ve operasyonlara aktif bir şekilde katılmadığı bir gerçek. ABD sorumluluğu büyük oranda yerel güçlere bırakmış durumda. Önceden belirlenen takvime göre, ABD’nin bu yıl sonuna kadar Irak’tan çekilmesi gerekiyor. Ancak Afganistan’da yaşananlardan sonra bu kararın uygulanma sürecinin oldukça zor geçeceğini söyleyebiliriz. Biden yönetimi üzerinde muhalifler büyük bir baskı kurmuş durumda. Biden’ın beceriksiz bir yönetim sergilediği tezi yoğun bir şekilde işleniyor.

Suriye’de ise ufukta herhangi bir askeri çekilme görünmüyor. ABD her ne kadar sorumluluğu YPG terör örgütüne ya da kendi ifadesiyle “Suriye Demokratik Güçleri’ne” devretmiş olsa da askeri koordinasyonun sağlanması, takviye güç ve askeri mühimmat transferi gibi politikalarla buradaki askeri varlığını devam ettiriyor. Afganistan ve Irak’tan farklı olarak ABD’nin stratejik netliği, yani YPG devleti kurma konusundaki kararlılığı -en azından şimdilik- Suriye’deki ABD askeri varlığının bir süre daha devam edeceğini gösteriyor.

ABD’nin Orta Doğu macerası

ABD’nin son 20 yılda bu bölgede ne yaptığını anlamak kolay değil. Çelişkilerle dolu politikalar uzmanların farklı tezler ortaya atmasına sebep oldu. Bazıları ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını komünizmden sonra yeni bir düşman -İslam dünyası- yaratma ihtiyacına bağladı. Samuel P. Huntington gibi siyasi çevrelerde etkili bir akademisyenin kaleme aldığı “medeniyetler çatışması” tezinin Washington’da alıcı bulması bu iddiaları destekler nitelikteydi.

Bazıları ise bölgede artan toplumsal değişim taleplerinin ABD aleyhine bir sonuç ortaya çıkarmadan askeri güç kullanılarak ve şiddetin önü açılarak bastırılmaya çalışıldığını öne sürdü. “Kültürel-toplumsal çölleştirme” şeklinde adlandırılan bu politikanın büyük ölçüde başarılı olduğunu belirtmek gerekir. Ülkeleri işgale uğrayan insanlar ölümü göze alarak tarumar edilmiş vatanlarından kaçmanın yollarını aradılar. Tarihin en büyüklerinden birisi olan bu göç dalgası halen yoğun bir şekilde devam ediyor.

Neo-con teo-politik kafa yapısını baz alan bazı uzmanlar ise ABD’nin büyük bir çatışma çıkararak “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” çalıştığını dillendirdi. İsrail ve İran’ın karşılıklı efelenmelerle bölgede zaman zaman çıkardığı kuru gürültü bu bağlamda değerlendirilebilir. Her ne kadar karşılıklı birbirini yok etme tehditleri laftan öteye geçmese de bölgeyi istikrarsızlaştırarak dış müdahaleye kapı aralamaya devam ediyor.

Başka bir tez ise ABD’nin işgaller yoluyla bölge ülkeleri arasındaki gerilimi artırarak ya da uluslararası ilişkiler literatüründe dışarıdan dengeleme (offshore balancing) olarak adlandırılan stratejiyi takip ederek bu ülkelerin enerjilerinin çatışmalarla tüketilmesini sağlamasıydı. Bölge ülkeleri bölgesel entegrasyon yerine akıl-dışı bir şekilde bölgesel gerilimleri ve çatışmaları körükleyerek bu stratejiye çanak tutmaya devam ediyor.

ABD’nin neden çekildiği söz konusu olduğunda da kafa karışıklığı devam etti. Bir grup uzman ABD’nin görünenden farklı bir planı devreye soktuğunu dile getirdi. Buna göre, ABD bilerek Taliban’ın siyasi denkleme dahil olmasına izin verdi. Bununla bölgenin daha da istikrarsızlaşmasını sağlayarak bölgede kendisine sorun çıkaran İran, Rusya ve Türkiye gibi bölgesel güçleri zora sokmaya çalıştığı öne sürüldü. Burada artan güvenlik sorunları, kaos ve ortaya çıkacak göç dalgasıyla Avrupa sınırlarına dayanan geniş bir coğrafyada kendisine meydan okuyan ya da kendi çizgisinden sapma eğilimleri gösteren Avrupa Birliği (AB) de dahil müttefiklerini cezalandırmaya ve dize getirmeye çalıştığı iddia edildi.

Fakat yaşananlara bakılırsa ABD’nin kontrolü gerçekten de kaybettiği anlaşılıyor. Keza Taliban’ın önünü açmak ABD’yi zora sokmadan da başarılabilirdi. Ortaya çıkan kargaşa ve çaresizlik kokan görüntüler ABD gibi bir süper güç açısından büyük bir talihsizlik olarak değerlendirilmeli. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi dünya kamuoyu tarafından Afgan halkını terk ettiği şeklinde anlaşıldı. Bu durum, diğer devlet ve toplumlar nezdinde ABD’nin güvenilirliğini kaybetmesine yol açabilir. ABD’nin, iddia edildiği gibi kendisi açısından daha kritik durumlarda -örneğin, Çin’in Tayvan’a saldırması durumunda- müttefiklerini terk etmeyeceğini söylemek bu algıyı değiştirmeyebilir. Kendi çıkarlarını, hem de siyasi ilkelerinin -liberal-demokrasi ve sekülerizm- masada olduğu bir durumda, bu denli müttefiklerinin önüne koyan bir devletin vaatlerinin pek inandırıcılığı olmayacaktır.

Bir başka tez ise ABD’nin çöküş içerisinde olduğu ve bu sebeple bölgeyi terk ettiğiydi. Bu teze göre, ABD’nin 20 yıllık işgalin ardından kaynaklarını daha iktisatlı kullanmak adına bu ülkelerdeki askeri varlığını sonlandırmak ya da azaltmak zorunda kalması, ABD’nin bir gerileme ya da çöküş süreci içerisine girmiş olduğunun açık işaretiydi. Zaten ülke içindeki toplumsal-siyasi kutuplaşmanın keskinleşmesi, orta sınıfı vuran ekonomik sorunlar, uluslararası alanda ülkenin rekabet gücünü baltalayan yetersiz altyapı ve zayıflamanın etkisiyle dışarıda hem rakiplerin hem de müttefiklerin açık meydan okumaları ve farklı arayışların başlaması ABD’nin süper güç konumunun sarsıldığını gösteriyordu. Trump döneminde devreye sokulan savunma harcamalarının kısılması politikası ve müttefiklere daha fazla sorumluluk almaları yönünde baskı yapılması gerilemenin yavaşlatılma hamlesi olarak değerlendirildi.

Hiç şüphesiz ABD’nin uluslararası sistemde materyal kapasite üstünlüğündeki marj her geçen gün daralıyor. ABD en tepede olmasına rağmen arkasından gelenlerin hızı bu konumunu tehdit ediyor. Çin’in hızlı ekonomik büyüme trendini devam ettirerek ABD’nin üstünlüğüne son vereceği geleneksel ve sosyal medyada, düşünce kuruluşlarında ve akademik çevrelerde bir süredir hararetle tartışılıyor. Uzmanların tahminlerine göre Çin’in önümüzdeki 15-20 yıl içerisinde, Hindistan’ın ise 21. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında ABD’yi ekonomik olarak geride bırakması bekleniyor. Ekonomi alanındaki güç kaymasının askeri ve diplomatik dengeleri derinden etkileyeceği ve bunun yeni bir uluslararası düzen üreteceğini belirtmek gerekir.

ABD’nin gerilemekte olan bir süper güç olduğu konusunda uzmanlar arasında geniş bir uzlaşı var. Gerilemenin en net şekilde belirgin olduğu nokta, ülkenin güç projeksiyonunun giderek arzulanan uluslararası sonuçları doğurmaktan uzaklaşması. ABD’nin yapısal gücünün, yani uluslararası siyaset üzerindeki belirleyiciliğinin düşüşe geçmiş olması. Elbette ABD, gücünün zirvesindeyken de uluslararası siyasetin çıktılarını tam olarak kontrol edemiyordu. Örneğin, 1960-70’lerde Vietnam’da ağır bir yenilgi almıştı. Ancak ABD’nin ekonomi ve askeri başta olmak üzere birçok alandaki ulusal göstergeleri gerileme tezine destek olmaktan uzaktı. ABD devasa materyal kapasite farkıyla ve bunu yukarı yönlü devam ettiren gelişme trendiyle uluslararası sistemin açık ara başat gücüydü. Bu sebeple o dönemki başarısızlıklar zayıflıktan ziyade kibir ve taktiksel hatalarla açıklanıyordu. Dolayısıyla, Vietnam gibi kazalara rağmen bugüne kıyasla uluslararası siyaseti önemli derecede kontrol edebilme kabiliyetine ve kapasitesine sahipti. Özellikle kendi nüfuz alanındaki ülkelerin dış politika (ve hatta iç politika) kararlarını önemli ölçüde belirleyebiliyordu. ABD; Avrupa, Latin Amerika ve Orta Doğu’da istediklerini büyük oranda gerçekleştirebildi. Lakin bu kontrol giderek zayıflamaya başladı ve birçok ülke son 10 yılda daha otonom bir şekilde hareket etmeye başladı. Bu durumun başlıca sorumlusu ABD’nin materyal kapasitesindeki istikrarlı düşüş ve bunun diğer ülkeler tarafından gözlemlenerek geleceğe yönelik yeni planlar kurmaya başlamış olmaları. Avrupa ülkeleri de dahil birçok müttefikin “kendi başımızın çaresine bakmalıyız” ya da “ABD’siz güvenlik stratejileri geliştirmeliyiz” düşüncelerini her geçen gün daha yüksek sesle dillendirdiğini duymaktayız.

Quo vadis?

ABD’nin niyetini tam olarak bilmemizin imkânı yok. Bu konuda ortaya farklı tezler atılabilir. Yukarıda bunlardan bir kısmına değindik. Sonuçta uluslararası siyasette aktörlerin nasıl davrandığına yönelik yapısal-aktör bazlı ve materyalist-idealist doğrularda rakip açıklamalar sunan geniş bir literatür var. Bu noktada ileriye dönük bir tartışmaya girişerek ABD’nin aldığı kararların ve uyguladığı politikaların nasıl sonuçlar doğuracağı üzerinde durmakta fayda var. Daha spesifik olarak, ABD’nin Afganistan’dan yenilerek çekilmesi ve daha geniş olarak Irak ve Suriye’deki başarısızlığı –ki bu konuda ABD ve Batılı müttefikleri suçu eğit-donat desteği verdikleri yerel güçlere atsalar da ABD ve dünya kamuoyunda yenilginin sorumlusunun ABD olduğu, daha açık bir ifadeyle bunun ABD’nin yenilgisi olduğu üzerinde geniş bir uzlaşı mevcut– ne tür sonuçlar ortaya çıkaracaktır?

İlk olarak, ABD’nin düşüşü neticesinde uluslararası çıktıları belirleme açısından küresel düzey karşısında bölgesel düzey daha etkin hale gelebilir. Bu durum zaten bir süredir devam eden bir süreçti. Tek-kutupluluğun hakimiyeti ve dolayısıyla küresel iktidar kapışmasının geri plana itilmesinin bir neticesi olarak uluslararası siyasette bölgesel dinamikler daha belirleyici hale geldi. İkincil devletleri ya da bölgesel güçleri küresel kampanyalar bağlamında ABD’nin kuyruğuna takılmaya zorlayacak şartlar artık mevcut değil. ABD tüm çabalarına rağmen ülkeleri ortak bir düşman etrafında bir araya getirme konusunda başarısız oldu. Ortak bir düşman üretemedi. Soğuk Savaşın çift-kutuplu dünyasında ve onu takip eden 10-15 yıllık süreçte ABD liderliğindeki tek-kutuplu dünyada küresel siyaset bölgesel siyaseti belirlemekte daha etkindi. Ancak 2000’lerin ortalarından itibaren bölgesel dinamikler ülkelerin dış politikasında daha belirleyici olmaya başladı. Küresel dinamiklerin uluslararası siyaset üzerindeki etkisi azaldı. Örneğin, Uzak Doğu, Güney Asya, Latin Amerika, Güney Afrika ve Orta Doğu gibi bölgelerdeki çatışma ya da kurumsallaşma küresel dinamiklerce belirlenmek yerine bölgelerin kendi dinamiklerince belirlenir hale geldi. Bu sürecin daha öte bir noktaya taşınacağı ve bölgesel düzeyin küresel düzeyi belirleyeceği bir yere varması şaşırtıcı olmayacaktır. Çok uzak olmayan bir gelecekte ABD tek-kutupluluğunun belirlediği uluslararası düzen yerini bölgesel düzenlerin kutupları oluşturduğu çok-kutuplu bir uluslararası düzene bırakabilir.

İkinci olarak, bölgesel düzeyin ön plana çıkması Çin’in yükselişinde somutlaşmakta. Çin son 50 yılda peyderpey bölgesel hegemona dönüştü. Çin için bundan sonraki adım bölgesel bir güçten küresel bir güce dönüşmek. ABD merkezli tek-kutuplu ve liberal uluslararası düzen Çin’in bu çap büyütme girişiminin önündeki en büyük engel. Günümüzde bu mücadelenin iki ülke arasında yaşanan diplomatik gerilimler üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz. ABD’nin gerileme trendinin devam etmesi ve belli bölgelerden çekilmesi, Çin’in daha fazla nüfuz alanı bulmasına yol açacaktır. Çin’in hiç vakit kaybetmeden Afganistan’a yanaştığı görmekteyiz. Diğer yandan da ABD liderliğinde kendisini çevrelemeye çalışan Asya ülkelerine gözdağı verdiğini görüyoruz. ABD’nin boşalttığı her alan Çin için potansiyel genişleme alanıdır. Bu genişleme süreci Çin’i bölgesel bir güç olmaktan küresel bir güç olmaya adım adım dönüştürecektir. ABD’nin Çin’i durduramayacağı artık her geçen gün daha fazla netlik kazanıyor. Fakat Çin’in önünün tamamen açık olduğunu da söylemek öyle kolay değil. Çin’i ABD’nin dışında ve daha güçlü engeller bekliyor. Çin’in küresel güç iddiasının önündeki en büyük engelin uzun vadede diğer bölgesel güçler olması daha olası. Süper güç ABD’nin acı kaderini geleceğin süper güç adayı Çin de tecrübe etmek zorunda kalabilir.

Üçüncü olarak, ABD’nin uluslararası liderliği daha fazla sorgulanır hale gelecektir. Devletlerin kendi çıkarlarını öncelemesi ve buna uygun bir şekilde hareket etmesi doğaldır. Bunun yanında devletlerin müttefiklik ilişkileri kurmaları da uluslararası siyasetin bir gerçeği. O halde devletler kendi çıkarlarını korumak ile diğer devletlerle bir araya gelmek arasında sağlıklı bir denge kurmak zorundalar. Bu özellikle güçlü bir devlet ile ikincil ya da zayıf devlet ya da aktörler arasındaki hiyerarşik ilişkilerde daha da önem kazanıyor. İkincil ve küçük devletler güç asimetrisinden dolayı güven konusunda daha hassas bir konumda. Büyük gücün güvenilirliğini kaybetmesi ilişkilerin zemininin yalnızca kaba güç hesaplarınca belirlenmesine yol açar. Böylece, büyük gücün otoritesinin sarsılması ve üstünlüğünün meşru görülmemesi durumu ortaya çıkar. Bu durumda büyük gücün liderliği ikincil ve küçük devletler tarafından daha çok sorgulanır hale gelir. ABD’nin son yıllardaki materyal kapasitesindeki düşüşten belki de daha önemli olan husus, uluslararası siyasette son 20 yıl içerisinde yumuşak gücünü kaybetmesi ve liderliğine olan güvenin peyderpey erozyona uğramasıdır. Afganistan’dan çekilme kararı bu süreçte önemli bir kırılmaya neden olabilir. Keza müttefiklerine sırtını dönen Trump ABD’sinin bir anomali olduğu ve ABD’nin Joe Biden’la birlikte artık yeniden müttefiklerinin yanında olduğu tezi Afganistan’da yaşananlarla birlikte büyük bir yara almış oldu. ABD’nin kim başkan olursa olsun müttefiklerini kolayca kaderlerine terk edeceği düşüncesi yerleşiklik kazanıyor.

Dördüncü olarak, Taliban’ın ülkeye hakim olması diğer bölgelerdeki şiddet gruplarını yüreklendirebilir. Taliban 2001’deki işgalden sonra iktidarı hızlı bir şekilde kaybetmişti. ABD gibi devasa bir güç karşısında direnmesi söz konusu değildi. Lakin ABD’nin materyal gücü ülkede Taliban’a alternatif bir iktidar yapısı kurmaya yetmedi. Küçük devletlere ya da örgütlere karşı askeri zafer kazanmak kolay, siyasi zafer kazanmak ise zordur. Çünkü kurumsal yapı tarihi süreçte doğal olarak oluşur ve meşruiyet kazanır. Dışarıdan müdahalelerle hızlandırılmış bir şekilde kurumsal yapı inşası nerdeyse imkansızdır. Kuşatıcı olamaz, meşru görülmez. Kurumsal yapının alternatifi iktidarı kişiler üzerine inşa etmektir. Bu durumda yolsuzluklar ve istikrarsızlık kaçınılmaz olur. Afganistan’da önce Hamid Karzai, ardından Eşref Gani yönetimleriyle yaşanan bu oldu. ABD ilk seçeneğin imkansız olduğunu görünce ikinci yolu seçti. Siyasi zaferlerin zor olması zamanın Taliban gibi örgütlerin lehine işlediğini açıkça ortaya koyuyor. Bu durum dışarıdan müdahalelerle tarumar edilen toplumlarda terör ve şiddet örgütleri için bir fırsat yattığını ortaya koyar. Bu durum bu örgütlerin iştahını kabartır. Teorinin Afganistan’da açık bir şekilde pratiğe dökülmesi ve doğrulanması başka yerlerdeki şiddet gruplarını cesaretlendiren bir etki yaratacaktır. Bu da süper güç ABD’nin uluslararası siyaset üzerindeki kontrolünün daha da azalmasına yol açabilir.

Son olarak, Afganistan’ın Taliban’a terkedilmesi ABD’nin demokrasi transferi politikasının güvenilirliğinin iyice dibe vurmasıyla ve realizmin liberalizm karşısında güç kazanmasıyla sonuçlanacaktır. ABD’nin küresel üstünlüğünü uzun bir süre sürdürmesinde liberalizmin önemli bir rol oynadığını unutmamak gerekir. Liberalizm ülkelerin iç işlerine müdahalelerin meşrulaştırılmasından uluslararası siyasetin ABD’nin üstün konumunu en az maliyetle sürdürecek kurumsal bir yapıya ya da düzene kavuşturulmasına kadar birçok işlev görmüştür. ABD’nin geri çekilmesi ve ülkeleri kendi kaderlerine terk etmesi realist bir dünyanın daha da yerleşiklik kazanmasına yol açacaktır. Hatırlanacağı üzere Trump’ın başkanlığı döneminde ABD, grand stratejisini realist dünyanın kabullenilmesi ve bu yeni gerçeklere göre hareket edilmesi üzerine kurmuştu. Diğer ülkelere rejim değişikliği ya da insani amaçlarla askeri müdahaleler yapılması ve çok-taraflı kurumsal yapılar üzerinden uluslararası siyasetin yürütülmesinden vazgeçmişti. Bu da devletlerin kendi başına kalması, belirsizliğin artması ve güce başvurmanın meşrulaştığı ve yaygınlaştığı bir dünyanın ortaya çıkması demek. Böyle bir dünyada tek bir ülkenin liderliği söz konusu olmaz. Realist bir dünyanın kabulü ise ABD’nin dünyaya liderlik etmekten vazgeçtiği anlamına gelir.

Biden başkanlık koltuğuna oturmadan önce dahi ABD’nin “oyuna geri döneceği,” yani yeniden liderlik rolünü üsteleneceği bir dış politika takip edeceğini dile getirmişti. Koltuğa oturduktan sonra da buna yönelik açıklamalar ve uygulamalara devam etti. Fakat son dönemde bu liberal dış politika perspektifinin sürdürülemeyeceğini anlamış olacak ki -bu da Trump’ın dış politika tercihlerinin kendi kişisel tuhaflıklarından değil, karşı karşıya kalınan yapısal şartlardan ve zorunluluklardan kaynaklanmış olduğunu gösterir- daha çok realist bir dış politika takip eden bir başkan olarak hareket etmeye başladı. Afganistan’dan çekilme kararı da bu bağlamda değerlendirilmeli.

Sonuç olarak, birçok gösterge ABD’nin önlenemez bir düşüş içerisinde olduğunu gösteriyor. ABD’nin düşüşü elbette şu anki küresel liderlik rolünü kaybetmesiyle sınırlı. Devasa kaynakları, coğrafi avantajı ve sağlam kurumsal yapısıyla ABD uluslararası siyasetin önemli bir gücü olmaya devam edecektir. ABD’nin orta ve uzun vadede önündeki en büyük meydan okuma bu yeni konumuna nasıl ve ne denli hızlı adapte olacağıdır. Diğer ülkeler açısından da ABD’siz bir uluslararası siyasete adaptasyon önemli bir meydan okuma olacak.

[Dr. Ali Aslan İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *