“Başörtüsü özgürlüğü adına verilen mücadelenin bu denli içinin boşaltılarak apolitik bir zemine taşınması iktidarla imtihan olma anlamında şüphesiz ki önemli soru işaretlerini doğurmaktadır.”
Ali K. Metin / Star-Açık Görüş
Sosyal ve kültürel dünya tabiatı gereği var olan her şeyi göstergeye dönüştürme özelliğine sahiptir. Giyinme biçimine verdiğimiz anlamlar da bireyselliğimizden bağımsız olarak içinde yaşadığımız dünyanın sosyo-kültürel kodlarını içerir. Her giyim tarzı ya bir statüyü veya kültürel bir kimliği temsil eder ya da içerdiği öznelliklerle (tercihlerle) toplumsal iletişime kendisini aktif veya pasif bir şekilde dahil eder. Fakat tercihlerimiz dahi aslında sosyo-kültürel evrenimizin göstergeleriyle bir iletişim çabası içinde zuhur ettiğinden dolayı mutlak bir ‘kendilik’in sonucu sayılamaz. Gerçek anlamıyla giyim tarzımız, bazı halleriyle benliğimizin -bir uzantısı olmaktan da öteye- onun en somut dışavurumlarından biri haline gelir. Toplumsal, kültürel vasatın dışına çıktığı nispette insanlar denebilir ki giyim şekilleri üzerinden yüksek sesli olarak konuşmaya başlamış, “ben başkayım”, “ben böyle düşünüyorum” demeye ihtiyaç duymuşlardır. Giyim bir anlamda düşünme biçimlerimizi temsil mevkiine taşımıştır. Bu yüzden başörtüsüyle ilgili geçmiş yıllarda çokça iddia edilen “sembol” nitelemesi için elbette anlamsız ve mesnetsiz denemez. Sembol bağlamıyla başörtüsü, vasatın dahası siyasal meşruiyetin dışına çıkarak kamusal alana yönelik yeni bir bakış açısı getirmesiyle normatif kalıpları dışlamaktadır. Kamusal alan üzerindeki kültürel ve siyasal tahakküme karşı bireysel özgürlüğün genişletilmesini potansiyel bir talebe dönüştürür. Fakat bu talebin bireysel özgürlükler meselesini aşan bir boyutunun olduğu da göz ardı edilemez: Başörtüsü bir tarafıyla inanç özgürlüğünü ilgilendirmekte, hepsinden daha önemlisi sosyo-kültürel kimliğin bir parçası olarak önem taşımaktadır. Başörtüsü özgürlüğünün her türlü bireysel özgürlüklerle yan yana getirilmesi düz, şekilci bir mantıkla doğru gibi gözükse de devletin ve dolayısıyla siyasetin ontolojik yapısı açısından birbirinden çok başka şeylerdir. Milletin kültür ve inanç değerlerini hiçe sayan bir anlayışla başörtüsü özgürlüğünün marjinal taleplerle eşdeğer kılınması, devleti, milleti var eden maddi ve manevi değerler birikimine karşı büyük bir haksızlık ve saygısızlık olur. Başörtüsünü irtica sembolü olarak görme ve gösterme arzusu, gerçekte jakoben batılılaşmacılığın tipik bir ifadesinden ibarettir. Sembolleştirme çabaları burada kah ideolojik dogmatizmden, kah kamuoyunu manipüle etmeye yönelik siyasal stratejinin hilekar tutumundan beslenmiş, başörtüsü böylece ideolojik savaşın kullanışlı, somut bir aparatına dönüştürülebilmiştir. Kamusal alanı iktidar ideolojisiyle tahkim etmeye dönük süreç başörtüsü kısıtlamaları ile son noktaya vardırılarak ideolojik şiddet bütün safralarıyla ortaya saçılmıştır.
Başörtüsü gerçeği
Ne ki iktidar çatışmalarının süreç içerisinde adeta semboller savaşına endekslenmiş bir görünüm kazanması söz konusu “savaş”ın seyrini ve sonuçlarını da etkilemiş görünüyor. Başörtüsü özgürlüğü açık bir şekilde teminat altına alındıktan itibaren İslamcı unsurların devlete hükümran düzeye geldiği kanaati toplumsal bir ağırlık kazanmıştır. Bu da devletin ideolojik kimliğine yönelik İslami duyarlıklarla yapılan sorgulayıcı yaklaşımların toplumsal düzeyde sönümlenmesinde etkin bir rol oynamış, böylelikle beklenen o devlet-millet kucaklaşması sözüm ona sağlanmış gözükür. Dolayısıyla başörtüsüne yüklenen sembolik anlam sayesinde bir tür ideolojik katarsis yaşanmış, böylelikle toplumsal güçlerin devletle ideolojik entegrasyonunu gerçekleştirmede önemli bir başarı sağlanmıştır. Başörtüsü özgürlüğü adına verilen mücadelenin bu denli içinin boşaltılarak apolitik bir zemine taşınması iktidarla imtihan olma anlamında şüphesiz ki önemli soru işaretlerini doğurmaktadır. Fakat bunun kadar önemli diğer bir nokta, başörtüsünün iktidar alanlarında kazandığı görünürlüğün sınıfsal anlamı ve niteliğidir. İdeolojik tahakkümün sınıfsal ve kültürel tahakkümle kaynaşarak oluşturduğu bireşimsel örüntülerin en somut göstergelerinden olan başörtüsü yasağına karşı kazanılan zafer acaba sınıfsal bir boyut ve işlev kazanabilmiş midir? Yoksa başörtüsünü sınıfsal boyutundan izole ederek sadece bireysel hak ve özgürlükler kapsamında mı değerlendirmeliyiz? Halbuki başörtüsü mücadelesi dinle sosyolojik realitenin iç içe olduğu tarihi bir vakıayı temsil etmektedir. Dayandığı sınıfsal temellerin göz ardı edilmesi dini-itikadi açıdan bir sorun teşkil etmese bile toplumsal asabiye ve ahlak açısından ciddiye alınması gereken bir sorun olmalı. Başörtüsü sadece seküler modernleşmecilik ideolojisine direnişin bir sembolü olmamıştır. Aynı zamanda sahip olduğu sosyolojik arka planıyla dışlanmışların ve madunların kamusal alandaki eşitlik istemlerinin örtülü şekilde taşıyıcılığını yapmış, elitist ve seküler ayrımcılığa meydan okuyarak kültürel tahakkümle beraber sosyo-politik tahakkümün taşlarını yerinden oynatmıştır. Bir taraftan kadın bedeni üzerindeki tahakküm pratiklerini ve siyasetini doğallaştıran hatta rasyonelleştiren modernleşme ideolojisinin gayri insani ve gayri ahlaki içerimlerini faş etmiş, kimlik despotizmiyle özgürlük düşmanlığı arasındaki ilişkiyi görünür hale getirerek aydınlanmacı totalitarizme dair daha kapsayıcı bir farkındalığı sağlamıştır. Kadının onuruna ve mahremiyetine yönelik üstenci kibrin ve saygısızlığın toplumsal, siyasal tezahürlerini meşruiyet kriziyle karşı karşıya getirmeyi başarmıştır. Diğer taraftan, sınıfsal çerçeveyle sınırlı tutulma çabalarını ve politikalarını mimleyerek başörtüsü mücadelesini sınıfsal mobilizasyon talepleriyle anlamlandırma saiki gerek söylemsel gereksek psiko-sosyal planda etkisini göstermiştir.
Hafızayı çağırmak
Şu halde başörtüsü gerçeğini sınıfsal dinamiğinden ayrıştırmaya yönelik bir bakış açısı, dini-itikadi açıdan ne kadar doğru bile olsa, tarihsel ve toplumsal gerçekliğimiz (tecrübemiz) itibariyle sorunlu bir nitelik taşır. Hafızasız bir toplum olmayacağı gibi hafızasız bir siyaset de olamaz. Başörtüsü mücadelesiyle tekamül eden sınıfsal hafızayı resetleyerek iktidar ve kamu alanlarında yer almaya çalışan her tavır, bu anlamda bir vefasızlık ve gayri ahlakilikle ayırt edilebilir. Örtülü veya açık, söylemsel veya hissi, başörtüsü mücadelesi bütün sosyal arka planına rağmen eğer sınıfsal bir asabiyeyi temin edememişse, bu bizim siyasal ontolojimiz adına ciddi bir eksiklik, daha açıkçası bizim için bir ideolojik zafiyet demektir. Mesele tümüyle bir hak talebine indirgenmiş olmaktadır. Öyle değil de söz konusu asabiye iktidar nimetleriyle rehin alınmış veya takas edilmişse hafızamızdan önce sanıyorum iflah olmayacak düzeyde ahlaki değerlerimizi kaybetmiş sayılırız.
Tarih tekerrür etmez
Başörtüsü serbestiyeti bugün elbette iktidara/devlete daha demokratik bir nitelik kazandırmaktadır. Seküler, Aydınlanmacı totalitarizme karşı olması gereken zaten budur. Fakat başörtüsü mücadelesi içinde yer almış kesimlerin bugün malum olan iktidar gücü, sınıfsal hafızasından ve dinamiklerinden elimine olduğu nispette sahip olunan kazanımlar toplumsallaşamayacak ve iktidar olanaklarıyla sınırlı hale gelecektir. Daha açık söylemek gerekirse, mesele başörtüsünü kamuya ve iktidar alanlarına taşımaktan ziyade ya da bunun yanı sıra, iktidarı tam anlamıyla toplumsallaştırmanın yolunu bulmak, sessiz çoğunluğu sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel açıdan yukarıya taşımayı başarmaktır. Başörtüsünün iktidarda ve kamusal alandaki görünürlüğü kültürel tahakkümün ortadan kaldırılması adına büyük bir ilerleme sayılır. Fakat sınıfsal tahakkümün veya farklılaşmanın ortadan kaldırılması için yeterli bir gösterge kabul edilemez. Başörtüsü mücadelesinin hak talepleriyle birlikte sınıfsal beklentilerle motive olduğu yönündeki iddiamızı romantik bir kurgu olarak görecek olanlar, her hak talebinin bir tarafıyla sosyo-ekonomik bir nüveye sahip olduğunu illa ki göz ardı etmek isteyeceklerdir. Başörtülülerin de sınıf atlayabilme imkanına kavuşmuş olmaları iktidar süreci elverdiği ölçüde beklentileri karşılamaya devam edecek, lakin başörtüsüyle sınıfsal unsurlar arasındaki siyasal ve simbiyotik bağları kurmaya elverişli tarihsel koşullar bir daha kolay kolay söz konusu olmayacaktır. Aynı şans yüzümüze yeniden gülmeyecektir.
Giyimin biyopolitik yüzü
Başörtüsüne içkin veya ona atfettiğimiz sınıfsal anlam Türkiye koşullarına özgü olup siyasal, kültürel önyargıların bir sonucudur daha çok. Oysa giyim biçimleri üzerinden yürütülen iktidar/egemenlik siyasetini çok daha evrensel bir olgu olarak tespit etmek mümkün. Sınıfsal çatışma kültürünü en uç sınırlara taşıyan Avrupa’nın, bu konuda çok daha somut örneklere sahip olduğu biliniyor. Sınıfsal ayrımcılığın cinsiyet ayrımcılığıyla adeta rekabet halinde olduğu Avrupa aristokrasisi, kıyafeti tabir caizse bir sosyal damga olarak kullanma konusunda inanılmaz bir birikime ve komplekse sahiptir. Richard Sennett’in ifadesiyle “kadınlar, mevkileri ile giyimlerinin yorgunluğu açısından çok daha dikkatle inceleniyorlardı. Genelde erkekler gibi, belli bir kesime ait birisi olarak, şu ya da bu görünümde sokağa çıkabilirler, ama o kesime ait sınırların dışına çıkarlarsa düşmanlık toplarlardı” (Kamusal İnsanın Çöküşü, Sh. 97, Ayrıntı Y.). İnsanlar giyim biçimleriyle damgalanıyor ve böylece sosyal düzene tabi kılınıyor, sınıfsal ilişkiler belli bir sürekliliğe kavuşturulabiliyordu. Foucault’nun meşhur “biyopolitika” kavramı bu bağlamda oldukça açıklayıcı bir niteliğe sahip gözüküyor. Bedenin iktidarın bir nesnesi haline getirilmesi, hegemonyanın toplumsallaşmasını sağlamakla kalmayıp benliklere nüfuz etmesini de mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla meşru bir iktidar, toplumu kuşatan ve disipline eden bir güç olmanın ötesinde iktidar simgeleriyle bireyleri içerden teslim alır.
Moderniteyle yaşanan kırılma simgesel sabiteleri hemen hemen bertaraf ederek biyopolitikayı kapitalizmin yeteneği ve şartlarıyla buluşturmuş oldu. Biyopolitika en şaşalı gücüne ve hayaletimsi gizemine belki de kapitalizm sayesinde kavuştu. Bir taraftan moda kültürünü sınıfsal motivasyonlarla beslemeye devam ederken, diğer taraftan toplumun bütün kesimlerini içine alacak şekilde giyim kültürünün ve biçimlerinin hedonist unsurlarla zapturapt altına alınması, bilhassa kadın bedenini endüstriyel bir meta olarak kurgulamada etkili olmaktadır. Kapitalizm, giyim kültürü ve ideolojisiyle kadın bedeni üzerinde kurduğu egemenliği, ekonomik olduğu kadar siyasal getirisiyle de vazgeçilmez hale getirmiş gibidir.
Modernleşme ideolojisi biyopolitikanın icadında değil ama evrenselleşmesinde büyük rol oynamıştır. Kültürel emperyalizm veya köleleşme bunun en somut verilerinden biridir. Batı kültürü, sadece günlük ve resmi giyim biçimlerimize hakim olmakla kalmamış, sportif faaliyetlerde oluşturduğu kıyafet özellikleriyle de egemenliğini tam anlamıyla doğallaştırmıştır. Bu standardizasyonu Batı’nın evrenseli yakalama/inşa etme yeteneğiyle tevil etmek elbette kolaycı bir yaklaşım olur. Kıyafet, dolayısıyla cinsellik söz konusu olduğunda kadın cinsi ister istemez işin merkezinde yer almakta. Batı kültürünün kadını bu anlamda biyopolitik hedeflerle araçsallaştırdığını ileri sürmek hiç de yabana atılmaması gereken bir gerçekliğe işaret eder. Sömürgecilik kültüründen modernleşme ideolojisine evrilen Batı, kapitalizmden aldığı destekle oluşturduğu kültürel hegemonyayı evrensel/küresel vasata dönüştürmüş durumdadır. Kadın sporcuların giyimi üzerinden bu vasatı sorgulamaya teşebbüs etmek bile bizleri gülünç duruma düşürebilmektedir. Batı’nın biyopolitikası sömürgeciliğin yeni versiyonlarıyla işlemeye devam etmektedir. Sınıfsal hafızasına bile sahip çıkamayan bizler için Batı’nın Truva atı olan kapitalizmle ve onun kültürel matrisleriyle nasıl başa çıkabileceğimiz sorusu yakıcı olma özelliğinden bugün hala hiçbir şey kaybetmiş değildir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *