İsrail ve ABD’nin desteğinin alınmasıyla bağlantılı olan önemli bir faktör de, Filistin sorununun ideolojik ve dini bir dayanışma unsuru olma özelliğini büyük ölçüde kaybetmesi. Filistin halkının durumu Afrika ülkeleri tarafından artık bir özgürlük mücadelesi olarak görülmüyor.
Yusuf Kenan Küçük / Independent Türkçe
Dünya kamuoyu son bir haftadır İsrailli NSO Group’un geliştirdiği casus yazılım “Pegasus” hakkındaki ifşaatları konuşuyor.
Aralarında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa’nın aralarında da bulunduğu binlerce siyasetçi, gazeteci ve insan hakları savunucusunun izlenmesi için kullanıldığı anlaşılan casus yazılım, İsrail istihbarat servisi MOSSAD’ın birkaç eski personeli tarafından geliştirilmiş.
Kamuoyunun varlığından ilk olarak 2016 yılında haberdar olduğu bu yazılım ağırlıklı olarak otoriter yönetimler tarafından satın alınıp kullanılmış.
Toronto Üniversitesi bünyesindeki “Citizen Lab” adlı araştırma grubunun bulgularına göre yazılımı kullanan ülkeler arasında Afrika’dan Fildişi Sahili, Ruanda, Uganda, Togo ve Zambiya da bulunuyor.
Pegasus yazılımı esasen Afrika ülkelerinin İsrail’le artan ilişkilerinin doğası hakkında önemli bir fikir veriyor.
Afrika ülkelerinin İsrail’le son dönemde gittikçe derinleştiği görülen ilişkilerinin temelinde kıtaya ilgi duyan güçlü bir aktörün sunabileceği imkanlardan yararlanma arzusu, otoriter rejimlerin ayakta kalmak için dış desteğe ihtiyaç duyması ve Filistin halkıyla dayanışmanın gün geçtikçe zayıflamasından kaynaklanıyor.
Bu hususları incelemeden önce Afrika ülkelerinin İsrail’le ilişkilerinin tarihine kısaca bir göz atmak gerekiyor.
Tarihi arka plan
Ağırlıklı olarak 1960lı yıllarda bağımsızlığını kazanan Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğunun 1973 tarihli Yom Kippur Savaşı’na kadar Filistin meselesine kayıtsız kaldığını söyleyebiliriz.
Dahası, bu dönemde İsrail’le ilişkilerini geliştirip derinleştirdiler.
İsrail’e Afrika Birliği Örgütü nezdinde gözlemci statüsü dahi verildi.
Ancak Yom Kippur Savaşı’nın ardından Mısır’ın birlik çatısı altında İsrail’e karşı kıtasal bir tutum sergilenmesi yönündeki çağrısı, Afrika halkları nezdinde Filistin’in de kendileri gibi bağımsızlık mücadelesi verdiğine dair genel kanı ve İsrail’in Güney Afrika’daki Apartheid rejimini desteklemesi, birkaç istisna haricinde Afrika ülkelerinin İsrail’le diplomatik ilişkilerini kesmelerine yol açtı.
Kesilen diplomatik bağlar ekonomik ilişkiler üzerinde ciddi bir etki oluşturmadığı gibi, 1982 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’yle birlikte Afrika ülkeleri birer ikişer İsrail’le ilişkileri yeniden tesis etmeye başladılar.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni Liberya, Fildişi Sahili, Kamerun ve Togo takip etti.
Sudan’ın geçtiğimiz yıl İsrail’le normalleşme anlaşması imzalamalarının ardından Sahraaltı Afrika’da İsrail’le resmi ilişkisi bulunmayan veya İsrail’i tanımayan ülkeleri bir elin parmakları sayısınca kaldı.
Bugün 49 Sahraaltı Afrika ülkesinin 43’ü İsrail’le diplomatik ilişkilere sahip.
Afrika’dan 17 ülkenin İsrail’de büyükelçiliği bulunurken İsrail’in ise kıtada 11 büyükelçiliği faaliyet gösteriyor.
Nijer’in de önümüzdeki aylarda İsrail’le ilişkilerini normalleştiren ülkeler kervanına katılacağı tahmin ediliyor.
Otoriter rejimler için dayanak
Afrika ülkelerinin İsrail’le yeniden yakınlaşmasını tetikleyen faktörlerden ilki kıtadaki otoriter yönetimlerin hayatta kalabilmek ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için İsrail’in istihbarat ve güvenlik alanındaki desteğine ihtiyaç duymaları.
Bu çerçevede İsrail’le ilişkileri en gelişmiş Afrika ülkeleri arasında Kamerun, Etiyopya, Ekvator Ginesi, Ruanda, Togo, Uganda, Liberya ve Fildişi Sahili’nin bulunması tesadüf değil.
Bu bağlamda Kamerun dikkat çekici bir örnek teşkil ediyor.
1982 yılında Cumhurbaşkanı olan Paul Biya, koltuğunu sağlamlaştırmak ve otoriter rejimini korumak için başka bir gücün desteğini arama yoluna gitti.
İsrail Savunma Bakanlığı adına silah satışlarını müzakere etmeye yetkili eski bir MOSSAD ajanı hem İsrail’den Kamerun’a silah satılmasına hem de Kamerun ordusunun İsrail’li yetkililer tarafından eğitilmesine önayak oldu.
2001 yılında kurulan ve ülkede “İsrail birliği” olarak da bilinen Acil Müdahale Taburu (Bataillon d’intervention rapide) hem 1982’den beri iktidarda olan Paul Biya’nın kişisel güvenliğinin sağlanması hem de muhaliflerin sindirilmesi için kullanılıyor.
Acımasızlığı ve irtikap ettiği insan hakları ihlalleriyle bilinen bu birlik ayrıca, ülkenin Anglofon bölgesindeki isyanın güç kullanılarak bastırılması ve Çad gölü havzasında “terörle mücadele” için kullanılıyor.
Buna karşılık Kamerun, kıta genelindeki tutumun aksine Eritre’yle birlikte Filistin’i tanımayan iki ülkeden biri.
Dahası Kamerun, uluslararası platformlarda İsrail’i kınamaya yönelik hemen tüm karar tasarılarında çekimser oy kullanarak İsrail’e diplomatik ve siyasi destek veriyor.
Benzer şekilde İsrail’le ilişkilerini devlet ziyaretleriyle taçlandırmış olan Fildişi Sahili, Togo, Ruanda ve Zambiya’nın Pegasus skandalında görüldüğü üzere İsrail’den istihbarat amaçlı teknik ekipman ve destek aldığı iddia ediliyor.
Otoriter yönetimlerin bu desteği alabilmesi önemli.
Çünkü bu gibi teknik donanım ve know-how’u insan hakları konusunu sorun yapmadan aktaran ülke sayısı çok az.
Avrupa ülkeleri ve ABD, olası bir ortaya çıkma durumunda kamuoyunun vereceği tepkilerden çekindiği için yoğurdu üfleyerek yiyor.
Dolayısıyla İsrail otoriter Afrika ülkeleri için bu konuda nitelikli bir alternatif teşkil ediyor.
Bir diğer kalkınma ortağı
İkinci etken, kıtaya ilgi duyan ve birçok alanda “muktedir” olan bir gücün sunacağı imkanlardan yararlanma güdüsü.
Bu yaklaşım Afrika ülkelerinin kıtaya ilgi duyan diğer bölgesel ve küresel aktörlerle olan ilişkileriyle paralellik arz ediyor.
Afrika ülkeleri İsrail’in sağlık ve tarım sektörlerindeki tecrübelerinden yararlanmak istiyorlar.
Özellikle de güvenlik ve savunma alanında İsrail’in sağlayabileceği teknik destek ve eğitim fırsatlarından istifade etmeyi arzuluyorlar.
Bu minvalde İsrail de güçlü ilişkilere sahip olduğu ülkelere öncelik vermek suretiyle sözkonusu alanlarda Afrika ülkelerine destek veriyor.
İsrail’le kurulacak yakın ilişkilerin ABD’nin de potansiyel desteğini barındırması için ayrıca bir teşvik unsuru.
Sudan ve Fas’ın geçtiğimiz yıl İsrail’le İbrahim Anlaşması olarak bilinen normalleşme anlaşmasını imzalamaları bunun bariz iki örneği.
Sudan ABD’nin teröre destek veren ülkeler listesinden çıkartılmayı ve uluslararası finans kuruluşlarından kredi alabilmeyi hedeflerken Fas, Batı Sahra üzerindeki hak iddiasının ABD tarafından tanınması karşılığında İsrail’le normalleşmeyi seçmiş oldu.
Filistin’e destek vermenin zorlaşması
İsrail ve ABD’nin desteğinin alınmasıyla bağlantılı olan üçüncü faktör, Filistin sorununun ideolojik ve dini bir dayanışma unsuru olma özelliğini büyük ölçüde kaybetmesi.
Filistin halkının durumu Afrika ülkeleri tarafından artık bir özgürlük mücadelesi olarak görülmüyor.
Kıtadaki Müslüman Arap ülkelerden Sudan ve Fas’ın İsrail’le ilişkilerinde normalleşmeye gitmesi, Filistin halkına verilen desteğin etik bir duruş olduğu yönündeki kıtadaki yaygın anlayışın tabutuna çakılan son çiviler mahiyetinde.
Dahası, Filistin konusunda sergilenen İsrail karşıtı tutum, hemen hiçbir getirisi olmamakla birlikte alternatif maliyeti giderek yükselen bir politikaya dönüşüyor.
Getirisi yok çünkü Afrika ülkelerinin Filistin halkına verdiği yarım asırlık desteğin somut bir getirisi bulunmuyor.
Ayrıca bu destek, siyasi etkisi bulunmayan kınama kararlarından ve açıklamalardan ibaret hale gelmiş durumda.
Öte yandan alternatif maliyeti yüksek çünkü İsrail ve ABD’den arzulanan ölçüde yardım ve destek alınmasını engelliyor.
Bu nedenle Afrika Birliği’nin Filistin halkını desteklemeye yönelik duruşunun ülkeler bazında sözkonusu olmadığı, kıtasal ortak tutumun gittikçe zayıfladığı görülüyor.
İsrail’i kınama ve Filistin halkına destek niteliğindeki oylamalarda Afrika’nın verdiği fireler, yukarıda kayıtlı İsrail’le ilişkileri gelişmiş üç-beş ülkeyle veya Somali gibi istisnai olarak sıra dışı tutum sergileyen ülkelerle sınırlı değil.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin-İsrail sorunu bağlamında 1980 yılından bu yana yapılan oylamalara ilişkin aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, Afrika ülkelerinin Filistin halkına destek oyları gittikçe eriyor.
Bu bağlamda büyük çoğunluğu itibariyle İsrail’in kınandığı bu kararlarda kabul oylarının 1980li yıllara kıyasla son 10 yılda %25 azaldığı görülüyor.
Örneğin ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararının kınanmasına yönelik 2017 yılında BM Genel kurulundaki oylamada Togo karşı oy kullandı.
Benzer şekilde çekimser oyların oranının ise gittikçe arttığı müşahede ediliyor.
Mesela Arap Ligi üyesi olan Somali, İsrail’i tanımamasına rağmen 2019 yılında BM İnsan Hakları Konseyi’nde İsrail’in kınanmasına yönelik kararda geleneksel tutumunun aksine çekimser kalmayı tercih etti.
Ancak asıl büyük değişim oylamaya katılmama oranında yaşanıyor.
Kararı açıktan reddedemeyen veya çekimser oy vermek istemeyen, dolayısıyla oylamaya katılmayan Afrika ülkelerinin oranı üçte bire yaklaşıyor.
Sonuç
İsrail’in kıtaya olan ilgisi, 1973 yılının ardından kesilen diplomatik ilişkilere rağmen hiç azalmamıştı.
Ancak son dönemde Afrika ülkeleri, İsrail’le ilişkileri geliştirme konusunda daha istekli taraf görüntüsü veriyor.
Dolayısıyla Netanyahu’nun ilk olarak 2016 yılında Kenya ziyareti sırasında kullandığı “İsrail Afrika’ya, Afrika İsrail’e dönüyor” sloganının ikinci kısmının doğruluk payı daha yüksek.
Nihai tahlilde Afrika ülkelerinin İsrail’le olan ilişkilerinde reelpolitik gün geçtikçe daha fazla belirleyici olmakta.
Pegasus casus yazılımı skandalı çerçevesinde ortaya çıktığı gibi kıtadaki otoriter rejimlerin bazıları, varlığını devam ettirmek için İsrail’den istihbarat ve güvenlik desteği alıyor.
Sudan ve Fas gibi Filistin davasının önde gelen Afrikalı savunucularının çıkarları gereği İsrail’le ilişkilerini normalleştirmelerinin, diğer Sahraaltı ülkelerin tutumlarını etkilemesi kuvvetle muhtemel.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, Togo, Liberya ve Somali gibi İsrail’i hedef alan kararlara açıktan ret oyu veren veya çekimser kalan ülkelerin sayısının artması beklenebilir.
Bu minvalde Güney Afrika’nın efsanevi lideri Mandela’nın “Filistin halkı özgürlüğüne kavuşmadıkça Afrika asla tam olarak özgür olamayacak” sözü de Filistin davası gibi kıtada unutulmaya yüz tutacak gibi görünüyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *