Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulundan 24 Kasım 2020’de istifa eden Arınç, istifa sonrası ilk röportajında istifa sürecini ve Sedat Peker’in iddialarını yorumladı.
TBMM Başkanlığı, Hükümet Sözcülüğü, Başbakan Yardımcılığı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliği yapmış bir isim olan Bülent Arınç, Independent Türkçe’den Can Bursalı’ya konuştu.
Arınç, Peker’in açıklamalarıyla ilgili, “Lohusa kadınların tutuklandığı Türkiye’de, ‘şanlı yargımız’ bu ağır suçların sahipleri hakkında gerekeni yapacak herhalde” diye konuştu.
İşte o röportaj:
Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliğinden istifa ettikten sonra aktif siyaseti bıraktınız mı?
Aktif siyaseti, 2015’teki 7 Haziran seçimlerinden sonra bıraktım. 3 dönemim dolmuştu. 5 dönem milletvekilliği yaptığımı biliyorsunuz zaten. Yani 20 yıl parlamentoda kaldım. Ama 2015 7 Haziran seçimlerinde de adaylığımı koymadım. Başbakan yardımcısıydım. Hükümet kurulamadığı için bir süre o görevim devam etti. Sonrasında Başbakan Yardımcılığı’nı da sayın Tuğrul Türkeş’e devrettim. Dolayısı ile aktif siyasetten ayrılmış oldum. O günden sonra da aktif siyasette bulunmadım. Ama şimdi sizin de gördüğünüz ofisimde hem arabuluculuk yapıyorum resmi olarak hem de siyaset konuşuyorum. Türkiye’nin her yerinden gelen insanlar, ülkem ile ilgili sorunlar soruyor, pek çok şey konuşuyorlar. Ben de onlara bildiğim kadarıyla bir şeyler söylemeye gayret ediyorum. Mayıs 2019’da Sayın Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile Yüksek İstişare Kurulu kuruldu. Gerçekten aktif siyasetten ayrılmış eski TBMM Başkanları Yüksek İstişare Kurulu’nda toplandık. Ama geçen kasım ayında Haber Türk’teki meşhur programdaki sözlerim, üzerinden 4 gün geçtikten sonra sayın Cumhurbaşkanımız ve sayın Bahçeli tarafından çok ağır ifadeler ile eleştirildi. Ben de o şartlar altında Yüksek İstişare Kurulu’nda görev yapmayacağımı ifade ettim ve istifa dilekçemi kendilerine gönderdim.
Günleriniz şimdi arabuluculuk ve siyasi istişareler ile mi geçiyor?
Siyasi istişareler demeyelim. Ben Türkiye’nin her tarafında tanınan, hamdolsun ki sevilen bir insanım. Ankara’ya gelen herkes beni ziyaret ediyor. O ziyaretler sırasında da bölgeleri ile ilgili, Türkiye ile ilgili konuları bana anlatıyorlar, benden fikirlerimi soruyorlar. Ben de bildiğim kadarı ile fikirlerimi kendileri ile paylaşıyorum.
Sizin tartışma yaratan “Cübbemi bana geri giydirecekler” sözünüz vardı. Bu sözünüz yapılan bazı operasyonlara ilişkin bir eleştiriydi. Şimdi cübbenizi yeniden giymiş mi oldunuz arabuluculuk ile?
Hayır. Avukatlık yapmıyorum. Avukatlık yaparsam cübbe giyeceğim. Arabuluculukta cübbeye ihtiyaç yok. Arabuluculuk hukuka ait, cezaya ait değil. Hukuka ait konularda, ticaret hukukunda, iş hukukunda, tüketici hukukunda tarafları bir araya getirerek anlaşmalarını temin etmeye çalışıyorum. Hamdolsun ki siyasette benim uzlaşma noktasında başarılı olduğumu bilirler, ‘Burada da sayın başkanım biz size güveniyoruz. Siz ne derseniz öyle olsun’ diyorlar. Ben de onları miktarına hiç bakmadan bazen 1000 TL için, bazen 10.000 TL için uzlaştırmaya çalışıyorum. Fakat ne yazık ki dosya gelmiyor. Yani içinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntılar bir tarafa, bir de bu pandemi sürecinde yargı sürecinin çalışmıyor olması, bizim dosyalarımızın sayısını giderek azalttı. Ama ben bu arabuluculuğu zevkle yapıyorum. Çünkü benim inancım da ‘Es sulhu seyyidül ahkâm’ sulh hükümlerin en güzelidir. Kazan kazan oluyor, iki taraf helalleşiyor. Cübbe giymedim, giymeye niyetim yok. Çünkü bunun istismar edileceğini biliyorum. Ama ofisimin kapısında danışmanlık ofisi yazıyor. Özellikle ceza hukukunda bana dosyalar getiriyorlar. Kimisi Yargıtay safhasında, kimisi bir başka noktada. Ben dosyayı okuyorum. Kanaatimi bildiriyorum dosyayı getiren insanlara. Bu bir danışmanlıktır. Bunu da yapıyorum.
AK Parti 20 yaşında… Sizin kurduğunuz AK Parti ile bugünkü AK Parti arasında bir fark görüyor musunuz?
Aynı olması mümkün değil zaten. Yani bir derede iki defa yıkanılmaz. Veya bir suyla iki defa abdest alınmaz.
İlkeler açısından fark var mı?
Sorunuz çok güzel. Şartlar mutlaka değişiyor. Kişiler değişiyor. Siyasetin kendi ilkeleri veya yaşantıları değişiyor. Bu noktalardan baktığım zaman ben AK Parti’yi kurarken yaşadığımız heyecanı, bugün de en azından Sayın Cumhurbaşkanının şahsında ve onun bazı arkadaşları ile birlikte devam ettiğini görüyorum. Ama şartlar partiyi o noktaya getirmiştir veyahut yönetim o noktaya getirmiştir ki, bazı konularda eleştiriler yapılabilir. Bu eleştiriler haklı da olabilir. Ama bu sürecin içerisinde yaşadığımız büyük travmalar var. O travmaları da gözettiğimiz zaman, bu süreçte AK Parti en azından 2012, 2013’e kadar yani bir 10 yıllık süreçte çok başarılı. Bu bir altın dönemdir. Ama 2013’ten günümüze kadar, zaman zaman yaşadığımız travmalar sebebi ile bazı eksiklikler, yanlışlıklar, hatalar da olmuş olabilir. Bunlar giderilebilecek işlerdir. Giderilmeyecek şeyler değildir. Yeter ki kuruluş ilkelerimize tekrar sımsıkı sarılalım.
Şimdi saptığını mı düşünüyorsunuz kuruluş ilkelerinden?
Yaşadığımız olaylar sebebiyle, kısmen uzaklaşmalar olabilir. Kısmen yapılan hatalar olabilir. Bu hataların sebepleri de doğru olabilir, yanlış olabilir. Ama o parlak dönemde olduğu gibi yüzde 50’lik oy oranına, 2011 seçimlerinde ulaşmış bir partinin bugün ittifaklar ile bu nispeti yakalamaya çalışması artık seçmenin de siyasetçilerin de takdirinde olan bir konudur. Yani tek başımıza yüzde 50’yi almak başarısı, hatta bunu daha da arttırmak başarısı varken, bugün geldiğimiz nokta, yaşadığımız olaylar sebebiyledir.
Bir gerileme mi tarif ediyorsunuz?
Yani ben o kelimeyi kullanmak istemiyorum. Ama yaşadığımız olaylar, bazı konuları eleştirilir hale getirmiş olabilir.
Sizin için benim tabirim ile ‘gerileme’ hangi olayla birlikte başladı?
Şimdi ben bu travmaları televizyon programında da anlattım. Mesela Gezi olayları başlangıcı, sonuçları bunlar çok tartışıldı. Hatta ben de çok eleştirildim. Çünkü o tarihte başbakan vekili idim. Olaylara ilk müdahale eden insandım.
Sizin diyaloga açık bir tavrınız vardı…
Ben üzerime düşen görevi yaptım. Ve hamdolsun başarılı da oldum. Sayın Cumhurbaşkanımız yurtdışından geldikten sonra o da gereken tedbirleri aldı. Fakat bu olayın yaşanması, bir operasyonel hareketin, içerisine örgütlerin de girdiği bir hareketin İstanbul’dan başlayarak bütün Türkiye’yi etki alanı içerisine alabileceğini gösterdi. Bu güvenlik ile ilgili kaygıları arttırmış olabilir. 2010 sonu veya 2011 başında Arap Baharı başladı. Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta bir şekilde oldu. Bizim hemen yanımızda giderek bütün ilişkilerimize aile içi ilişkiye kadar götürebileceğimiz Suriye ile bu tersine döndü. Yani Suriye’deki Arap Baharı, büyük bir katliama dönüştü. Esat ve onun emrindeki Baas. Veya silahlı kuvvetler, kendi halkına silah doğrulttu.
Cumhurbaşkanımız o zaman Abdullah Gül’dü. Başbakanımız Tayyip Bey’idi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu idi. Ben Hükümet Sözcüsü’ydüm. Süreci birlikte yaşadık. Çok samimi olduğumuz Esat’a silah kullanmamasını, şiddet kullanmamasını, yeni bir anayasa, yeni bir seçim kanunu ile yola devam etmesini önerdik ama Baas rejimi buna izin vermedi. Onun yanında tabi 2013’ten sonra 17-25 ile başlayan ve 15 Temmuz’a kadar devam eden FETÖ süreci, iç politikada başka gelişmeler biraz bizi güvenliğe yöneltti. Yani iktidarımızı güçlendirmeye, perçinlemeye…
Mesela Kürt meselesi veyahut çözüm süreci konusunda yaşadıklarımız… Çözüm Süreci’ne elini değil gövdesini koymuş bir iktidarda ben sorumluluk almıştım. Çözüm için çıktığımız bu yolda bize ihanet ettiler. Bu ihanet affedilecek bir ihanet değildi. Toprağın altına gömülmüş, saklanmış silahlar ile şehir içi kavgaları başladı. Bütün bunlar bizim, ekonomik yöndeki kalkınmanın veya özgürlükler noktasındaki sürekli devrimimizin önüne geçti.
Ayrıntısına girmeyeceğim. Türkiye bunu ilk defa AK Parti döneminde yaşadı. Menderes’in iktidar süresi 10 yılı geçmedi. Demirel bu kadarını da bulamadı. Bir başkası bunun 3’te 1’ini bile bulamadı. Biz yüzde 50 oy noktasına, halk tarafından 2 defa cumhurbaşkanını seçme noktasına gelmişsek, halkın büyük çoğunluğunun güvenini hala üzerimizde taşıyor olduğumuzu gösterir. Bir yıpranma vardır derseniz onu da kabul ederim. Ama bence yeni bir hareketlilik ile olumsuzlukları ortadan kaldırabilecek bir noktadayız.
Mevcut kadrolar itibarı ile bu mümkün mü AK Parti açısından? Bu soruya ek olarak bir de şunu sormak istiyorum; AK Parti ile üyelik haricinde ilişkiniz sürüyor mu?
Biliyorsunuz 2015’te ben aktif siyasete veda ettikten sonra bazı troller ve troliçeler beni hedeflerine koydular. Beni yıpratmak istediler. Bu 2014’ten sonra başlamıştı aslında. Fakat siyasetin dışına çıkınca, hükümetin dışına çıkınca affedersiniz sırtlan gibi saldırdılar. Ben de boş durmadım. Onlara cevap verdim. Tabii Sayın Cumhurbaşkanımızın etrafında olan ve ona ‘Reisim’ diye hitap eden bazı yazarlar beni dillerine doladılar. Onlarla da bir çekişmenin içerisine girdik. Bu bizi yıprattı. Ben bu yanağıma tokat vurdunuz, öbürü de hazırdır gelin buna da vurun diyecek bir adam değilim. O zaman bir soğukluk yaşadık. Ama 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimini gördükten sonra, ben her şeyi sıfırladım ve tekrar Tayyip Bey’in yanında ve AK Parti’li olarak bulunmak gerektiğini kendimi inandırdım, başkalarını da inandırdım. Yani şu anda bulunduğum yer AK Parti’dir. AK Parti benim elimde doğmuş. Ben AK Parti’nin sahibiyim, kiracısı değilim. AK Parti’yi kim kurdu denilince 70 tane kurucusu, 53 tane milletvekili var ama en başta da 2-3 kişi sayılıyor. Yani bazen 4’e çıkarıyorlar. Tayyip Bey, Bülent Arınç, Abdullah Bey, Abddullatif Şener. Ya Abdullatif Şener ile Abdullah Bey’i bugün saymasak bile, ben bu kurucuların en başta geleniyim ve ilk TBMM Başkanı’yım. İlk grup başkanıyım. 6-7 sene başbakan yardımcılığı yaptım.
Bu partiden dışarı çıkmayı düşünmem. Bu partiden başkasına başımı çevirmeyi düşünmem. Bu yüzden Gelecek Partisi’ne ve Deva Partisi’ne de başımı çevirmedim. Ayrılmamaları için çalıştım ama onlar o yolu seçtiler. Başkaları gibi onlara hain diyecek durumda da değilim. Onlar bizim arkadaşlarımız. Birlikte siyaset yaptık. Ve bir kötülüklerini de görmedik. Ama siyasetten yanlış yapmakla, yaptığı işlerdeki yanlışlıkları birbirinden ayırmak lazım. Siyaseten yanlış yapmış olabilirler. Hangimiz yapmıyoruz ki? Ben şu anda AK Parti’liyim. AK Parti’li kalacağım. Ve Tayyip Bey bana ne derse desin, günün birinde mutlaka helalleşiriz.
AK Parti’nin kurucularından 4 önemli isim saydınız ama bugün cumhurbaşkanından başka hiç kimse partide aktif değil. Cumhurbaşkanı şu anda yalnız mı?
Cumhurbaşkanının yalnız olduğunu, kendisinin kabul ettiğini zannetmiyorum. Yalnız olur mu? Çevresinde binlerce yüzlerce insan var. En yakınında olanlardan mesafeli olanlara kadar. Sayın Cumhurbaşkanı kendisini kabinesinde de danışmanları içerisinde de bir heyeti mutlaka bulunduruyor. Ha o kişiler, ayrı siz ayrısınız derseniz ona bir şey demem. Ben sadece üye değilim. Ben kurucusuyum AK Parti’nin. Bu sıfatımla kongrelere katılıyorum. Bu sıfatımla kabul görüyorum. Sonra 2002 seçimlerinde de partim iktidar olunca 1. turda 369 oy alarak TBMM Başkanı oldum. Bunu kimse unutmasın. Bugünkü halimize bakıp ‘Aaa bu nereden çıktı ya kimdi bu adam’ diyenler falan olabilir belki. Yeni yetmeler çok. Ama ben AK Parti’nin kurucularının ilk 3’ünün içindeyim. Şimdi bu arkadaşlar nerede? Tayyip Bey yalnız, siz şöylesiniz böylesiniz, bunları kabul etmem.
Siyasetin doğasında bazı şeyler vardır ki AK Parti bunun dışında kalamaz. Bu başka partilerde de böyledir. Bizden de bir sürü parti çıktı. Abdüllatif Şener Türkiye Partisi’ni kurdu. Erkan Mumcu ANAP’a gitti. Bir Kütahya milletvekili vardı, İdris Bal adında… Parti kurdu. Tayyip Bey’in yanında yıllarca bulunmuş belediyedeki arkadaşlarından İdris Naim Şahin başka bir parti kurdu. Kurmayan kalmadı. Ama hiçbir zarar veremediler. Çünkü ana gövde çok sağlam. Ana gövdeden hiç kopma olmadı.
Gelecek ile DEVA partilerinin AK Parti’den oy alacağını düşünüyor musunuz?
Yani dünün dostları zaman gelmiştir, birbirlerinden ayrı düşmüşlerdir. Ben bu AK Parti’de olmaz diye düşünüyordum. Herhalde Tayyip Bey de öyle düşünüyordu. Çünkü Tayyip Bey’in örnek aldığı insan, Şeyh Edebali’dir. Şeyh Edebali’nin vasiyetnamesini her defasında okuduğunda ben gözyaşı dökerdim. Şeyh Edebali diyor ki ‘Sen artık Bey’sin. Bey’e şu düşer, ben bölmeye çalışacağım, sen bütünleştireceksin. Ben kötü söz söyleyeceğim, sen iyi şeyler söyleyeceksin. Ben yanlış iş yaparsam, sen doğrusunu yapacaksın’ Buna uyarsak mesele kalmaz. Ya Bülent Arınç böyle bir söz söylemiş… Bülent Arınç, her zaman doğruyu söyler. O yanlış şey söylemez. Ama gerçekten yanlış söylemişse, Bülent Arınç yanlış söylemiştir. Bu kadar. Bundan daha ötesi yok. Bizim birbirimize karşı hukukumuzun böyle olması lazım. Yanlış söylemiş olabilir, herkes yanlış söyleyebilir. Hata yapabilir. Hepsi bizim için. Ama bu, o insanı yok etmek için, o insanı kötülemek için olmamalıdır. O insana fitneci demek doğru bir söylem değildir. Biz Şeyh Edabali’nin bir Bey’e tavsiyelerine uymak zorundayız. Bunların hepsi düzelir.
Kemal Burkay ne güzel diyor, ‘İklim değişir, Akdeniz olur. Gülümse.’ Bu bizim kendimizi sorgulamamıza bağlı. Ben nerede hata yapıyorum? Nerede yanlış yapıyorum? Kiminle helalleşmem lazım? Kimin hakkını yedim? Kimin bedduasını aldım? İnsan bunları düşünecek. Bizim inancımızda helalleşmek çok önemli.
İstifa sürecine giderken kullandığınız ifadeler vardı. Osman Kavala’dan ve Selahattin Demirtaş’tan bahsetmiştiniz. Önce Devlet Bahçeli sonra cumhurbaşkanı tarafından eleştirildiniz ve istifa ettiniz. Az önce de benim söylediğim doğrudur, ya da hata yapmış olabilirim dediniz. O günkü sözlerinizi şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz? Hala o sözlerin arkasında mısınız? Yoksa hata yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Ben uzun tutukluluğa itiraz ediyorum. O isimleri ben vermiyorum. Verene de bir şey demiyorum. Yani örneklerden bir tanesi belki o olabilir. İsmi veren ben değilim ama ısrarla sorulunca, uzun tutukluluğa karşı olduğumu söyledim. Tutuklama sebepleri yoksa serbest yargılanma asıldır. Tutuklu olmak istisnaidir. Bunu ben Ergenekon davaları sürerken de söyledim. Ve kendimi örnek verdim. Ben 15 yıl ağır hapis talebi ile yargılandım. 1985 yılında. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde. 2,5 sene sonra ben beraat ettim. Davanın başladığı günden 2,5 sene sonra beraat ettiğim güne kadar ben tutuklanmadım. Savcı tutuklama talep etmedi. 5 sene ceza verdikleri gün benim hakkımda tutuklama kararı çıkmadı. Yani ben o günlere mi özeneceğim şimdi? Şimdi hapşıran adamı gel bakalım deyip tutuklayan yargıda bir sorun var. Ben bu yargıdaki soruna itiraz ediyorum. Çok basit suçlamalar ile hatta gazeteciler için düşünürsek, yazdığı yazıdan dolayı 70 yaşını geçmiş insanların cezaevinde olmasını nasıl izah edebileceksiniz? 15 Temmuz’a giden yolda, yazı ne kadar etkili oldu? Karikatür ne kadar etkili oldu? Ben Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çok kararını beğenirim. İfade özgürlüğü konusunda bir kararında, ‘Herkesin hoşuna giden sözleri söylemek ifade özgürlüğü değildir, herkesin canını sıkan, yüzünü buruşturan, İnsanı irite eden, hatta bu kadar da olmaz dedirtecek şeylerin söylenmesi ifade özgürlüğüdür.’ O yüzden sonuna kadar eleştirin. Eleştiriye açık olacağız. Ama asla hakaret olmayacak, asla istihza olmayacak.
Meral Akşener’i siyasetçi olarak beğenirim. Ahlaklı bir kadındır. Her şeyini takdir ederim. Ama Sayın Cumhurbaşkanı’na ‘Sen Netanyahusun’ veyahut ona benziyorsun demek düpedüz bir hakarettir, aşağılamadır. Hele hele hayatının en büyük davası olarak Filistin davasını gören bir insana sen böyle sözler söyleyemezsin. Ölçülü olmak zorundayız.
“Türkiye bağırsaklarını temizliyor” sözünüz hafızalarda yer etti. Şimdi ise gündemde yayınlanan videolar ve iddialar var. Siz Susurluk sürecini Meclis’te yaşamış, Türkiye’deki en deneyimli siyasetçilerden birisiniz. Bugün yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de darbe planlarının ifşa olması ile birlikte yeni bir sürece giriyorken, ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’ dedim. Türkiye’de bir darbe geleneği olduğunu muhtıra geleneği olduğunu yaşayan bir insanım. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümünü kastederek, manevi şahsiyetini kastederek söylemiyorum. Ama 1950’lerden önce de sonra da 15 Temmuz’a gelinceye kadar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinde veya onların dışında yine üst rütbeli subayların bir kısmının cuntacılık faaliyetleri yaptığını adım gibi biliyorum. Cuntacılık faaliyetlerini kastederek bunların deşifre olması ile Türkiye bağırsaklarını temizliyor demiştim. Ama Ergenekon sürecinde sapla saman birbirine karıştı. O, FETÖ’cü savcılar, hâkimler, hiç alakası olmayan insanları da işin içerisine koydular ve onları yargıladılar. Bunlardan bir tanesi İlker Başbuğ’dur. Bir ülkenin Genelkurmay Başkanı’nı terörist sıfatı ile cezaevine koymak ve yargılamak için insanın ya deli olması lazım ya FETÖ’cü olması lazım. Biz buna o zaman da karşı çıktık. Ben Ergenekon sürecinde yargılanan pek çok masum bildiğim insana sahip çıktım. Mehmet Haberal gibi bir bilim insanı, birkaç toplantıya katıldı diye 4 sene cezaevinde kaldı. O süreç FETÖ’nün manipüle ettiği bir süreçtir. Benim sözlerimle hiçbir ilgisi yok. Ben o zaman da tutuklulara karşı çıktım. Tutuklayamazsınız dedim. Bunu hükümette olan herkes bilir, dışarıda da konuşmuşumdur. Ben bu sözlerimi savundum. Şimdi Türkiye bağırsaklarını temizliyor sözümü hatırlatarak, ‘Sedat Peker de bunları söylüyor hadi bakalım şimdi de Türkiye bağırsakların temizleyecek mi’ diyorlar. Benim elimde imkân olsa bu konuda cevap vermesini bilirim. Ama 5 senedir ben artık sade bir insanım. Bu konuda benden herhangi bir şey beklemeyeceksiniz. Ülkeyi yönetenler var. Ülkenin yargısı var. Ülkenin güvenlik birimleri var. Bunları mutlaka değerlendirecektir. Bunlarla ilgili bir soruşturma açılır, açılmaz bunu hepimiz göreceğiz. Ama bu soruyu bana sorma. Ben 2009 Mart ayında Taraf gazetesinde yayınlanan o belgelere, o ses kayıtlarına bakarak bu cuntacılığı işaret ettim. Ve Türkiye bağırsaklarını temizleyecek dedim. 11 sene sonra bana bugünkü bazı olaylarla bunu yan yana getirmek herhalde doğru olmaz.
Soruyu şöyle revize edeyim: Sedat Peker’in paylaştığı videolardaki sözleri ve iddiaları var. Türkiye’nin gündemi de bu konuya kilitlendi. Sizin değerlendirmeniz nedir?
Ben Sedat Peker’in konuşmaları veya burada söz ettiği insanlar ile ilgili olarak, isim bazında bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Ama bir olgu var. Bu olgu üzerinden yaşadığım birkaç konuyu size aktarmak istiyorum. Şimdi bir defa, yolsuzluk dünyanın en eski işidir belki. Ama yolsuzluk yani haksız kazanç, nüfuz suiistimalinin yasalarımıza göre suç olmasının yanında inancımız da bunu reddeder. İnancımızda alın teri kutsaldır.
Mesela israfın da karşısındayım. Başbakan yardımcısı iken bile hükümetin bu konuda sınıfta kaldığını söylemiş bir adamım. Çünkü israf eden, kendi kazancından israf etmez. Senin benim üzerimdeki hakkından israf eder. Ben çalışırım, ben kazanırım ama o fazlasını harcadığı için, benim elimdeki malı ve sermayeyi alır götürür. Haksızlıktır. Şunu söylemek istiyorum. Biz iktidara gelirken, 90’lı yıllarda, 80’li yıllarda rahmetli Özal’ın dönemi de buna ait, çok eskiye gidersek CHP’li bazı bakanlar içinde yolsuzluk iddiası olmuştur. Demokrat Parti döneminde olmuştur. Tek parti döneminde de olmuştur. Ama münferit olaylardır. Ama yoğun olarak yolsuzluk sorunları en son 90’lı yıllardan 2002’lere kadar, belki 80’li yıllardan 2002’lere kadar yoğun olarak gelmiştir. Yani o zaman insanlar birbirlerini şikâyet etmeye başlamışlardır. Bu belki ekonomik hayatın gelişmesi ile veya suç örgütlerinin daha güçlenmesi ile de ilgilidir. Biz 2001 de kurulduk. 2001’de Türkiye’nin siyasi tablosu şöyle idi. Koalisyon hükümetleri gelip gidiyor. En fazla ömürleri 1,5 sene. Ama birbirlerine itham ediyorlar. DYP, ANAP’a yükleniyor, ANAP, DYP’ye yükleniyor. Öbürleri hep beraber ANAP’a yükleniyorlar, onlar bir başkasına yükleniyor. Hepsi birbirini yolsuzlukla suçluyor. Hakikaten ortaya saçılan birtakım iddialarda, bankaları satın alanlar, medya organlarını satın alanlar, onlara bunlara çökenler, üstüne konanlar, Türkiye’de siyaseti en dip noktasına getirmişti. Vatandaş yolsuzluk kavramını o zaman kafasına koydu. Ve bununla ilgili kimin ismi geçerse, o insanları defterden sildi. Hangi partinin ismi geçerse, onları defterden sildi. Millet bizim fotoğrafımıza baktı ve bize güvendi. Çünkü bizim fotoğrafımızın içinde, adı yolsuzluğa karışmış, dürüst olmayan bir tek insan görmedi. Şimdi şunu düşünelim, 1993’te İstanbul’da SHP’li belediye başkanı var. Nurettin Sözen. 93’te İSKİ skandalı patlıyor.
93’te Ergün Göknel diye bir İSKİ Genel Müdürü var. Karısı Feray Hanım’dı zannediyorum. Onu bir başka birisi ile aldatmış. Aldatılan kadın, çok intikamcı olur. Türkiye’de pek çok olayın arka planını kadınlar ortaya çıkarmıştır. Dedi ki ‘benim eşim şurada şurada yolsuzluklar yaptı’. Skandal patladı, Ergün Göknel cezaevine gitti. Ama siyaseten biz 94’te bir sene sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığını kazandık. Tayyip Erdoğan yüzde 25 ile kazandı. Ve anketlerde 4. olarak çıkıyordu. Tabii bu anketler de yönlendirici anketlerdi. Tayyip Bey’in seçimi kazanmasının bence tek sebebi, tertemiz pırıl pırıl bir Milli Görüşçü olarak milletin güvenini sağlamış olmasıdır. Tayyip Bey’in 94 seçimini kazanmasının tek sorumlusu SHP’li belediye başkanlığında, -başkanı kastetmiyorum- İSKİ skandalının patlamış olmasıdır. Çünkü vatandaş güvenecek insan arıyor. Yolsuzluk bilmeyen insan arıyor. Helal haram duygusuna sahip insan arıyor. Yetimin hakkını gözeten insan arıyor. O tarihlerde Tayyip Bey öyle bir teşkilatlanma yapmış ki İstanbul’da kapı kapı dolaşmış. Varoşlara girmiş, en lüks yerlere girmiş. Ve o zaman bu Milli Görüşçülere herkes büyük bir güven duyuyor.
Millet yolsuzluktan nefret eder. Konuşulmasından bile millet nefret eder. O yüzden biz iktidara geldiğimiz gün, 3Y prensibini açıkladık. Yolsuzluk, yasaklar, yoksulluk. Diğer ikisine girmeyeceğim. Yolsuzluk konusunda şunu yaptık… Meclis Başkanıyım, Başbakanımız Tayyip Bey. Dedi ki, yolsuzluklarla ilgili araştırma komisyonu kuralım. Nasıl yolsuzluk yapılıyor? Kim yaptı? Yolsuzluğu önlemek için ne yapacağız? İstanbul Milletvekili Azmi Ateş’in başkanlığında bir komisyon kurduk. 2 sene çalıştı. Müthiş şeyler buldular, arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Biz yolsuzluklarla bu kadar ciddi mücadele ettik.
Komisyonu kurduk, 55 tane çıkar amaçlı suç örgütünü ortadan kaldırdık. Bir de Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyet gösteren GRECO diye bir kuruluş var. GRECO Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubudur. Başbakan yardımcısı olduğum dönemlerde GRECO’nun üst düzey toplantılarında Türkiye’yi ben temsil ediyordum. Avrupa Yolsuzluk ile Mücadele Grubu’dur. Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyet gösterirdi. Bizim bulunduğumuz dönemlerde biz orada çok iyi durumdaydık. Her 6 ayda bir zannediyorum rapor yayınlıyorlardı. Biz de o raporlara malzeme gönderiyorduk. Ama görüyorum ki 2019-2020 Türkiye yolsuzlukta mücadelede sınıfta kaldı diye raporda belirtmişler. Bu iyi bir durum değil. Biz Avrupa Konseyi’nin kurucusuyuz ve ilk üyelerindeniz. Dolayısı ile GRECO bizi ilgilendirmiyor diyemeyiz. Bunların kanaatları yanlışsa, ‘Hayır öyle değil aslında böyledir’ diyebilmeliyiz. Bunu da şu vesile ile hatırlatayım, ben terörle mücadele yüksek kurul başkanlığı yaptım son dönemde. Bizim her zaman söylediğimiz bir şey vardı; terörle mücadele bir ülkenin tek başına başarabileceği bir şey değil. Onun için uluslararası bir terörle mücadele desteğine ihtiyacımız var. Biz hamdolsun bulunduğumuz süreç içerisinde, uluslararası mücadele içerisine almaya çalıştık. Hem AB ülkelerinin, hem ABD’nin büyük ölçüde de başarılı olduk. Bir ara bir benzetme yaptım, yani çıkar amaçlı suç örgütleri veya mafya tipi yapılaşmalar, terör örgütleri kadar tehlikelidir diye. O yüzden bu yolsuzluklarla da terörle mücadele eder gibi, uluslararası işbirliğine ihtiyacımız var. O zaman uluslararası bu işi yöneten hangi kurum varsa, hangi ülke varsa, çünkü bunların dış bağlantısı yüzde 100 vardır. Bakınız gidenler kaçanlar belli yerlere gidiyorlar, belli yerlere kaçıyorlar. Buralarla da bizim işbirliği yapmamız lazım. Bu Türkiye’nin kendi başına yapabileceği bir model değil. O yüzden uluslararası bir yolsuzlukla mücadelede işbirliğine ihtiyacımız var.
Ceza hukukuna göre yolsuzluk kasıtla işlenen bir suçtur. Haksız kazanç elde etmek için, siyasi nüfuz kullanırlar, para kullanırlar, kadın kullanırlar, örgüt kurarlar. Bunun çok ayakları var. Yargıda ayağı var, güvenlik bürokrasisinde ayağı var, siyasette ayağı var, dış bağlantısı var. Çünkü bazı ülkelerde de bunlarla iş birliği yapan insanlar bulunabilir. Yani küresel bakmak lazım olaya.
Şimdi biz, onlarla mücadele ettik. Kayıtlarda vardır. Bizim dönemimizde, aydınlatılmayan hiçbir cinayet ve siyasi olay yoktu. 2013-14’e kadar. Ondan sonrasını çok fazla bilmiyorum. Bir tek Hablemitoğlu cinayeti biz iktidara geldikten 1 ay veya 2 ay sonra işlendi. Hala üzülürüm, o cinayet aydınlatılmadı. Zannediyorum ki bir dış etki var ki, işin zorluğu var. Ama bu bizim için bir eksikliktir. Hablemitoğlu cinayetinin de aydınlatılması lazım.
Biz 55 çıkar amaçlı suç örgütünü çökerttik. Tayyip Bey’in talimatıyla. O yüzden bu tür olayların içerisinde hiç kimse, -geçmişe bakarak söylüyorum- Tayyip Bey’in bir katkısını aramasın. Yargı gözünü kırpmadan bu işlerin üzerine gidecek. Eskiden derlerdi ki hâkim vicdan ve cüzdan arasında kalıyor. Kalmayacak. Bu konudan dolayı birisinin şikâyetçi olmasına gerek yok, bunlar takibi şikâyete bağlı suç değil ki. Bunlar cürümdür. Cürüm ne demek? Bilerek ve isteyerek işlenen suçtur. Buradaki her iddia mutlaka savcılar tarafından incelenmeli. Çünkü ben yolsuzluk için çete kuranların, terör için çete kuranlardan farklı olmadığını düşünürüm.
Herhangi bir adım atılmadı henüz…
Bilmem, atarlarsa atacaklar. Ben dediğim gibi şu bütüncül bakışın içinde kalmaya çalışıyorum. Yargı gereğini yapmalıdır. Nasıl yapacak? Bütün bu iddiaları en ciddi biçimde inceleyecek ve sonucu kamuoyuna açıklayacak. Lohusa kadınların bile tutuklandığı, çocukları ile beraber cezaevinde kaldığı bir Türkiye’de, kanser hastalığı ile boğuşurken bile tahliye edilmeyen insanların bulunduğu bir Türkiye’de tutuklamalar yapılacaksa bu ağır suçların sahipleri hakkında herhalde yapılacak. Bu yargının görevidir. Tabii Adalet Bakanımızın yargının, HSK’nın ve bunlara talimat verme durumunda olan herkesin ‘Bu olayların üzerine gideceksiniz arkadaş. Ben sizden adalet bekliyorum’ demesi lazım. Şimdi işin yargı boyutu, emniyet bürokrasisi boyutu var. Emniyetin dışında başka eller de olabilir. Kendi içlerinde tekrar bir arınma gerekiyorsa, bunu yapacaklardır. Ve vatandaşa bilgi verilecektir. Tatmin edilecektir. Çünkü demokrasinin iki önemli ölçütü şeffaflık ve hesap verebilirlik. Her şey şeffaf olacak. E bu adam bunları bugün söylüyor, acaba doğru mu? Yanlış da olabilir. Ama onları araştırma görevi, yargının görevi. Bir bak bakalım ne diyor? İtham ettikleri şeylere bir bak bakalım, onları bir dinle. Beraat- i zimmet asıldır. Hemen suçlu ilan etme. Bunlar özellikle bazı kişiler için şu anda Türkiye’de uygulanıyor. Ama bazı insanlar için de peşinen terörist denerek ismi de konulabiliyor. Hukuk bu, Balzac demiş ki adalet örümcek ağına benzer, küçücük sinekler takılırlar, ama eşek arıları deler geçer. Bu tarife uymasın bizim adaletimiz. Çünkü Allah bize emrediyor adaleti. Bu seküler hukuk için de böyledir. Bütün bunların araştırılması, devletin görevidir, yargının görevidir, emniyetin görevidir, güvenliğin görevidir. Bütün buralarda aksaklıklar olabilir mi?
Bizim varlık sebebimiz yolsuzluk ile mücadeledir. Hem Tayyip Bey açısından, belediye başkanlığıyla başlayan süreç, AK Parti’nin güçlenmesi ile ileri giden süreç… Gündemdeki bu iddialar, arkadaşlıklar dostluklar bunlar güzel şeyler değil. Bu insanlar bilinir. Şüpheli insanlardır. Bu insanların yanına bile yaklaşmamak lazım. Siyasi hayatımda bunu yaptım, beğenmediğim adama selam bile vermedim. Yanımdan geçiyorsa başımı çevirdim. Birlikte fotoğraf çektirmedim. Aynı masaya oturmadım. Benim hiçbirisiyle kafa çekerken, bağırıp çağırırken, şarkı söylerken birbirimizi överken hiçbir sözümü bulamazsınız. Bundan kaçındım ben. Bu benim kendi düşüncelerim. Alkışlanırken, sıfatlar takılırken bu kişilerin medyanın ilgi noktasında olduğunu gördük şimdi ise bazı medya kuruluşlarının görmezden gelmesi içler acısı bir durumdur.
Peker ne diyor? Namusu maaşı kadar olanlar diyor. Ne kadar acı bir şey. Düşünebiliyor musunuz? Hala köşesinde bu konuyla ilgili yazı yazmayan insanlar var. Hala bu olayları duymazdan gelenler var. Devekuşu gibi kafasını kuma sokmuş, ‘beni görmüyorlar’ diyor. Türkiye’de medyanın düştüğü hale bakın. Bereket ki sosyal medya var, Youtube kanalları var. İnsanlar onları daha çok takip ediyor. Bugün amiral gemileri hepsi battı çıktı. Bu çok ayıp bir şey. Mücadele etmek istiyorsak medya görevini yapacak. Yargı görevini yapacak, siyaset görevini yapacak. Siyasetin içindeki insanlar kendi görev alanlarını iyi yapacaklar. Şeffaf olacaklar ve hesap verecekler. Hesap vermek hamasi nutuklar atarak olmaz. İddialara cevap vererek olur. Topu taca atarak olmaz. Top sahada oynanacak. Sahada top çevirmeyeceksin, golü atacaksın. Ne sorulduysa ona göre cevap vereceksin. Sayın Cumhurbaşkanımızın son konuşmasında ‘Bunlarla aynı çuvala girenler pişman olurlar’ dedi. Olmuşlardır da nitekim. Yani bu tür insanlara selam verenler bile günün birinde hem yalnız kalırlar hem şaibe altında kalırlar. Bütün siyasetçiler için bunları söylüyorum. Buna itina gösterenler de var, hiçbir şey olmaz canım, millet bunları görmez, duymaz diye düşünenler de var. Ama bu olay hepimizin aklımızı başımıza getirmeli. Bu vesile ile her konunun üzerinde ciddiyetle durmalıyız. Meclis Başkanı arzu ederse, TBMM’de bir araştırma komisyonu da kurulabilir. Ama önemli olan şey, şimdi bu iddiaların değerlendirilmesini bizim yargımızın yapmasıdır. Yargı eskiden bağımsızdı. 2010’dan bu yana ona bir de tarafsız kelimesini ekledik. Şimdi bizim şanlı yargımızın ne kadar bağımsız ne kadar tarafsız olduğunu göstermesi lazım. Göstermelidir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *