Her zaman ve her yerde sahici ilişkilere, gerçek dostluklara, sahici ilgilere ve düşüncelere vurgu yaparak “düşsel ufuklardan gerçek ufuklara” geçmemiz gerektiğini, yanlış ufuklara bakmanın ne anlama geldiğini hiç bıkmadan söyledi.
Talip Özçelik / Her Taraf
“Kalplerde ve gönüllerde yegane tasarruf sahibi Allah’tır. Allah kullarının kalbini sevdiği kuluna meylettirir.”
Atasoy Müftüoğlu’nu ilk gördüğüm andan itibaren ona duyduğum sevgi ve saygının yukarıda zikr- ettiğim cümle ile alakalı olduğunu düşünmüşümdür. Sanıyorum 1983 yılında tanıştık. Atasoy ağabeyi yakından tanıdıkça ve her dinleyişimden sonra ona olan saygım hep artarak devam edegelmiştir.
Ağabeyimizden öğrendiklerimi saymak, ona olan sevgimi ve hürmetimi anlatmak; sahip olduğum kelime muktesebatımın azlığı ve edebi üslubum sebebiyle onu kendi kelime ve cümleleri ile anlatmayı tercih ettim.
Kalabalıklara katılmayışını, sorumlu Müslüman ve entelektüel kimliğini, toplumdan nasıl ayrıştığını anlatabilmek için; Colin Wilson’un “Yabancı” kitabında sıraladığı isimlerle kıyaslamak bile yeterli olmayacaktır.
Kalabalıklar içindeki yalnızlığını, farklılığını firakla anlatmaya başladı. Sıradan insanlardan da, sıradan Müslümanlardan da olmadığı için “firak” kaçınılmazdı. Onun için firak bir uzlet, inziva değil, kelimenin tam anlamıyla bir savaşçı duyarlılığıyla “vakti kuşanmak” demekti. Çünkü kuşanmak hem bir düzenliliği ve sorumluluk almayı, hem de hazırlığı içinde bulundurur. Vakti kuşandığını düşündüğü veya bunu hatırlatmak istediği dost ve tanıdıkları için hayatı boyunca “aziz vakitler içinde olasınız” duasını hiç dilinden düşürmedi.
Bu bilinçle; hakkın batıldan ayrı olduğunu, ikisinin birbirine karıştırılmamasını, bundan dolayı bütün günlerimizin bu bilinçle “Furkan günleri” olması gerektiğini anlattı.
Sadece gündüzleri değil, gecesi de gündüz gibi aydınlık olan bu yolu, “Tevhidi gerçekliğin ışığında” yürümemiz gerektiğini, “Rahman’ın ayetleri karşısında” sorumluluklarımızın bize bunu emrettiğini, bunu asla unutmamızı hatırlatıp, sadece “Vahyin kılavuzluğu altında” ona tabi olarak başka hiçbir şeyin kılavuzluğuna itibar etmemeye çağırdı.
Dağa bile seslendiğinizde yankısıyla size cevap verir. Belki de anlattığı hakikatlerin yankı bulmadığını düşündüğü içindir ki; yaşadığımız coğrafyada karşılaştığı “bunca tuğyan bunca ıssızlığa” katlanmanın mümkün olmadığını konuşmalarıyla, konferans ve sohbetleriyle dile getirdi.
Sohbet ve söyleşi dilinin önemine “sahabe toplumu engin bir sohbet toplumuydu” diyerek dikkat çekti. Hem “söyleşiler” hem de sohbetleriyle sahabe iklimini yaşatmaya gayret etti.
“Göklerin ve yerin dili” ile, Varlık Alemi’nin, insanın, hayvanın, tüm yaratılmışların dilinin aynı dil olduğunu, bunun da hakikatin dili olduğunu “yeni bir tarih şafağının” bu dille doğacağını ve çevresini aydınlatacağını, “bilinç ışıklarını yakmanın” bu tevhidi bakışla mümkün olacağını her zaman hatırlattı, buna inancı tamdı.
“İlahi şiarları özgürleştirmek” ancak böyle bir güven, inanç ve dille mümkündür diye daima haykırdı. “Ümmet bilinci” olmadan Müslümanların vahdeti sağlanmadan; sosyal, siyasi, kültürel, entellektüel, felsefi, sanatsal alanda var olmadan “evrensel vicdanın sesi olmak” mümkün değildir dedi. Bu inanç sebebiyledir ki; insani erdemlerin unutulduğu bir zamanda, “Müslüman olmak demek bütün insani erdemleri temsil etmek demektir” cümlesi ile yolumuzu aydınlattı.
“Küresel kuşatma ve küresel ihtiraslar” karşısında dik durmanın akıntıya kapılmamanın sadece insani erdemleri temsil ederek mümkün olduğunu biliyordu. Küresel emperyalist güçlerin kullandıkları tüm maskelere rağmen, İslam coğrafyasındaki sömürü ve katliamlarının yeniden “barbarlığa dönüş” olduğunu her yerde anlattı. Konferanslarıyla anlattı, sohbetleriyle anlattı.
Her zaman ve her yerde sahici ilişkilere, gerçek dostluklara, sahici ilgilere ve düşüncelere vurgu yaparak “düşsel ufuklardan gerçek ufuklara” geçmemiz gerektiğini, ufuksuzluğumuzun ya da yanlış ufuklara bakmanın ne anlama geldiğini hiç bıkmadan söyledi.
Bu hassasiyet ve bilinç davranışlara yansıdığında ancak “onurumuzla yaşamak elimizdedir” buyurdu. En olumsuz şartlarda bile dik durulabileceğini İnsani ve İslami onurumuzu koruyabileceğimizi yaşayarak gösterdi.
Davranış ve yaşantılarından -halinden- süzülüp gelen ve amellerinde tecessüm eden “sözün erimi” ne demektir, lisanı haliyle anlattığı gibi; böyle sözler nasıl söylenmelidir ve böyle söylenmiş sözler nereye kadar ulaşabilir; bunları bize gösterdi.
Zaman ve şartlar ne olursa olsun, her türlü olumsuzlukta, en koyu karanlıkta, siyasal, kültürel ekonomik ya da dini her türlü iktidara hakikati söyleyip, hakkı temsil ederek,hakikatin dili olarak “yeni bir zamanı başlatmak” mümkündür dedi.
Zaman, mekandaki harekettir, mekandaki hareket ile ölçülür. Mekandaki hareket zamanla ilişkili olup onu belirlediği için “zamanın sınavında geçmek” ne demektir, yaşadığımız zaman diliminde bu nasıl olur bunu anlatarak; her an her şekilde imtihan olunduğumuzu hatırlattı.
“Küresel çağda kaybolmak” ne demektir “küresel çağda var olmak” nasıl mümkün olur, bunları evire çevire anlattı. O kadar çok anlattı ki, bu anlattıkları kimilerine göre “aynı şeylerin tekrarı” diye yorumlanarak eleştirildi.
Kimilerinin makam ve mevkie, kimilerinin paraya, kimilerinin ışıltılı kelimelere teslim olup direnmekten, mücadeleden vazgeçtiği bir zamanda “teslimiyetçilik kader değildir” diyen çok az kişiden biri oldu.
Kendi kelimelerimizle, kavramlarımızda ayakta durabileceğimizi ve küresel epistemolojik saldırılara göğüs gerebileceğimizi iyi bildiği ve bu konudaki zaaflarımızı gördüğü için “varoluşsal kaygılar” konusunu dile getirdi. Müslümanların varlığı adına ümit ve kaygıyı her zaman birlikte taşıdı.
Algılarımızın bizleri nasıl belirlediğini çok iyi bildiği için, algı yönetimi ile nasıl saptırıldığımızı, yanlış yerlere yönlendirildiğimizi gündeme getirip hatalı ve eksik algılarımıza parmak bastı. “Ağır hasarlı algıların” ne demek olduğunu öğretti.
Kendi dünyamıza ait kelimelerle yaşantılarla, ilkelerle var olmadıkça, varlığımızın bir anlam ifade etmeyeceğini, daha doğrusu varlığımızdan söz bile edilemeyeceğini ve varlığımızdaki muğlaklığı “varoluşsal belirsizlikler” olarak gündemimize soktu.
Müslüman coğrafyanın tam kalbinde bulunan ve tarih boyunca İslam kültür medeniyetini temsil eden Müslüman halkların; Arapların, Türklerin, Farsların ve Kürtlerin günümüzde “putlarını kıramayan kabileler” olduğunu, geleneksel ya da çağdaş bu putlarından vazgeçmedikçe hiçbir ümidin olmayacağını anlattı.
Müslüman olmanın bütün insani erdemleri temsil etmek demek olduğunu; ancak dünyanın ve hayatın her geçen gün insansızlaştığını-insansızlaştırıldığını gördüğü için “insansız dünyalar insansız hayatlar” konusuna ve bunun tehlikelerine dikkat çekti.
Geçmişte tarihin tam merkezinde; insanı, medeniyeti, ahlakı ve her türlü güzelliği temsil eden biz Müslümanların bugün “tarihin taşrasında yaşamak” durumunda kaldığımıza işaret etti.
Varlık Alemi’nin adalet ve hakikat ile ayakta durduğu bilinciyle “hakikat bilincinin kaybı” ne demektir, bu bilinç kaybıyla tarihten nasıl çekildik, tarihe yeniden nasıl girebiliriz, sorumluluklarımızı ve İslami görevlerimizi yerine getirmeden ümitvar olmak mümkün müdür? Tüm bu soruları sorarken hem sorumluluklarımızı hatırlattı, hem de “umut ve sorumluluk” arasındaki ilişkinin doğru orantılı olduğunun bilincimize kazıdı. Sadece sürülerin hiçbir sorumluluk almadan güzel günlerin geleceğine dair ümit içinde olacağını, ancak bunun boş bir hayalden ibaret olduğunu hem yazdı hem konuştu.
“Evrensel ufkun imkanları” ile tüm insanlık ailesini kuşatacak bir dile sahip olduğumuzu ve bu imkanın Kitab-ı Kerim’in “Ey insanlar” hitabına matuf olduğunu hatırlatarak; batılı epistemolojik dil ve kavramlarla değil, vahyin ve dinin diliyle “yeni bir dilin inşası” mümkündür dedi. Bu imkana bizim sahip olduğumuzu hiç yılmadan dile getirdi.
Bu bağlamda gençlerden ümitli olduğunu, sağlam bir bilinçle hareket edip sorumluk alanların “çiti aşabileceğini” anlatarak “bize gelmeyin kendinize gelin” dedi. Bu cümlesi aynı zamanda başkan, lider şeyh, önder, abi sultasına ve insanların sürüleştirilmelerine nasıl baktığını da ortaya koyuyordu. Herkesin grubuna, tarikatına, cemaatine, derneğine, partisine insanları çağırdığı bir zamanda bunları söyledi.
Küresel emperyalizmin epistemolojik ve ontolojik anlamda neler yaptığını, Allah’ın arzını nasıl tuğyana, şikaka, fesada, nifaka uğratıp hükmünü devam ettirdiğini, bu durumun, “sahte mutlakların hükümranlığı” olduğunu, onları reddedip karşı koymanın devrimci bir sorumluluk olduğunu, bunun da ancak “ farkındalığın dili” ile ancak mümkün olabileceğini gerek yazdıklarıyla gerek konferanslarıyla anlattı.
Epistemolojik boyunduruklarla günümüz toplumlarının emperyalist iradenin kuşatması altında bulunduğunu, “medya uyuşturucuları” yoluyla insanların nasıl köleleştirildiğini, geleceğimizin de bu yolla ipotek altına alınmak istendiğine dikkat çekerek “geleceği özgürleştirmek” mümkündür dedi. Ancak bunun yolu “evrensel yalanlarla yüzleşmek”ten geçmektedir. Bunun yolunun ise sorumluk almak, dünyanın nabzını tutmaktan geçtiğini anlattı ve hala anlatmaya devam ediyor. Hepimiz bu okyanustan kepçemizin büyüklüğü kadar istifade etmeye çalışıyoruz.
“Her hal ve şartta Hakk’ın rızasını öncelemek, nam olsun memlekete” diye hiçbir şey yapmamak daima gözettiği ilke oldu.
Her daim aziz vakitler içerisinde olan, vakti kuşanarak herkesi kendine gelmeye çağıran, insani erdemlerin temsilcisi ve evrensel vicdanın sesi olan aziz ağabeyimizi bin can ile selamlıyoruz…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *