Allah nereden biliyor diye sorulan yanlış soruya bulunan yanlış cevab bir sorundur. Bilmek takdir etmek değildir. Bilmek ayrı bir durum takdir ayrı bir olgudur.
Rıdvan Dinçer / İslam ve Hayat
Kader kavramı ve insan ile ilgili boyutu düşünüldüğünde,
Müslümanların tarihinde vuku bulmuş tartışmalar kaynaklı, birçok düşünce üretilmiştir. Kader, içinden çıkılmaz bir konuymuş inancı, düşüncesi, çıkmazı ortaya çıkmıştır.
Bu konuda; salt olarak insanı ilgilendiren, yeryüzünün imar ve inşasında, yerde ve gökte ifsada/ bozgunculuğa karşı duruşta, insanın sorumluluğunu açıklığa kavuşturacak bilginin (mükellefiyetlerimizin yerine getirilmesi konusunda) sadeliğine olan ihtiyaç, bu konuda öncellik taşır kanaatindeyim.
Konuyu kelamın veya felsefenin tartışması şeklinde ele aldığımızda, kader konusunun ince sınırlarına geldiğimizde, cedelleşmeyi seven insan hamaseti ortaya çıkar. Mecrasından sapmalar başlar. Ama bize yarar sağlayacak olan Teşbih yerindeyse “bağdan üzüm yemektir”, dünyada ahiretimizi imar etmektir.
Allah’ın insanın mutlak bilgisine açmadığı sınırlarda insan olarak kendi haddimizi ve hududumuzu bilmemiz imanın ve de selim aklın gereğidir.
Kader kavramının insan zihninde bugünkü yeri
Küresel boyutuyla insanlığa kula kulluğun dayatıldığı, Allah’a kulluğun engellendiği bir vakıada, kader konusu aslında kulun “kullukta eş koşmadan” Allah’ı hayatının her alanında birlemesinin esaslı bir konusudur. Yalnızca Allah’a kulluk etmek kaderimiz üzerinde söz sahibi olmakla mümkün.
Tıpkı tüm nebilerin ilahi emirler ile geldikleri toplumda bir inkılap davetçisi olmaları örneğinde olduğu gibi “var olan yanlışın/batılın” yerine doğruyu/hakkı ikame etme örnekliği gibi, yani var olana veya verili olana değil(!) aldıkları emirlere uymak, ve icabet etmeye davet etmek gibi.
Kaderimiz ile ilgili, toplumun/insanlığın kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmaları hakikatini Kur’an/ilahi kelam bize haber vermekte.
“… Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz…”
“… Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (R’ad suresi 13/11)
Allah değişimin, dönüşümün veya muhafaza etmenin yasasını böylece bildirmiş “ortaya konacak irade ve tercih hangi yönde olursa olsun, toplumun o yönde kaderi üzerinde söz sahibi olduğunu, olabileceğini açıklamıştır. Ne toplumları ne de nefisleri tercihleri konusunda cebr/mecbur kılmadığını öğretir.
İnsanlığın ekserisinin; kader ile ilgili inancı maalesef istenilen ve çizilen istikamette değil. Bunun böyle olmasını isteyenler olduğu gibi, öyle olmasından razı olanlar ve bu konuda kafa yormamak verili olanla yetinme anlayışı da bu durumu beslemekte. Aslen kaderimiz üzerinde söz sahibi olmamız “sorumluluk” alanımızın sadece kendimiz ile sınırlı olmadığını da bize öğrettiğinden kader konusundaki istikamet yanlışlığını “sorumluluktan kaçış sendromu” diye isimlendirsek yeridir. Gerek gelenek şeyh-mürid ilişkisinde, gerekse modernitenin şeyh-mürid anlayışında da bu yaklaşımı görmekteyiz.
Bir de; insanın önüne set çekmenin en güçlü yolu “zihinlerde insanı pasifize edecek anlamlandırmalar” olduğundan, insan algısını esir etmek ve edilgen kılmak için kader konusunda ince detaylara kadar üzerinde çalışılmıştır.
Birçok alanda kullanılan “Alın yazısı” bu konuda ne kadar ince işçilik yaptıklarını özetler mahiyettedir.
Alın yazısı mı dediniz!
Kader kavramı ile alakalı insanlık tarihinde öğretilerde pasif olmayı sağlayan “Alın yazgısı” inancıdır.
Suçluluk/günahkar olmak alın yazgısı değildir!
İyilik/sevab sahibi olmak alın yazgısı değildir!
Kafir olmak, müşrik, münafık, fasık olmak alın yazgısı değildir!
Mü’min olmak alın yazgısı değildir! Bu bir tercihin ve yönelişin sonucu kazanılan bir ikramdır!
Alın yazgısı inancı taşıyanlar, rüzgar nereye eserse oraya evrilen bir modeldedir. Bu model kimlere yarar, bu model kimlerin koltuğunu sağlamlaştırır siz değerlendirin.
İnsan kendi kaderi üzerinde söz sahibi kılınmıştır nasılmı.
Canı çıkarılısıca! nasıl kadretti!
Yeryüzünde dilediği yasalar, ölçüleri koyabilme, dilediğince yaşayabilme gücünü kendinde gören ve icra etme yetkinliğine örnek kişilik olarak verilen ayet örneğinde, cüretkarca ortaya konan isyana ve karşı koyuşa/inkara “kaddere” şeklinde isim verilir.
“O tefekkür etti ve takdir etti (o düşündü ve bir ölçü tesbit etti)” (Müdessir suresi 18)
“… katledilesi/canı çıkası nasılda takdir etti. (Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu!)” (Müdessir suresi 74/19)
“’İnnehu Fekkere ve kadder – fe kutile keyfe kadder” (Müdessir suresi 18. ve 19. ayet)
Ayetten yapabileceğimiz bir çıkarım olarak, kul kendi küfrünü kendi seçti/takdir etti, küfrünü kader olarak seçene de Allah iman bahşetmez.
Bugün küfrü, yani isyanı/hal ile inkarı tercih eden (kaddere) öncüler! aynı yolu izlemekte kendi kaderlerine ortaklar arayarak küresel istikbarlıklarını, insanla şekillenen tercih gücünü ifsad/bozgunculuk yönünde kullanırlar.
Ya iman eden insanlar için “kendisi ile sınırlı olan” bu tercih gücünü/ iradesini yeryüzünü imar ve inşa aktivitesi olan “halife olma” sorumluluğu ile mükellef kılınması, kadiri mutlak olan Allah’ın, kula kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmasına nasıl sessiz kalınır!
Bu sessizliğin müsebbibi olarak, dolaylı olarak, nasıl Allah suçlanır! Allah (c.c) her türlü iftiradan beridir.
İnsan kaderi/takdir edilmiş midir?
Elbette insanın kullandığı/aldığı nefes ve vucudundaki en küçük hücrelere kadar, nefsin tümü Allah’ın kaderine/takdirine bağlı olarak hareket eder. (Yani Allah’ın belirlediği ilahi programlama/ ilahi sistematik şeklinde kaderini yaşar.) Evrende iradesinden sorumlu tutulmayan her varlık da bu süreci yaşar ve kendisi için yaratılan kaderi/programı/sistematiği izler.
İnsanın iradesi dışında insanla ilgili/insana etki eden her olgu da insan için çizilen kaderin bir parçasıdır. İnsanın sınanma konusunda dışarıdan görülen/gelen etkenlerin bir bölümü böyledir. (Ürettiğimiz şer ve kötülükleri de bunlarla beraber farklı dış etken olarak düşünebiliriz) Bunlar kazanma veya kaybetmeye ilişkin tercihimizi hangi yönde etkileyeceği ile ilgili olduğundandır.
Nefsimizin iki parçası da beden ve ruhumuzda varlıkları ile kader/takdirden bağımsız değillerdir. Sistematik işleyişleri gibi, tercihimizin ortaya çıkışındaki hayat/güç yettirebilme enerjisi de ilahi takdir ile işlerlik sunmakta ilahi takdir/kader olmakta.
İlahi sistematik (kader/ölçü) olarak Allah’ın kullarda yarattığı var ettiği; kendi hürriyet ve esaretini tercih iradesi
İnsandan hesabı sorulacak her mükellefiyet ile ilgili tercihlerimiz ise, toplumun anladığı şekildeki “kaderimiz” değildir.
Allah kulundan bir şey istediğinde, kuluna onu yapma ve yapmama serbestisi tanıdığı gibi, yapıp yapmadığından dolayı doğan sevap ve günahtan mes’ul tutar.
Mes’ul tutulmak
Mes’uliyet kendi içinde “kararda yetkin olmayı barındırır” yani yaptırım/cebr işin içinde yoktur. Kazancından da kaybından da sorumluluk vardır. Her isimlendirilen kişiliğin mes’ul tutulduğu vasıflar/sıfatlar vardır. Bu nedenle, küfür ve iman Allah’ın ölçütlerini belirlediği bir sistematiğe kadere/takdire tabidir.
İman’ın ve iman’a sadakatin karşılığında mükafat olarak cennet sunuluyor ise, cennet yolu bir kader/ölçü, mes’uliyet sistematiğine sahiptir ki bu sistematiğin takdiri/kaderi Allah (c.c)’dadır.
Küfrün her versiyonunun ve ona sadakatin karşılığı olarak cehennem sunuluyor ise cehennem yolu bir kader/ölçü, mes’uliyet sistematiğine sahiptir ki bu sistematiğin takdiri/kaderi Allah (c.c)’dadır.
Cennet ilahi rahmet desteği ile, cehennem ise “bilek” hakkı ile kazanılır.
İlahi rıza bir ölçüye/takdire tabidir.
İnfak, salat, davet, cihad… bir ölçüye/takdire tabidir.
İşte burada bu yolda, mükellefiyetlerde/mesuliyetlerde insan iradesi, insan tercihi ve Allah’ın kullarında yarattığı hür irade vardır. Yani kaderi alnına yazılmamıştır. Bu hususta kendi kaderini kendi yazar. Çünkü Allah mükellefiyet konusunda kendi kaderini tercih etme kabiliyetini kulunda yaratmıştır.
Her emir, her nehiy, her tavsiye konusu, iman-küfür tercihlerini hür irade ile insan kendi kitabına yazar, yazdırılır.
Allah’ın cennet ve cehennem takdiri ise işin sağlaması olur.
Her insan kendi yazdığı kitabının baş rol oyuncusudur. Hayatı nasıl oynadığını(!) görmesi için kendisine mahşerde; “Oku kendi kitabını; bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter” (İsra suresi 14) der.
Her şeyi bir kaderle (bir ölçüt ile bir sistem ile) yaratan Allah’a hamd olsun.
Kader konusunda insanın bir açmazı da(!) Allah’ın bilmesi meselesidir
Yani, Allah nereden biliyor diye sorulan yanlış soruya bulunan yanlış cevab bir sorundur. Bilmek takdir etmek değildir. Bilmek ayrı bir durum takdir ayrı bir olgudur.
Allah için; geçmiş, yaşanan ve gelecek bilgisi hususunda biliyor olması onun “el Alim” olması ile bize öğretilir. Bilmemesi düşünülemez, bilmeyecek bir varlık El alim olamayacağı gibi ilah da olamaz.
İradeli varlıkların tercihleri öncesinde, onların tercihlerini bilmek, alın yazılarını yazmak değildir. Allah’ın bilmemesi (haşa) Allah’ı yaratılmış kulların özellikleri ile değerlendirmek olmaz mı!
Böyle bir eksikliği Allah ile ilişkilendirmek “Allah’a iman”dan uzaktır.
Evet, Allah bilir biz bilmeyiz. Bir yaprağın dalından kopup hareket etmesi bile onun bilgisinde iken, okyanusların derinlikleri, göklerin uçsuz bucaksızlığı, var oluşları ve süregelen hareketliliklerinin ve de kendilerinde barındırdıkları bilmediğimiz, her şeyin yaratıcısı sevk ve idarecisi bilir! Her şeyi bilir. Geçmişi de, yaşananı da ve yaşanacak olanı da bilir. Biz bilmeyiz bilebildiğimiz ne ki! Vücutta olan bir ağrıya neyin sebebiyet verdiğini, gözle gördüğümüzün arkasında, derinliklerinde saklı olanları bilemeyecek kadar olan bizler mi? Allah’ın her şeyi bilmesi bile, Allah’a yönelme kaderimiz üzerinde etkin olması gerekmez mi?
‘Eğer hayatı bir oyun eğlence edinseydik onu katımızda yaratırdık’ diye buyurur Allah (c.c).
Allah kullarına zulmetmez.
İnsan hayat sahnesine çıkarılmış ve de kendisine uygun bir rol biçilmiş ve insan bu rolü oynuyor(!) ve kendisi için önceden yazılanları harfiyen oynuyorsa(!) böyle bir inanış Allah’a iftira olduğu gibi, Allah’ı, suç işlemeyen birine suç işletiyormuş anlayışını ortaya çıkarır. Ya da sahneye iyilik abidesi olarak ortaya çıkanlarda kendi tercihlerini değil de (haşa) yazgılarını bire bir oynuyorlarsa(!) bunların da aslında iyilikleri kendileri yapmadıkları ortaya çıkar. Bu kurguya göre; kazanmadığından dolayı mükafat, kaybetmediğinden dolayı ceza(!) Allah kullarına zulmetmez.
Allah (c.c) kullarından bazılarını kayırıp, bazılarını sefil kılmada cebr/mecbur bırakmaktan münezzehtir.
Bu tarz yakıştırmalar diğer yönüyle de “ahseni takvim” olarak yaratılan insanı aşağılamaktır. Allah’ın kendisinde var kıldığı aklı, iradeyi aşağılamaktır.
Rivayetlere bakılacak olursa, Müslümanların kıymet verdikleri ilk hadis külliyatları içerisindeki, konuyla alakalı (rivayetler) maalesef bu konuda sınıfta kalacak bilgiler taşırlar. Bu da o günden bu güne kadar, kader konusunda ümmetin kucağına “sakıncalı/yanlış kader” anlayışı adlı bir çocuk bıraktılar, ümmetin neferlerinden birçoğu bu çocuğu besledi. Bu çocuk bizim değil diyenlere nasıl yaklaşım gösterildiği geçmişin konusu olsun, temenni edelimki an’ın ve geleceğin konusu olmaktan düşer inşallah.
Tabiî ki sultan Muaviye tarafından toprağa gömülmüş, yanlış olan müşriklerin kader anlayışı tekrardan hayat sahnesine sultanın gücü ile İslam toplumuna aşılandı…
Bugünkü etkisi ile düşünüldüğünde, ifsad öncüleri/egemen bozguncuları karşısında, edilgenliğin en büyük etkenlerindendir. (Hırsızın hiç mi suçu yok? Var elbet!)
Müşriklerin, Allah dileseydi böyle olmazdık sözü
Atalar yolunun – zannın – yerleşik hayat tarzının – çıkara uygunluğunun -asabiyetlerin – akletmemenin – kıskanma ve hased… gibi muhafazakar(!) ve de muhafazakarlıklara uyarlanmış bir hayat tarzının/dininin söylemidir.
İşledikleri suçlara Allah’ı ortak tutarak temize çıkma stratejisi güdüyorlar.
“Şirk koşanlar diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiç bir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle yalan söylersiniz.” (En’am suresi 6/148)
Kitablar ve resuller gönderiliyorsa!
İman edenlerin imanlarının artması, kalb ve ayaklarının sapmaması için uyarıcılar ve kitablar gönderilmesi İlahi bir rahmettir.
Allah’ın ezeli ilminde/bilgisinde; küfründen ve isyanından dönmeyeceklerini bildiği kullarına, kesintisiz olarak uyarıcılar ve kitablar gönderilmesi İlahi bir rahmettir. Küfredenler kendi kaderlerini bu konuda kendileri çizmektedir. İlahi emirleri anladıktan sonra hicret edercesine! Terk ediş eylemlerine sahibtirler.
“Ve elçi dedi ki: “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı mehcur/terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.” (Furkan suresi 25/30)
Ayette konuya muhatab alınanlar mü’minler değildir. Aksine küfrün tüm versiyonları muhatab alınmıştır. “Kendi yurtları mesabesi kazanmış olan Kur’an’ı iliklerine kadar anladıkları halde, mükellefiyetinden kaçışı/ her şeyin pahasına net tercihi temsil eden hicret kavramı ile anlatılmıştır”
Allah genel bir kaide olarak kullarının küfrüne rıza göstermediğini bize öğretir. Yani kimsenin küfür üzere ölmesini murad etmez, aksine kullarının yaratılış/fıtrat potansiyellerine göre onlardan iman ve imana sadakat üzere bir hayat bekler, bu nedenle ard arda elçiler ve kitablar gönderir.
“Eğer küfr (inkâr) edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size karşı hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfr (inkâra) rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.” (Zümer suresi 39/7)
Kullarının küfrüne rıza göstermez! Durum böyleyken kulunu küfre cebr eder mi! Ona; ‘Seni küfür rolü için yarattım bu rolü oynayacaksın der mi… (Haşa)
“Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey’e kadîrdir.”
“Mülk elinde bulunan (Allah) ne yücedir. O, her şeye güç yetirendir.”
“Hükümranlığın sahibi olan Allah kutludur, yücedir; O her dilediğini yapmaya kadirdir.”
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk suresi 67/1)
Evvelinde ve ahirinde hamd Allah’adır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *