Fransa’nın Türkiye gibi önemli bir güce diz çöktürerek, böylesi bir krizden muzaffer ayrılması Almanya açısından hiç de iç açıcı olmayacaktı. Zira böylesi bir zafer Fransa’yı Avrupa arenasında Almanya’dan daha ön plana çıkartacak bir başarı olacaktı.
Tacettin Kutay / AA
Avrupa tarihinin geçtiğimiz bin yılı Frank Kralı Büyük Karl’ın (Şarlman) vârisi olma iddiasındaki Almanlar ve Fransızlar arasındaki çekişmenin hikayesi olarak anlatılabilir. Dönem dönem yükselen İngiliz ve Fransız tesiri, İtalyan Rönesansı, sürüp giden mezhep savaşları bu çekişmenin önemine gölge düşürmez. Gerek Kutsal Roma Germen İmparatorluğu gerekse Fransa, potansiyelini maksimize ederek Roma’nın vârisi olma mücadelesi vermekten geri durmadı.
On dokuzuncu yüzyıl bu mücadelenin zirveye çıktığı asırdır. Napolyon’un Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nu yıkması, Sedan Savaşı’nda Prusya’nın Fransa’yı küçük düşürmesi ile dengelenmiş; Kayser Wilhelm’im İmparatorluk tacını Versay Sarayı’nda giymesi ile Prusya Fransızların onurunu zedelemiştir. Bu küçük düşürülmenin intikamını almak için Fransa I. Dünya Savaşı sonrası imzalanan Versay Antlaşması’na Almanya açısından karşılanması imkânsız maddeler koymuştur. Dönemin Alman Dışişleri Bakanı Gustav Stresemann Versay Antlaşması ile dayatılan şartların Almanya açısından karşılanabilir olmadığından yakınarak, yaklaşan felakete karşı, Fransa başta olmak üzere sistem aktörlerini ikaz etmişti. Neticede Fransa savaş tazminatını tam olarak ödeyemeyen Almanya’nın Ruhr bölgesini işgal etti. Bu atmosferde yükselen Alman milliyetçiliği Hitler iktidarına ve Almanya’nın Fransa’yı birkaç günde işgaliyle sonuçlanan sürece zemin hazırladı.
Maksadımız bir tarihsel anlatı ortaya koymak değildir. Aksine, ortaya koymamız gereken en önemli husus, Almanya ve Fransa’nın potansiyelini maksimize ederek süper güç olmasının yolunun karşılıklı bir rekabetten geçtiğini hatırlatmaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası güç merkezi Atlantik ötesine kayan Batı’nın, Avrupa ile ilgili ortaya koyduğu perspektif, kıtanın bir daha içinde savaş yaşanmayacak bir medeniyet merkezi olarak yeniden konumlanmasıydı. Bu amaçla müşterek bir Avrupa şuurunu meydana getirmek, bunu ise Almanya ve Fransa’nın önderliğinde bir birlik tesis ederek başarmak amaçlanmıştı. Gerek Fransa’nın gerekse Almanya’nın rekabete girerek süper güç olma perspektifi ortaya koymamaları bu birliğin varlığını mümkün kılacaktı. Buna karşın, savaş sonrası iki farklı ekonomik program izleyen Almanya ve Fransa farklı şekillerde gelişti. Almanya izlediği sanayi programı ile yeniden toparlanırken, Fransa eski zararlı alışkanlıklarından bir türlü kurtulamamış ve refah konusunda eski kolonilerinden akan zenginliğe bel bağlamıştı. Enerji konusunda dahi hâlâ büyük oranda Afrika’ya bağımlı olan Fransa’nın, zenginliği sanayi gelişmede arayan Almanya ile rekabet etmesi mümkün değildi. Neticede Fransa savaşın galibi, Almanya ise mağlubu olmasına rağmen, Avrupa Birliği’nin (AB) dümenine Almanya geçti. Almanya’yı AB’nin “çekinik hegemonu” (reluctant hegemon) olarak adlandıranların aslında altını çizdikleri en önemli gerçek, Almanya’nın Fransa’nın çok ötesinde bir potansiyele sahip olmakla, birliğin yegâne lideri olduğu idi. Bu durum Fransa tarafından asla itiraf edilmeyen bir geri kalmışlığı ortaya koyarken, AB’nin yük paylaşımında ağırlık büyük oranda Almanya’ya bırakılmıştır. Sürekli olarak kendi potansiyeli için çalışan bir Fransa’nın yanında, AB ve birlik üyesi ülkeler için gayret sarf eden bir Almanya projeksiyonu, adeta tabii bir durum olarak ortaya konulmaktaydı. Sabık Fransız Cumhurbaşkanı François Hollande 2019 yılında Alman Die Weltgazetesine verdiği mülakatta “Avrupa bundan sonra ekonomik, finansal bir şirket olmanın ötesinde ekoloji, demokrasi, kültür, savunma gibi alanlarda bir birlik olarak yeniden şekillenmelidir. Almanya bu konuda daha fazla sorumluluk almalıdır” derken bu tutumu dışa vurmaktaydı. Fransa kendi potansiyelini öncelerken, Almanya’yı AB’nin her türlü yükünü omuzlaması gereken güç olarak önermekteydi. Fransız siyaseti, birlik içinde yaşanan her kargaşanın sorumluluğunu Almanya’ya çıkarmak gibi bir kolaycılıktan asla vazgeçmedi.
Fransa Macron ile yeniden çok büyük olabilir mi?
Almanya ile Fransa arasında hiç eksik olmayan, ancak dönemsel olarak görünmez olan gerilim, 2013 yılında zirveye ulaştı. Almanya’nın Yunanistan’ı ekonomik krizden kurtarma planı Fransa tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Alman Şansölye Merkel Yunanistan’ın adeta idaresine talip olurken, o zamanki Fransız Meclis Başkanı Claude Bartolone başta olmak üzere Fransız politikacılar Almanya’ya yönelik sert eleştiriler ortaya koydu. Die Welt gazetesi yaşananları Nisan 2013 tarihinde “Gerçekleştirmek zorunda olduğu reformların altında ezilen Fransız siyaseti çaresizce günah keçisi arıyor. Bütçe açığı ve işsizlik oranları artmaya devam ederken, Fransız siyaseti Başbakan Angela Merkel’i Avrupa mali kriziyle başa çıkmada bencillik ve uzlaşmazlıkla suçluyor” şeklinde yorumlamıştı. Bu çok doğru bir analizdi; Fransa hantal sistemiyle boğuşmaktaydı, Merkel’in siyaseti ise gerçekçi ve pragmatikti: çözümü benden bekliyor ve yükün altına beni sokuyorsanız dümeni bana bırakmalısınız!
Merkel’in bu tutumu AB içinde bir liderlik ortaya koymanın ötesinde, Fransa’ya omuzlandığı sorumluluk kadar itibar vermek anlamına geliyordu. Almanya ve Fransa’nın güç dengesi esası üzerinde dile getirilmeyen, konuşulmayan bir anlaşma vardı; ancak bu anlaşma Fransa’nın Almanya karşısında zayıf düşmesiyle ister istemez bozulmaktaydı. François Mitterand ve Helmut Kohl döneminde statüko stabil hale gelmişti, ancak avroya geçiş sonrası dengeler sürekli olarak Almanya’nın lehine gelişmişti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının akabinde Doğu Almanya’nın mali yükünü omuzlayan Almanya, her ekonomik krizde AB üyesi ülkeleri kurtarma paketlerini de büyük oranda omuzlamak durumunda kalmış, buna rağmen gelişmiş sanayii ile Fransa’nın çok ötesinde bir potansiyel ortaya koymuştu. Merkel ise ülkesinin Avrupa liderliğini sağlamlaştırmış, kendi başbakanlığı süresince Fransa’da görev yapan dört farklı karakterdeki cumhurbaşkanına da bu üstünlüğü kabul ettirmiştir.
Merkel’den sonra Almanya pasifleşecek mi?
Merkel sonrası Almanya’nın başat rolünün değişeceği ve küresel ekonomik krizin faturasının Alman siyasetine kaos olarak döneceği şeklindeki okumalar, Fransa’yı yönetenlere iki hedef sundu. Bu hedeflerin ilki AB içindeki Alman hegemonyasını kendi lehine çevirerek Almanya’nın üzerinde etkili olduğu ülkeleri kendi etki sahasına çekmektir. Bu hedefin özellikle Yunanistan’a ve Yunanistan’ın uydusu Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne yönelmiş olmasında şaşılacak bir şey yoktur. 2013 sonrası Yunanistan’da gittikçe yükselen Alman karşıtlığını (Germanophobie) kendi lehine çevirmeyi amaçlayan Fransa, önümüzdeki dönemde AB içinde daha pasif bir Almanya bulmayı umduğundan, inisiyatifi eline geçirmeyi amaçlamaktadır.
İkinci hedef ise Fransa’nın sürekli olarak üzerinde hissettiği İngiliz ve Alman baskısını Brexit ve Merkel sonrası dönemde aşarak yeniden büyük Fransa hedefine doğru adımlar atmaktır. Uzun süren Brexit tartışmaları, Avrupa çıkarlarının milli çıkarlar mevzubahis olduğunda hiç düşünmeden bir kenara itilmesi gerektiği fikrinin Avrupa çapında daha fazla sahiplenilmesine vesile oldu. Yapısal sorunlarla boğuşan ve 2016 yılında çalışma kanununda köklü reformlar gerçekleştiren Fransa bu tartışmalardan fazlasıyla nasibini aldı. Sağ politikalar savaş sonrası dönemde hiç olmadığı kadar Fransız siyasetini domine etmeye başladı. Büyük Fransa hedefinin, Napolyon Bonaparte’ın ardından Fransa’yı yöneten pek çok kimseyi baştan çıkardığı muhakkaktır. Buna mukabil, Napolyon’u taklit edenlerin hiç de hayırlı akıbetler elde edemediğini de göz önünde bulundurmak gerekir. En tipik örneği İmparator III. Napolyon olan bu tutum, Fransız siyasi aklını, zaman zaman Napolyon Bonaparte’tan ilham alarak, kapasitesinin üzerinde taleplerde bulunma gibi yanlışlara sevk eder.
Son olarak Nicolas Sarkozy’nin Arap Baharı sürecine doğrudan ve yönlendirici aktör olarak katılma hevesi bu tutumun örneklerinden biri olarak karşımıza çıktı. Sarkozy’nin Arap Baharı konusundaki tutumu kısmen anlaşılabilirdi; zira Kuzey Afrikalı devletler halen Fransa açısından ekonomik önemi yüksek, yarı sömürge devletler olarak kabul edilmekteler. Buna karşın Emmanuel Macron’un Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da var olma stratejisi bir başka büyüme hedefini ortaya koyuyor. Libya savaşına askeri olarak doğrudan ve dolaylı şekilde müdahil olan Macron Fransa’sı, Suriye ve Lübnan’da aktif şekilde yer almayı hedeflemektedir. Fransa söz konusu krizlerde üç önemli kazanım hedefliyor. Bunların ilki, Arap baharı sonrası yeniden şekillenecek olan pazar ve hammadde trafiğinin merkezine kendisini oturtmak. Zaten “arka bahçesi” olarak gördüğü bu coğrafyada etkisini kaybetmekten çekinen Fransa, diğer yandan Libya’yı etki alanına dahil etmeye çabalamakta. İkinci önemli hedefi ise Arap Baharı sonrası Orta Doğu’da yaşanacak restorasyondan ekonomik çıkar sağlamaktır. Bu ise hatırı sayılır bir para demektir. Üçüncü hedef ise yeni düzenin kendi etki sahası göz önünde bulundurularak tesis edilmesini sağlamaktır.
Asırlık Fransız alışkanlıkları nüksetmiştir; Fransa yeni kurulacak sistemlerin siyasi elitlerini, dahili, harici ve askeri bürokrasisini Fransız çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirmeyi hayati öneme sahip görmektedir. Fransa’nın bu noktada yaşadığı en büyük bahtsızlık ise bu çatışma alanlarının hemen hepsinde Türkiye ile karşı karşıya gelmiş olmasıdır. Fransa ile Türkiye arasında yaşanan Suriye ve Libya gerilimi, yaz aylarında yaşanan çeşitli gerilimlerle daha geniş bir boyut kazandı. Fransa’nın Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı mobilize etme çabalarıyla daha da tırmanan Doğu Akdeniz geriliminin zirveye ulaştığı günlerde Azerbaycan-Ermenistan sınırında Ermenistan’ın tacizleri sebebiyle yaşanan gerilim, Türk kamuoyunun dikkatlerini Kafkaslara tevcih etmesiyle sonuçlanmıştı. Fransa Ermenistan üzerindeki büyük etkisini kullanarak Türkiye’nin enerjisini bir cepheye daha yaymayı amaçlamıştır. Fransa’nın hedefi açıktır: Türkiye’nin enerjisini farklı cephelerde harcamasına yol açarak Libya ve Suriye denklemlerinde Fransa’nın dayattığı tezlere yakın tezleri kabul etmesini sağlamak birinci hedeftir. İkinci hedef ise Fransa’nın bir şekilde etki alanı kılmayı amaçladığı Orta Doğu ile arasındaki deniz güzergahını Türkiye’nin etki ve inisiyatifine bırakmamaktır.
Ortaya koyduğu projeksiyon sebebiyle Macron’u Napolyon ile kıyaslayanların göz önünde bulundurması zaruri iki temel ayrım noktası vardır. Bu ayrım noktalarından en önemlisi hiç şüphesiz Napolyon Bonaparte’ın arkasındaki halk desteği ile Emmanuel Macron’un arkasındaki halk desteği nispetidir. Napolyon Elbe’ye gitmeden önce de Elbe’den döndükten sonra da arkasında büyük bir halk desteği olan bir askerdi ve sürekli olarak savaş alanında yer almaktan geri durmamıştı; halk ve ordu tarafından sevilen bir figürdü. Buna mukabil düşük katılımlı seçimde oyların dörtte birini alarak cumhurbaşkanı seçilen Macron, sarı yeleklilerin gösterilerinin gölgesi altında, istenmeyen bir figür olarak başkanlık yapmaktadır. Dolayısıyla iki figürün arasındaki en temel fark iç destek hususundadır.
İkinci önemli fark ise askeri potansiyel bakımındandır. Fransız İhtilali sonrası yaşanan militerleşme sürecinde Avrupa’nın en güçlü ordusu haline gelen Fransız ordusu, Sibirya’ya kadar uzanan, rakip tanımaz, güçlü bir ordudur. Günümüz Fransız ordusu ise Alman ordusuna karşı alınan tarihi yenilgi ve birkaç günde tüm Fransa’nın idaresinin Almanlara terk edilmesi hezimetinden beri anlamlı bir başarı ile anılmamaktadır. Günümüz Fransız ordusunun Napolyon Bonaparte’ın ordusu ile mukayese edilebilir hiçbir yanı yoktur. Napolyon ile farklı potansiyellere sahip olduğu gerçeğini acı tecrübelerle de olsa fark eden Macron’un söylemlerinde ve tonunda son zamanlarda meydana gelen yumuşama, bir hakikat ile yüzleşmiş olması sebebiyledir: ne Fransa’nın ne de Türkiye’ye karşı mobilize ettiği Yunanistan’ın gücü Doğu Akdeniz denkleminde Türkiye ile boy ölçüşmeye yetecek orandadır. Türkiye’yi ikna etmek için devreye sokulması gereken Almanya’nın bu işe hiç de gönüllü olmadığı ise artık ortadadır. Açıkça test edilen gerçek, Almanya’nın, Türkiye’ye karşı mücadelesinde Fransa’nın kaybetmesinden duyduğu hoşnutluktur.
Elbette Fransa’nın Türkiye gibi önemli bir güce diz çöktürerek, böylesi bir krizden muzaffer ayrılması Almanya açısından hiç de iç açıcı olmayacaktı. Zira böylesi bir zafer Fransa’yı Avrupa arenasında Almanya’dan daha ön plana çıkartacak bir başarı olacaktı. Bu sebeple Recep Tayyip Erdoğan karşısında Emmanuel Macron’un geri adım atması ve krizin ilk günlerinde takındığı şahin duruşunu terk etmesi, Türkiye kadar Almanya’yı da hoşnut etmiştir. Bu durum aynı zamanda yaşanan bütün gerilimlere rağmen, Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerden neden vazgeçemeyeceğini de bir kez daha gözler önüne sermiştir. Türkiye Almanya’nın Avrupa’daki en önemli rakibi olan Fransa’yı, ekonomik ve sosyal etki sahası olarak kabul ettiği Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu’da frenleyebilecek yegâne büyük güçtür. Her ne kadar AB’nin ilan edilmemiş lideri olarak Yunanistan’dan yana tavır almış gözükse de, Almanya son dönemde Yunanistan’a yapmış olduğu diplomasi çağrılarının karşılıksız kalması ve Yunanistan’ın Fransa ile müşterek bir siyaset güdüyor olmasından son derece rahatsızdır. Almanya’nın, adaları silahsızlandırması hususunda Yunanistan’a yaptığı baskı ise Yunan kamuoyunda Almanya’ya yönelik hayal kırıklıklarının daha da derinleşmesine sebep olmuştur. Böyle bir ortamda Türkiye, atılabilecek en doğru adımları atarak Almanya’nın her türlü diplomatik talebini ciddiye almış ve Doğu Akdeniz’de AB’nin lider ülkesi olarak tanıdığı, aynı zamanda Libya krizinin çözüm merkezi olarak kabul ettiği Berlin ile diplomasi yürütmeyi tercih etmiştir.
Almanya’nın önümüzdeki dönemde de Doğu Akdeniz krizi konusunda Türkiye’nin tezlerine yönelik mutlak reddedici bir tavır ortaya koymayacağı muhakkaktır. Hele Yunanistan’ın Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı Ege ve Akdeniz haritası bu kadar mantıksızken, Türkiye pragmatik Alman diplomasisini bir şekilde yanına çekmeye çalışacak ve onu Fransız-Yunan paktına karşı kendi yanında yer almaya ikna edecektir. Almanya’nın Yunanistan’ı destekler görünmesinin gerçekte hiçbir karşılığı olmadığını önümüzdeki süreçte daha yakından gözlemleme fırsatımız olacaktır; Almanya sadece AB’nin lider ülkesi olarak vermek zorunda olduğu desteği verir görünmektedir.
[Siyaset psikolojisi, sekülerleşme teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Dr. M. Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *