“İstanbul Sözleşmesi’ni tanzim eden irade eşyanın tabiatına savaş açmış bulunmaktadır. Yaratılış baş aşağı çevrilmek, ırmak ters yönde akıtılmak istenmektedir.”
Söze ‘İstanbul Sözleşmesi’nin isminden başlamak gerekiyor. Sözleşmenin tam adı, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. Sözleşme İstanbul’da yazılmadığı gibi, İstanbul’da kabul edilmiş de değildir. Çünkü resmî ‘kabul’lerin merkezi Ankara’dır. Buna rağmen Sözleşme Türkçeye ve Türkiye kamuoyuna neden ‘Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ veya ‘Avrupa Sözleşmesi’ olarak değil de, ‘İstanbul Sözleşmesi’ olarak duyurulmaktadır?
Bu iş tıpkı, ‘Osmanlı Bankası’na benzemektedir. İngiliz sermayesi ve Fransız desteğiyle İstanbul’da kurulan Osmanlı Bankası ne kadar ‘Osmanlı’ idiyse, İstanbul Sözleşmesi (İS) de o kadar İstanbulludur. Sözleşmenin, muhafazakâr bir toplumda eğreti durmaması için ismine ayar vermek gerekli görülmüş olmalıdır.
SÖZLEŞMENİN KISA KABUL HİKAYESİ
İS’nin Türkiye’de imzaya açıldığı tarih 11 Mayıs 2011’dir. 24 Kasım 2011’de dört partinin (AKP, CHP, MHP, BDP) iştirak ettiği Mecliste 26 dakikalık oylama neticesinde kabul edilmiş. Oylamaya katılan 247 milletvekilinin 246’sı evet, sadece biri çekimser oy vermiş, o da ertesi gün dilekçe ile başvurarak, yanlışlıkla çekimser oyu verdiğini belirterek, oyunu kabul oyu olarak düzeltmiştir.
Sözleşmeyi ilk imzalayan ve meclisinde ilk onaylayan ülke Türkiye olmuştur. Sözleşme 8 Mart 2012’de Resmî Gazete’de yayınlanmış, onay belgesi 14 Mart 2012’de Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine iletilmiştir. Belgede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan yardımcıları Bülent Arınç, Ali Babacan, Beşir Atalay, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ve diğer bakanların imzaları bulunmaktadır. Sözleşmenin yürürlüğe giriş tarihi 1 Ağustos 2014’tür.
İS’NİN İLİŞKİLENDİRİLDİĞİ DİĞER SÖZLEŞMELER
İstanbul sözleşmesinin giriş kısmında aşağıdaki sözleşme ve hukuki düzenlemelere atıf yapılmakta, böylece İS’nin, atıf yapılan sözleşmelerle bütünlük arzettiği mesajı verilmektedir:
-İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme (ETS No. 5, 1950) ve ek Protokolleri,
-Avrupa Sosyal Şartı (ETS No. 35, 1961, 1996’da gözden geçirildi, ETS No. 163),
-İnsan Ticaretine Karşı Avrupa Konseyi Sözleşmesi (CETS No. 197, 2005),
-Çocukların Cinsel Suistimale ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (CETS No. 201, 2007),
-Kadınların şiddete karşı korunmasına ilişkin Rec (2002)5 sayılı Tavsiye Kararı,
-Toplumsal cinsiyet standartları ve mekanizmalarına ilişkin CM/Rec (2007)17 sayılı Tavsiye Kararı,
-Kadın ve erkeklerin çatışmayı önleme ve barışı oluşturmadaki rolüne ilişkin CM/Rec (2010)10 sayılı Tavsiye Kararı ve ilgili diğer tavsiye kararları,
-Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (1966),
-Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (1966),
-Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (1966),
-Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (“CEDAW”, 1979) ve İhtiyari Protokolü, CEDAW Komitesinin kadınlara karşı şiddete ilişkin 19 No.lu Genel Tavsiye Kararı,
-Çocuk Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (1989) ve İhtiyari Protokolleri (2000),
-Engellilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (2006).
-Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Anlaşmasını (2002) göz önüne alarak,
-Savaş durumlarında Sivil Halkın Korunmasına ilişkin Cenevre Sözleşmesi (IV) (1949) gibi Uluslararası İnsani Hukuk İlkelerini ve bu Sözleşmenin 1. ve 2. Protokolleri.
Sözleşmenin Giriş bölümünde yukarıdaki atıflardan sonra sözleşmenin amacına dair açıklamalar yapılmakta, üzerine bina edildiği felsefî temel tanıtılmaktadır. On cümle/paragraftan oluşan bu kısımda bilhassa kadın-erkek eşitliğine çok güçlü bir vurgu yapılmakta, kadın-erkek arasında yasal (de jure) ve fiilî (de facto) eşitliğin sağlanmasının kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğuna dikkat çekilmektedir. Kadın ve kız çocuklarının çoğunlukla aile içi şiddet, cinsel taciz, tecavüz, zorla evlendirme, sözde namus adına işlenen cinayetler, kadın sünneti gibi “ciddi insan hakları ihlallerinin” de, kadın-erkek eşitliğini sağlamanın önündeki en büyük engellerden olduğu belirtilmektedir. Giriş bölümü şu cümleyle son bulmaktadır:
[Avrupa Konseyi üye devletleri ve işbu Sözleşmeyi imzalayan diğer devletler] “Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetten arındırılmış bir Avrupa yaratmayı arzu ederek, aşağıdaki şekilde anlaşmışlardır:”
MADDE ve BÖLÜMLER
Otuz dört sayfalık İstanbul Sözleşmesi 12 bölüm, 81 madde ve ‘İmtiyaz ve Muafiyetler’i düzenleyen bir ek maddeden oluşmaktadır. Aslında Sözleşmede ‘madde’ israfı yapıldığı görülmektedir. Aynı içerik daha az maddeyle ifade edilebilir niteliktedir. Maddelerden 25’i tek paragraftan oluşurken, diğer maddeler iki ile 15 arasında değişen fıkra ve birçok fıkra da bendlerle detaylandırılmıştır.
Birinci bölüm amaçlar, sözleşmenin kapsamı, tanımlar, eşitlik ve ayrım gözetmeme, genel yükümlülükleri tanımlayan altı maddeden oluşmaktadır.
Bütüncül politikalar ve veri toplama başlıklı ikinci bölüm beş maddeden oluşmakta, eşgüdümlü politikalar, mali kaynaklar, sivil toplum kuruluşları ve sivil toplum, koordinasyon birimi, veri toplama ve araştırma konularına dair hükümler ve tanımlar içermektedir.
Üçüncü bölüm ‘önleme’, dördüncü bölüm koruma ve destek, beşinci bölüm maddi hukuk; altıncı bölüm soruşturma, kovuşturma, usûl hukuku ve önleyici tedbirleri ele almakta; yedinci bölüm göç ve sığınma; sekizinci bölüm uluslararası işbirliği; dokuzuncu bölüm izleme mekanizması; onuncu bölüm diğer uluslararası belgelerle ilişki, on birinci bölüm Sözleşmede değişiklikler, on ikinci ve son bölümde ise ‘Son Hükümler’ başlığı altında sözleşmenin geçerliliği, uyuşmazlıkların çözümü, sözleşmenin imzalanması ve yürürlüğe girmesi, Sözleşmeye katılım, ülke bazında uygulama, çekinceler, fesih ve bildirimler konuları hükme bağlanmaktadır.
SÖZLEŞMENİN AMACI
Birinci madde Sözleşmenin amacını kadınları her türlü şiddetten korumak, aile içi şiddeti önlemek, kadını güçlendirmek; bunun için gerek yerel gerekse uluslararası iş birliğini teşvik etmek olarak belirlemektedir. Sözleşmenin kapsamı ise “aile içi şiddet” ve “kadına yönelik her türlü şiddet” olarak belirlenmektedir.
Sözleşme “Kadınlara yönelik şiddet”i şu şekilde tanımlamaktadır: “Kadınlara yönelik fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma…” (Madde 3).
Aile içi şiddeti ise, eşler veya partnerler arasında meydana gelebilecek her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi olarak ifade etmektedir.
SÖZLEŞMENİN FELSEFİ ARKA PLANI
Öncelikle İstanbul Sözleşmesinin Avrupa Konseyi (AK) tarafından hazırlanmış bir hukuki metin olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır. Aile ve kadın konusunda AK’nin tanzim ettiği bir sözleşme metninin nasıl bir siyasi, ideolojik ve felsefi karakter taşıyacağını kestirmek zor değildir. Sözleşmeyi yazanların dünyasında kadın ve aile sözcüklerinin ifade ettikleriyle, sözleşmeyi imzalayan mesela Türkiye gibi bir ülkede kadın ve aile mefhumunun ifade ettikleri neredeyse yerle gök kadar birbirinden uzaktır. İS’nin aile ve kadın konusundaki söyleminin, İslam’la asgari düzeyde bağı olan bir toplumda bile bir karşılığı yoktur. Örneklendirecek olursak, Sözleşmede ‘aile içi şiddet’, “eski veya şimdiki eşler” arasında vuku bulan her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi olarak tanımlanmakta, “veya” bağlacıyla “partnerler” de tanıma dahil edilmektedir. (3. Madde, b bendi). Keza “cinsel şiddet”e dair 36. maddenin 3. fıkrasında; cezayı ağırlaştırıcı sebepleri düzenleyen 46. maddenin a bendinde; oturma iznine dair hükümler içeren 59. maddenin 1 ve 2. fıkralarında partner sözcüğü yinelenmektedir. Partner kelimesi ‘ortak’ (şerik) demektir ve sözleşmede evlilik bağı olmaksızın, karşı cinsten ya da hemcinsinden, aralarında cinsel içerikli ilişki bulunan kişiler için kullanılmaktadır. Bizim toplumun geçmişinde böylesi bir ilişki utanç verici bulunduğu için, nitelenmesi de ona göre olmuştur. TDK sözlüğü kadının yasalara ve törelere aykırı olarak ilişki kurduğu erkeği ‘kırık’ olarak tanımlamaktadır. Kısacası kırık kelimesiyle evlilik dışı (gayri meşru) ilişki kastedilir ve bu insanlar toplum nazarında değersizdir. AK’nin, kadına karşı ve aile içi şiddeti bitirme temel teziyle hazırladığı bir Sözleşme ‘doğal’ olarak geleneksel toplumun ‘kırık’, İslam’ın ise had cezasını gerekli gördüğü zina/fahşayı ‘ortaklık’ olarak nitelendirmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü Avrupa medeniyeti bundan daha fazlasına sahnedir.
İslam’da, ‘partner’ gibi kelimelerle kısmen kamufle edilmek istenen evlilik dışı ilişki, davranış ve yaşam biçiminin her türüne zina, fahşâ/fuhuş denir ve pis bir yol olarak nitelendirilir. Müminler bu pis yoldan uzak durmaya davet edilirler. Avrupa Konseyi’nin ‘partner’ sözcüğüyle evimizin içine sokmaya çalıştığı ahlaksızlığı Kur’an adeta lanetler, zina eden erkeğin ancak kendisi gibi zina eden ya da müşrike bir kadınla; zina eden bir kadının da yine ancak kendisi gibi zina eden ya da müşrik bir erkekle evlenebileceğine hükmeder. Zina yapanları pis (habis) olarak tanımlar ve habis erkek ve kadının birbirine, bu yollardan uzak duran temiz (tayyib) erkek ve kadınların da birbirlerine layık olduklarını bildirir.
BAZI TANIMLAR
Kadınlara yönelik şiddet: Sözleşme “kadına karşı şiddet”i, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık ve ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsin, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı her türlü şiddet eylemleri olarak açıklamaktadır. (3/a maddesi).
Bu tanım, kadın denilen insan cinsi üzerine, onu koruma adına mutlak bir dokunulmazlık ve kınanmazlık zırhı geçirmekte, tam bir leviathan gibi tasvir ettiği geleneksel örfler/törelerin cenderesinden(!) kadını -sözde- kurtarıp, tamamen kendisi temellük etmekte, kadını özgürleştirme adına daha korkunç kafeslere tıkmaktadır. Aslında kadını şeb-i arusa hazırlar gibi cinayetle son bulacak korkutucu dehlizlere hazırlamaktadır. Bu haliyle Sözleşme bütün geleneksel değerleri hâk ile yeksân etmektedir. Sözleşmenin bu tür tanım ve yargılamalarına göre, insan ve kadın hakları miti adına kadın hiçbir eleştiri, uyarı, kınama, kısıtlama, sınırlama, men etme, yasaklama ve öğüt vermenin muhatabı olmamaktadır. Kadın, arzularının onu götürdüğü her yere pürüzsüzce gidecek, yoluna çıkan en küçük bir engel de ‘kadına karşı şiddet’ olarak damgalanacak, böylece ayrım yapılmaksızın kadının bütün davranışlarına mutlak bir koruma temin edilecektir. İS’ni onaylamış ve katılmış olan Türkiye gibi bir ülkede mesela bir baba, kız çocuğuna, erkek arkadaşlarıyla birlikte düzenledikleri bir partiye gitmesini yasaklaması halinde, kendisini İS icabı sanık sandalyesinde bulacak, ‘kadına karşı şiddet’ten yargıya hesap verecektir. Bir koca, hanımının gerek ferdî gerekse ailevî olarak değerlerine ters düşen bir işte/kurumda çalışmasına razı olmaması halinde, kadına karşı şiddet uygulamış sayılacaktır. İslamî ölçülere uymayan bir kıyafetle sokağa çıkan bir kız ya da kadına hiç kimse başka bir kıyafet öneremeyecek, kılık-kıyafetini beğenmeme hakkına sahip olamayacak, sokağa çıkmasına müdahale edemeyecektir. Bu durumda Müslüman bir ailenin miras taksimi, kadının şahitliği, örtünme, içkinin haramlığı, namaz gibi konular ağza bile alınmayacaktır.
Peki buradan nasıl bir sonuç çıkmaktadır? Buradan çıkan sonuç şu ki, İS ile kadınları şiddetten korumak adı altında, belirli bir zihniyet yani modern Avrupa kültürü cebir yoluyla bütün dünyaya dayatılmak istenmektedir.
Aile içi şiddet: İS’ndeki ‘aile’ bizim bildiğimiz aile değildir, bu “sözde” ailedir. Sözleşmede aile terimi, tıpkı “namus” gibi “sözde” olarak anılmaktadır. Zira sözde ailede sözde eşler var, partnerler var, her türlü cinsel yönelim özgürlüğü olan bireyler var ama Müslüman ailesi yoktur.
İS “aile içi şiddet” derken şunu kastetmektedir: Faille mağdur aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın; daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya partnerler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleridir. (3/b). Yukarıda kadına karşı şiddet bahsinde verdiğimiz örnekler buraya da tam uymaktadır. Kadına karşı en küçük bir “yapma, etme!” uyarısı bile psikolojik ve ekonomik şiddet kapsamına girdirilmeye elverişlidir. Bir kadının, kocasını Sözleşmenin bu maddesine dayanarak cinsel taciz suçlamasıyla kolluk ve yargı makamlarına ihbar etmesi sıradan bir iştir.
İS’nde şöyle bir ‘aile’ manzarası çıkmaktadır: Ailedeki kız/kadın ve partnerlere şiddetten gözü dönmüş erkek tarafından el konulmuş gibidir; erkek kımıldarken bile kadına şiddete yönelik olmadığından emin olunamaz! Kadını bu canavarın işgalinden kurtarmak için aile İS şahsında kayyuma devredilmiştir. -Varsa- evin etrafı güvenlik güçlerince abluka altına alınmış, böylece kadının güvenliği sağlanmıştır!
Toplumsal cinsiyet: Sözleşmede “toplumsal cinsiyet” tabiri “Kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve nitelikler” anlamında kullanılmaktadır. Mesela İslamî bir toplum kadına mahremiyet eksenli bazı tanımlamalar yapar, dolayısıyla kadın günlük hayatında bazı sınırlamalarla karşı karşıyadır. Müslüman kadın için ayıp, günah, edebe aykırı, iffetle bağdaşmaz v.b. fiil ve davranışlar vardır. Sözleşmede “toplumsal cinsiyet” tanımlamasıyla bütün bunlar bir çırpıda tamamen değersizleştirilmekte, unutulması istenmektedir. Bir İslam toplumunda kadının kişiliğini ve eylemlerini yücelten bir terminoloji vardır; mümine, hayırlı, takvalı, saliha, iffetli, edepli, namuslu gibi. Bunun tam tersi de söz konusudur; zaniye, iffetsiz v.b. gibi. İS “toplumsal cinsiyet” tanımıyla bir milletin bütün bu değer yargılarını kelimenin tam anlamıyla inkâr etmektedir.
Öte yandan, LGBTİ+ harfleriyle rumuzlanan, Müslümanların ağızlarına almaktan bile istikrah ettikleri fiillerin sahipleri, “toplumsal cinsiyet” yargılaması sayesinde toplum nezdindeki aşağılık derekesinden kurtarılıp, yapay bir saygınlık konumuna çıkartılmaktadır. Müslüman dünya görüşünün başta namus olmak üzere bütün mefhumları tepetaklak edilmektedir.
Geleneksel toplumlarda bazen kadına, erkeğe olduğundan daha fazla yasaklar, sınırlamalar getirilmiş olması, ‘namus’ deyince en fazla kadının akla gelmiş olması, kadına haram-günah sayılan fiillerin erkek söz konusu olunca hoşgörüyle karşılanması v.d. gibi yozlaşmalar “kadın ve namus” mefhumlarına zerre kadar halel getirmez. Gelenekteki bu çifte standartlardan hareketle, İS’nin ilgili maddelerine haklılık payı tanımak entelektüel körlükten başka bir şeyle izah edilemez. Çünkü “toplumsal cinsiyet” nitelendirmesi Müslüman toplumun bütün ahlak değerlerini kökten reddetmek anlamına gelir. “Toplumsal cinsiyet” kavramlaştırmasıyla günah işleme eğilimindeki kadın la yüs’el kılınmakta, mitolojideki “aşk tanrıçası” gökten yere, aramıza, Müslüman ailesine indirilmektedir. Dolayısıyla 28 Şubat döneminin sözüm ona bazı “başörtüsü mağdurları”nın bugün, pireye kızıp yorgan yakarcasına kendi geçmişlerini inkar ederek, İS’ni savunmaya girişmelerini, celladına aşık olan kimsenin sendromuyla açıklayabiliriz.
Ülkemizde, evine erkek arkadaşıyla birlikte gelen, arkadaşıyla birlikte odasına kapanan kız çocuğu haberleri artık sıradanlaşmıştır. Böyle bir kızın anne ve babasının hiçbir dini kimliği olmasa bile, kızlarının bu davranışını asla hazmedemez, olayı medenî bir olgunlukla(!) geçiştirmezler. Namus anlayışları bunu gerektirir. Bu durumda babanın kız evladına zarar vermesi tabii ki hoş görülemez ve istenmez. Ama kız çocuğunun fiili, insan/kadın/çocuk hakları mucibince sineye çekilebilir bir davranış biçimi değildir. İşte böyle bir örnekte ebeveynin kızlarını engellemeleri, kaşlarını çatmaları Sözleşme indinde “aile içi şiddet” ya da “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” sayılıp, yerilmektedir.
Sözleşmenin “toplumsal cinsiyet” tanımı kadının örtünmesi, ırz, namus, iffet, utanma, günah ve mahremiyet gibi bütün değer yargılarımızı hedef almaktadır. Aileyi aile yapan, toplumu ayakta tutan bağları bir bir çözmektedir. Elde, viraneye dönüşmüş haneler, paramparça olmuş aileler ve gözü yaşlı çocuklar kalmaktadır. Düşman ordularıyla teslim alınamayan büyük bir toplum İS gibi bir operasyonla hallaç pamuğuna dönüştürülmektedir.
Bu arada Sözleşmenin 3/f bendinin 18 yaşından küçük kız çocuklarını ‘kadın’ olarak tanımladığını da hatırlatmış olalım. Son zamanlarda bazı entelektüellerin -adeta bir parola gibi- kız çocuğu yerine kadın kelimesini kullanmaları dikkat çekmektedir. Demek ki vardır bir bildikleri.
Cinsel Yönelim: Sözleşmenin temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme başlıklı 4. maddesinde tüm Taraflar kamu ve özel alanda “tüm bireylerin”, özellikle kadınların şiddetten arınmış yaşama haklarını sağlama ve koruma bilinciyle hareket etmeye davet edilmektedir. Bu çağrının bir gereği olarak kadın-erkek eşitliğini ilgili Tarafın (devlet) anayasa ve sair mevzuata girdirmesi, kadınlara yönelik ayrımcılık içeren mevzuatı da yürürlükten kaldırması istenmektedir. Bu maddeden hareketle diyebiliriz ki, Sözleşme feshedilse de, edilmese de, kadın-erkek eşitliğini (teoride) mutlak surette sağlama iddiasıyla hazırlanan mevzuatla Türkiye toplumu bundan sonra daha çok tanışacaktır. Bundan böyle her hükümetin daha pervasız adımlar atması muhtemeldir.
İS Taraflara, mağdurların haklarını korumak için Sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş, menşe, ulusal azınlık bağı, mülkiyet, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu gibi statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın uygulanmasını güvence altına almayı emretmektedir. (4/3. madde).
Böylece görülmektedir ki Sözleşmenin 4. madde, 3. fıkrası, her türlü sapkınlığı içeren ‘cinsel yönelim’i ayrım yapılamaz saydığı diğer kriterlerin arasına yerleştirmiş, legallik kazandırmıştır. İS’ni eleştirenleri, Sözleşmenin günah keçisi ya da bütün kötülüklerin anası yapıldığı gerekçesiyle ti’ye alan muhafazakârlar neye destek verdiklerini bir kere daha düşünmelidirler. İS ‘cinsel yönelim’ durumundaki bireyleri “mağdur” sayarak, tüm haklarını korumayı üstlenmiş görünmektedir.
Cinsel yönelim, “kişide cinsel duygu, istek ve davranışların belli bir cinsiyete çekimi” olarak tanımlanmaktadır. “Cinsel yönelim karşı cinse olduğunda heteroseksüellik, kendi cinsine dönük olduğunda eşcinsellik, her iki cinse dönük olduğunda biseksüellik adı verilir.” (https://www.cetad.org.tr/73/sık-sorulan-sorular/46/cinsel-yonelim). Kısaltılmış adı Cetad olan web sitesinde cinsel yönelim şu şekilde temellendirilmektedir: “Farklı cinsel yönelimlerin varlığı insan cinselliğinin çeşitliliğinin doğal bir sonucudur. Bu yönelimlerin hiçbiri diğerinden daha doğal, daha sağlıklı, daha üstün, daha ‘normal’ değildir.”
(Mücahid Gültekin’in tespitine göre Meclis’te kabul edilen metinde yer alan ‘cinsel tercih’ tabiri, oylamadan üç ay kadar sonra, 8 Mart 2012’de Resmî Gazetede yayınlanan nüshada ‘cinsel yönelim’ olarak değiştirilmiştir. Bkz. M. Gültekin, İstanbul Sözleşmesi TBMM’den Nasıl Geçti, Milli Gazete, 25 Kasım 2019).
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NİN FELSEFÎ KRİTERLERİ
“Sözde Namus”: Genel Yükümlülükler başlıklı 12. maddenin 5. fıkrasında Taraflar, “kültür, örf ve âdet, gelenek, din veya sözde ‘namus’un işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlama” göreviyle yükümlü kılınmaktadırlar. Sözleşmenin mantuku oldukça açıktır: Erkek veya kadının bir davranışını iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, sevap ya da günah, mubah ya da memnu kriteriyle tartan dindir. Ana belirleyicisi Din olan kültür, örf, âdet, gelenek gibi müesseselerin bazı cüzleri tartışılabilir. Örneğin Müslüman topluluklar nezdinde hadis kültürü kaynaklı olarak, zina yapan (erkek ve kadın)ın cezasının recmedilerek öldürülmek olduğuna dair yaygın bir kabul vardır. Oysa Dinin kendisinde hüküm böyle değildir. Kur’an zina cezasını (kadın-erkek, evli-bekar ayrımı yapmaksızın) yüz değnek vurulması olarak belirlemiştir ve bu muhkem nassın recim şeklinde kültürleşmeye tahammülü yoktur. Sözleşme demektedir ki, sizin dininiz sizedir ama siz dininize dayanarak hiçbir şekilde kadının cinsel yönelimini yargılayamaz, eleştiremez, ayıplayamaz, kınayamaz, hele de zina ya da fahişelik gibi isimlerle etiketleyemez; kişisel tepkileriyle kadının kocası, babası, kardeşi, oğlu v.b. tarafından cezalandırılması yoluna gidemezsiniz. Sizin Şeriat dediğiniz düzen ise kadını hiç cezalandıramaz! Kısacası İS ‘cinsel yönelim’ tabiriyle yüz kızartıcı bütün günah ve suçları tam koruma altına almaktadır. Bu günah ve suçları yasallaştırmaktadır. Siyasi ve hukuki olarak zaten mülga olan Dinin toplum üzerinde var olan etkileri de tümüyle silinmektedir.
Kadının -evli veya değil- ahlak dışı, yasalara, geleneklere ve Dine aykırı olarak yaptığı ve yaşam biçimine dönüştürdüğü, toplum nezdinde zina, fahişelik v.b. olarak adlandırılan cinsel eylemleri İS’nde kadının cinsel yönelimi/yaşamı/tercihi, insan ve kadın hakkı, kadının özgürlüğü kılıfına büründürülmekte, bu uğurda herhangi bir kısıtlama ve engelleme hatta kınama bile kabul edilmemektedir.
Namus konusuna gelince. Sözleşmenin giriş bölümünde kadınların ve kız çocuklarının aile içi şiddet, cinsel taciz, tecavüz, zorla evlendirme ve sözde “namus” adına işlenen cinayetlerin v.b. kadının insan haklarını ciddi şekilde ihlal ettiği, kadın-erkek eşitliğini sağlamanın önünde büyük bir engel oluşturduğu belirtilmektedir. İS Müslüman bir toplumun bütün ahlaki değerlerini kökten reddettiği için, eleştirdiği hususlara dair yapıcı bir analiz yapmak mümkün değildir. Namus kavramı kadının ve erkeğin ahlaki hayatını düzenlemede, haramlardan kaçınıp helalleri istemede en belirleyici yaptırımlardan biridir. Namus kavramına dil uzatan bir metin, Müslümanların hukukunu düzenleyen bir sözleşme olamaz. Namus kavramı kadının dünyasından neden silinip atılır? İstenen, namus diye bir kaygısı olmayan bir kadın tipi yaratmak mıdır? Oysa bir toplumu şerefli, izzetli, ahlaklı yapan değerlerin başında namus gelir. İS kendini buyurma merciine koyarak, bundan böyle şeref ve namus gibi değerlere ihtiyacınız olmayacak demektedir.
Yukarıda değindiğimiz üzere 12. maddenin beşinci fıkrası kültür, örf, adet, gelenek ve dinin yanı sıra, ‘namus’u da kadına yönelik herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmaktan çıkarmış bulunmaktadır. Hayatına yön veren kültür, örf, adet, gelenek, din ve namus gibi bağlardan kendisini kopartan azdırılmış bir kadın nefsi için, gerçekte onu durduracak hiçbir etken yoktur. Tek kelimeyle Sözleşme kadın ve erkeği günah işlemekte eşitlemek istemektedir.
42. maddede kültür, gelenek, din veya görenek yanında sözde “namus”un şiddet için mazeret teşkil edemeyeceği bir kez daha vurgulanmaktadır. Maddenin başlığı şöyledir: “Sözde ‘namus’ adına işlenen suçlar dahil olmak üzere, kabul edilemez gerekçeler.” Bu madde sözde namus adına yapılan ‘şiddet’i tırnak içine, namusun ihlali olarak işlenen fiilleri ise dışına almıştır. Dizginler bütünüyle, namusu “sözde” bilen kadının elindedir.
Sözleşmede biri giriş bölümünde, biri 12, ikisi de 42. maddede olmak üzere dört defa namus (honour) kelimesi kullanılmış, hepsinde de namus kelimesi tırnak içine alınarak, sözde “namus” şeklinde yazılmıştır. İngilizcece metinde “güya” anlamında “so-called” (so-called “honour”) şeklinde ifade edilmektedir. Anlaşılacağı üzere -görünürde- Sözleşmenin ilgili cümleleri “namus”u değil, şiddetin namus adına uygulanmasını “güya” diye nitelemektedir. Fakat Sözleşmedeki ifade, üslup ve bakış açısı bir bütün olarak göz önüne alındığında esas olarak “sözde” nitelemesinin “namus”u hedef aldığında kuşku yoktur. İS’nin hafızasında “namus” kavramı tanımlanmış değildir.
EĞİTİM
İS (14. madde) Taraflardan, Sözleşmedeki değer yargıları doğrultusunda kadın-erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, saygı, şiddet içermeyen çatışma çözümleri, kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara dair öğretim malzemelerinin eğitimin her seviyesinde resmi müfredat içerisine girdirilerek öğrencilerin eğitilmesini öngörmektedir. Ayrıca bu eğitimin gayrı resmi eğitim faaliyetleri, spor, kültürel ve boş zaman etkinliklerinde ve medyada işlenmesini de eklemektedir.
Ayrıca 17. maddede özel sektör, bilgi-iletişim teknolojileri sektörü ve medyanın ifade özgürlüğüne saygı çerçevesinde, kadına karşı şiddetin önlenmesi amacına yönelik politikalar belirlenip, uygulanmasına teşvik etme uğrunda görev yapması istenmektedir. Bu durumda Millî Eğitim Bakanlığı’nın durumdan ‘vazife’ (misyon) çıkarmasını anlayışla karşılamak gerekir…
CİNSEL ŞİDDET
36. Madde “Tecavüz dahil olmak üzere cinsel şiddet” konusuna dair hükümler koymaktadır. Buna göre, kişiye rızası olmaksızın her türlü cinsel içerikli eylemlerde bulunmak cinsel şiddet sayılmaktadır. Bu hususta eski ve yeni eş ile partner arasında ayrım yapılmamaktadır. Adı, sıfatı, mesleği, ahlaki seviyesi v.b. ne olursa olsun hiçbir kadına ve hiçbir erkeğe cinsel içerikli bir eylemde bulunulmamalıdır. Bu hiçbir şekilde hoş görülemez. Fakat İS’nin hangi suçları koruma altına aldığına dikkat etmek gerekir. Sözleşme, cinsel içerikli eylemler bir kadına rızası dışında yapılırsa bunu ‘şiddet’ saymaktadır fakat ne bir fazla, ne bir eksik olmak üzere, aynı eylemler karşı cinsler ya da hemcinsler tarafından ve aleni olarak, namuslu insanların gözleri önünde işlendiğinde, bunun tanımı ne olmalıdır? Bu eylemler, namuslu insanları hedef alan bir şiddet eylemi midir, değil midir? Eğer cinsel bir eylemin şiddet sayılmasında tek kriter ‘rızası olmaması’ ise, namuslu insanların da, toplumda alenî olarak işlenen bu cinsel sapıklıkları görmeye rızaları yoktur; bu onların psikolojilerini, psikolojik bütünlüklerini bozmakta, dengelerini alt üst etmekte, utançlarından eşler birbirlerinin, ebeveynler çocuklarının, çocuklar büyüklerinin yüzüne bakamamaktadırlar. Sözde değil, özde namuslu insanların, hayvanların çiftleşmesini görmekten bile yüzleri kızarırken, kâinatın, kendisine ‘şeref’ kavramı atfedilen yegâne varlığı olan insanın ‘cinsel eylem’ adı altındaki rezaletlerini herkesin gözü önünde yapmasının şiddet sayılmaması, söz konusu İS olunca şaşırtmamaktadır.
Cinsel taciz konusu 40. maddede yeniden ele alınmaktadır. Denilmektedir ki, Taraf ülke küçük düşürücü, yüz kızartıcı ve kırıcı bir ortam hazırlayarak insan onurunu zedeleyen, istenmeyen sözlü, sözsüz veya fiziki cinsel içerikli sataşma ve davranışların yasal yaptırımlara tâbi olması için gerekli hukuki ve diğer tedbirleri almalıdır. İS’nin bu ‘hukuki’ maddesi zulüm kavramının tipik bir örneğidir. Şöyle ki: Zulüm, eşyayı bulunması gereken yere koymamaktır, hakkı ihkak ettirememek, batılı hak, hakkı batıl olarak okumaktır. İS ‘cinsel taciz’i sadece kendi kısır ufkundan gördüğü şekilde algılamaktadır. Oysa mesela bir kadın adeta çıplak vaziyette sokaklarda dolaşmak, bütün maharetiyle(!) cinselliğini teşhir etmek, televizyon ve sinema gibi iletişim-eğlence araçları vasıtasıyla cinselliği kışkırtıcı danslar, oyun ve eğlenceler yapmak suretiyle küçük düşürücü, yüz kızartıcı ve kırıcı ortamlar oluşturmakta, insan onurunu (namusunu) zedelemekte, ‘istenmeyen’ değil, nefret edilen sözlü-sözsüz ve fizikî cinsel içerikli sataşma ve davranışlar meydana getirmektedir. İS işaret ettiğimiz bu sapkınlıkları neden ‘cinsel taciz’ kapsamına dahil edememektedir?
GREVIO NEDİR?
Sözleşmenin dokuzuncu bölümü İzleme mekanizmasına ait hükümler içermektedir. “Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddete karşı eylem uzman grubu” diye, şiddeti önlemesini beklediği bir grup tanımlaması yapmakta ve buna da kelimelerin baş harflerinden oluşan şekliyle GREVIO adını vermektedir. GREVIO en az 10, en fazla 15 üyeden oluşmakta; üyeler Tarafların kendi vatandaşlarından gösterdikleri adaylar arasından dört yıllığına Taraflar Komitesi tarafından seçilmektedir. Taraflar Komitesi, Sözleşmeye taraf ülkelerin temsilcilerinden oluşmaktadır.
GREVIO’ya seçilecek üyelerin insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet, mağdurların korunması gibi alanlarda “muteber yetkinliğe sahip”, “yüksek ahlaki karakterli”, sözleşmedeki alanlarda deneyimli kişiler olması ve şeffaf yöntemle seçilmeleri gerektiği kaydedilmektedir. “Muteber yetkinlik” ve “yüksek ahlaki karakter”den ne kastedildiğini bilmiyoruz fakat Sözleşmenin aile, kadın ve namus konularındaki kriterlerine bakılırsa, muteber yetkinlik ve yüksek ahlaki karakterin de bu paralelde olduğu anlaşılır.
Sözleşme GREVIO’ya kendi usul kurallarını belirleme yetkisini vermiştir. 68. Maddede GREVIO’ya geniş yetki ve sorumluluklar tanınmıştır.
SÖZLEŞMENİN İMZASI YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ VE FESİH
75. Maddenin 2. fıkrasında, “İşbu Sözleşme kabul, onay ve onamaya [tasvip] tâbidir.” denmektedir. Buna göre Türkiye İS’ni kabul etmiş, onaylamış ve beğenmiştir. Sözleşmenin yürürlüğe girmesi için en az sekizi Avrupa Konseyi üye devleti olmak üzere 10 ülke tarafından imzalanması gerekli görülmüştür. (75/3).
Herhangi bir devlet veya Avrupa Birliği imza sırasında veya kabul, onay ve onama veya katılım belgelerinin teslimi esnasında, Sözleşmenin uygulanacağı toprağı veya toprakları belirleyebilme hakkı tanınmaktadır. (77/1).
Çekinceler: Sözleşme herhangi bir taraf ülkeye, aşağıda belirtilen maddeler dışında hiçbir hükme çekince koyma hakkını vermemektedir. (78). Bir Taraf ülkenin Sözleşmeyi “ya hep, ya hiç” ilkesiyle imzalaması istenmektedir. Herhangi bir Taraf ya da Avrupa Birliği’ne en başta şu maddelere çekince koyma hakkı tanınmıştır: Madde 30/2; 33; 34; 44/1.e, 3 ve 4. fıkralar; 55/1; 58; 59. Tarafların, çekincelerini geri çekme hakkı da bulunmaktadır. (78/4). Türkiye sözleşmeyi, hiçbir çekince koymadan imzalamıştır.
Fesih: Sözleşmenin 80. maddesi Taraf ülkeye sözleşmeyi feshetme hakkı tanımaktadır. Bunun için Taraf ülkenin Avrupa Konseyi Genel Sekreterine bir bildirimde bulunması yeterli görülmüştür. (78/1). Bildirimin iletilmesini müteakip üç ay sonrasında fesih gerçekleşmektedir. (78/2).
Sözleşmenin burada değinmediğimiz diğer maddelerinde, yukarıda bölüm başlıklarında görüldüğü üzere, önleyici müdahale, mağdurların korunması ve destek, mağdurun şikayet yolları, yaptırım ve tedbirler, ağırlaştırıcı sebepler, soruşturma ve takibat usul hukuku, risk yönetimi, adli yardım, zaman aşımı, göç ve sığınma, uluslararası işbirliği, Taraf ülkelerin bilgilendirilmesi, sözleşmede değişiklik yapılmasının hukuki süreçleri, sözleşmenin geçerliliği, sözleşmenin imza, kabul ve yürürlüğe girme prosedürü gibi teknik konular ele alınmaktadır. Burada belki kadının bilgisi ve rızası dışında kürtaj ve kısırlaştırılmanın da kadına karşı şiddet kapsamında değerlendirilmesi (39. madde) gibi bazı hususların da sözleşmede yer aldığına değinmek yerinde olacaktır.
İS’nin Türkçe çevirisinin sonunda şu not yer almaktadır:
“Yukarıdaki hususları tasdiken, aşağıda imzaları bulunan usulünce yetkili kılınmış temsilciler, işbu Sözleşmeyi imzalamıştır.”
“İşbu Sözleşme, 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da, her iki metin de aynı derecede geçerli olmak üzere İngilizce ve Fransızca olarak, Avrupa Konseyi arşivlerinde muhafaza edilecek tek nüsha olarak imzalanmıştır. Onaylı nüshaları Avrupa Konseyi Genel Sekreteri tarafından Avrupa Konseyi üyelerine, işbu Sözleşmenin hazırlanmasına katılmış üye olmayan devletlere, Avrupa Birliği’ne ve Sözleşme’ye katılmaya davet edilen her devlete gönderilir.”
DEĞERLENDİRME
İstanbul Sözleşmesi ve İslam
Türkiye’de toplumun manevi temellerinin tamamını tepeden tırnağa ‘Avrupa müktesebatına’ uygun hale getirme hedefleri bir yana; Avrupa Konseyi’nin ürünü olan İS’ne, zararlı maddeleri deşifre edelim, iyi taraflarından yararlanalım şeklinde özetlenebilecek, telifçi/uzlaşmacı bir tutumla itiraz etmek, her bir maddeyi ayet ve hadislerle çürütmeye girişmek bizce tutarlı ve makul bir tutum değildir. Böyle bir girişim İslamî açıdan da sorun teşkil eder.
Sözleşmenin amacı ilk maddede, kadınları her türlü şiddetten korumak, aile içi şiddeti önlemek, kadını güçlendirmek; bunun için gerek yerel gerekse uluslararası iş birliğini teşvik etmek olarak açıklanmıştır. Giriş bölümünün son cümlesi hedefi daha anlaşılır kılmaktadır: “Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetten arındırılmış bir Avrupa yaratma” arzusu.
İS’nin İslamî camiada infial uyandırdığı malumdur. Fakat her infial de eş değerde tutarlı değildir. Sözleşme Müslümanların en hayati değer ve ilkelerine cepheden saldırmakta, geleneksel değerleri hepten yok etmekte, deyim yerindeyse namusa dilini uzatmaktadır.
İS’ni bir bütün olarak değerlendirmek gerekir ki bu bütünlük, Sözleşmenin felsefî ve ideolojik yapısı itibariyle İslamî değerlerle çatıştığını göstermektedir. Esasında Avrupa Konseyi’nin hazırladığı ve bize “İstanbul Sözleşmesi” adıyla ikame edilen bu ‘hukuki’ düzenleme sırf İslam karşıtlığı olsun diye üretilmiş olmayabilir. Ama fıtrata aykırı olan her şey zaten İslam’a da aykırı olduğu için sonuç aynı kapıya çıkmaktadır. Sözleşmeyle İslam’ın ilişkisi nedir denirse, Sözleşmeyi düzenlemiş olan AK nazarında İslam zaten, üzerine kırmızı çarpı işareti konmuş bir ‘zararlı’dır. Yani AK nezdinde İslam yok hükmündedir. Onlar Sözleşmeyi ilk imzalayan ülke olarak Türkiye’nin Şeriatı yasaklamış laik-demokratik yapısını Türkiye’nin içindekilerden çok daha iyi bilmektedirler. Fakat şunu da çok iyi biliyorlar ki, bu ülkede İslam tamamen insanların gündeminden çıkartılabilmiş değildir. Her şeye rağmen İslam toplumun belli kesimlerinde, geleneksel/kültürel ve duygusal da olsa etkisini sürdürmektedir. Türkiye’de İslam’ın küllerinden çıkan duman hiçbir zaman kesilmemiştir.
Sözleşmede ifade edildiği gibi Avrupa Konseyi ‘kadını güçlendirmekten’ bahsetmektedir. Aslında Avrupa, kendi yaşam tarzlarına uygun şekilde, cin atına binmiş kadını güçlendirmektedir. Şeytanın güdümüne geçirilmiş kadının güçlendirilmesi nereye kadar devam edecektir? Bir gün infilak edip, hem kendisini hem de etrafını helak edinceye kadar mı? Demokratik kültür kadını güçlendirmeye pek heveslidir. Mesele kadına karşı şiddetin önlenmesi değil, kadını erkekle tam eşit hale getirmek gibi spot laflar eşliğinde, kadının tüketim ve eğlence pazarında ‘tam kapasite’ çalıştırılmasıdır. Kadın, tüketimi hazlandırmalı ve hızlandırmalıdır, gerisi teferruattır.
Avrupa Konseyi sözü edilen Sözleşmeyi herhangi bir İslam ülkesi için değil, bütün dünyaya yönelik düzenlemiştir. Sözleşmenin bütün vebali, yangından eşya kurtarırcasına ivedilikle imzalayan Türkiye’nin muhafazakâr hükümetine aittir. 2020 yılının bu günlerinde toplumdan yükselen eleştirilere bigâne kalamadığı için cevap vermek zorunda kalan Cumhurbaşkanı ve diğer bazı yetkililerin Sözleşmeyle ilgili söylediklerine bakılırsa, 2011 yılında Meclisten geçirip, 2012 yılında resmî gazetede yayınladıklarında yani Sözleşmenin altına ülkenin en yetkili insanları olarak imzalarını attıklarında belgeyi okumamış oldukları anlaşılmaktadır. Devletin en yetkili kişileri, okumadıkları bir sözleşmeyi bu kadar ivedilikle neden kabul ettiler acaba?
Cumhurbaşkanı kendi yönetimlerinde ülkenin muasır medeniyet seviyesine değil, onun da üzerine çıkmakta olduğunu, kadınların en geniş anlamda özgürlüğe kendi zamanlarında kavuştuklarını söylemektedir. Muasır medeniyet seviyesi İS üzerinden bakınca daha net görüntü vermektedir.
İstanbul Sözleşmesi Nas Değil mi?
İstanbul Sözleşmesinin kamuoyunda yoğun tartışmaların konusu olması üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2 Haziran 2020 tarihinde İstanbul Haliç Kongre Merkezinde STK temsilcileri ve kanaat önderleriyle katıldığı iftar yemeğinde konuşurken “İstanbul Sözleşmesi nas değildir, feshedilebilir” demişti. Acaba İS gerçekten de nas değil midir? Nas kelimesi İslamî ilimlerde, iki temel kaynak olarak Allah’ın ve Rasulünün sözleri anlamında kullanılır. Fakat her dinin kendine göre nasları vardır. Cumhurbaşkanının sözleri, aslında tam da gerçeğe, gayri iradi olarak parmak basmış bulunmaktadır: Tüm olan-bitenler doğru okunursa, İS’nin sahiden de nas olduğu anlaşılır. Eğer İS nas olmasaydı bu kadar tartışmaya medar olabilir miydi? Bir ülke düşünün ki, İslam’ın herhangi bir hükmü için Mecliste oylama yapılıp, oybirliğiyle kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı, başbakan, dört başbakan yardımcısı ve yirmi bir bakan tarafından imzalanıp, resmî gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş değildir; ama böyle bir kabul, tasdik ve yürürlüğe girmeye İS mazhar olmuştur. Ülkenin Dışişleri Bakanı son 20 yılda Avrupa Müktesebatı ve Avrupa Birliği Konseyi standartları ile uyumlu iki binden fazla yasa çıkardıklarını beyan etmektedir. Ama bu ülkede başka herhangi bir standarda uyumlu olarak 2000 adet yasa çıkartılmış değildir. (Aksi yönde örnek gerekirse, AKP iktidarı zinayı suç olmaktan çıkartmıştır). Aslında AB müktesebatına uygun 2000 yasa demek İslam’a uyumsuz iki bin yasa demekle aynı anlama gelmektedir. Toplumun kendisini nispet ettiği ve ülke yöneticilerinin de söylem (retorik) bazında göklere çıkarmaya çok özen gösterdikleri İslam’ın bütün değerleriyle kökten çatışan bir Sözleşmenin ivedilikle ve hemen hiçbir müzakere yapılmadan kabulüne bakılırsa, İS nasdan da ötedir. Türkiye’nin önüne iki asra yakın bir zamandır konulan bir ‘muasır medeniyet kıblesi’ çerçevesinde yürürlüğe konulan bir Sözleşmenin nas olmadığı nasıl söylenebilir?
Kadın-Erkek Eşitliği
İS kadınla erkek arasında tam eşitlik sağlanmasını öngörmenin de ötesinde, dayatmakta, kadını güçlendirmekten dem vurmaktadır. Kadının erkekle tam eşitlenmesi kâğıt üzerinde elbette mümkündür. Ama hayatın kendisi buna hiçbir zaman müsaade etmeyecektir. Kadınla erkeği eşitlemeyi hayat-memat meselesine dönüştürenler, züccaciye dükkanına girmiş fil misali, sadece dengeyi bozmak, düzeni yıkmak istemektedirler; dünyaya bırakacakları tek miras da bu olacaktır: Bozmak ve yıkmak.
İS’ni tanzim eden irade eşyanın tabiatına savaş açmış bulunmaktadır. Yaratılış baş aşağı çevrilmek, ırmak ters yönde akıtılmak istenmektedir. Kadınla erkeği eşitlemeyi iddia edenler gece ile gündüzü, yer ile göğü, soğukla sıcağı, ateşle suyu eşitlemek istiyor gibidirler. Oysa hiçbir şey diğeriyle eşit değildir. Hayat eşitlik değil, denge üzerine kurulmuştur. Kadınla erkek arasında tam eşitlik inadı belki de bir hastalık belirtisidir. Dünyanın başına ölümcül bir çorap örülürse bu, sözüm ona ‘eşitlikçi’ batı uygarlığı sayesinde olacaktır. Başka ırkları kendileriyle (insan olarak) eşit görmeyen batılılar kadınla erkeği eşitleyeceklermiş. Evinde bebeği tarafından emzirilmeyi bekleyen bir anneyi sırf eşitlik miti uğruna gece vardiyalarında fabrika yollarında çürüteceksiniz veya eline tüfek verip, sınır boylarında asker nöbeti tutturacaksınız ve böylece kadını şiddetten de koruyacaksınız… Çocuğu değil, bütün bir toplumu doğuran kadına eşitlik hurafesi adına reva görülen bu muamele zulüm değilse, o halde zulüm nedir?
Acaba kadınla erkek neden eşitlenmek istenir? Kadınla erkeğin ‘eşitsizliğinden’ neden rahatsızlık duyulur? Allah’ın eşit yaratmadığı iki cinsi kim eşitleyebilir? Acaba Allah’ın yaptığı bir hatayı(!) LGBT+ mi düzeltecek? Liberal anlayışta kadınla erkek ancak günah işlemede eşitlenebilir diyeceğiz ama aslında orada bile tam eşitlik sağlanamaz. Buna, günaha tam katılımcı iki ortak (partner) demek daha isabetli olur. Zira günah işlemede dahi eşitliği bozan faktörler söz konusudur.
Hayatın bütününde olduğu gibi, kadınla erkek arasında da eşitlik değil, mükemmel bir denge ve uyum vardır. Hayat bu dengeden ibarettir. Bu dengeyi insanın tam idrak etmesi, sırrına bihakkın vakıf olması mümkün görünmemektedir. Bu denge ancak ve ancak, onun koyucusu olan alemlerin Rabbi Allah tarafından ihata edilebilir. İnsana düşen ise sadece bu denge sırrına teslim olmaktır. İbrahim’in tartıştığı şaşkın kişi nasıl ki İbrahim’in, “Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir” demesi üzerine apışıp kalmışsa, kadınla erkeği eşitleme iddiasında olanlar da öyle apışık kalmaya mahkumdurlar ama cahil cesaretlidir.
Aile
Aile, Allah’ın insanlık için ihdas ettiği en büyük lütuflardan biridir. Toplum binası aile adını verdiğimiz yapı taşlarıyla örülür. Ailenin sağlamlığı da kadın ve erkek fertlerin kişilik, ahlak ve karakter sağlamlığıyla doğru orantılıdır. LGBTİ+ fertleriyle ancak Lut kavmi toplumu oluşur, onların da akıbeti bellidir. İslam ailesinden ise sahabe nesli yetişir. Toplumun her türlü zarar ve yıkımına karşı aile Nuh’un gemisi mesabesindedir. Müslüman ailesi topluma aklı başında, denge ehli, adalet anlayışına sahip, bozucu değil düzeltici fertlerin olgun birer toplum ferdi olarak mezun edildiği bir mektep gibidir. Müslümanları toplumdaki her türlü tehlikeden koruyan müessese ailedir. Bizler burnunu bile göstermekten utanan ninelerin torunlarıyız. Ar damarı çatlamış kadınlar ‘yabancı’ varlıklardır.
İS güya şiddeti önleme adına yazılmış ama her yerinden şiddet damlamaktadır. Kadına ve aileye karşı şiddet sorununun ‘şiddet karşıtı’ polisiye tedbirlerle çözüleceği sanısıyla yazılmıştır. Bu Sözleşmenin en azından kendi ülkemizde altı-yedi yıldır bu sorunu çözmediği, tam tersine sorunu azdırdığı ortadadır. Kadına karşı şiddet sorununu gerçek anlamda ve her şeyiyle tam tespit etmek isteyenler, öncelikle bu meseleyi Allah’a ve Rasulüne götürmeyi kabul etmek zorundadırlar. Eğer insan eliyle imal edilen hukuk ve toplum düzenleri toplumların sorunlarını çözebilseydi, bidayetten beri Allah’ın yeryüzüne nebiler göndermesine gerek kalmazdı. Nebiler yeryüzünde Allah’ın iradesini tecelli ettirmek üzere görevlendirilmiş elçilerdir. Allah’ın iradesini geçersiz sayıp, yerine azgın insan iradesini ikame etmek kör kuyuya düşmektir. Aile, şiddet karşıtı güvenlik tedbirleri ve cezai yaptırımlarla sağaltılamaz. Aile Allah’a teslim olmakla, kaybettiğimiz namus-şeref-izzet-arlanma gibi hayati değerlerimizi yeniden ihya etmekle kazanılır. Ailelerin pek çoğu araba, ev ve tüketim kredileri bataklığında kıvranmaktadır. Öte yandan, erkekle eşitlenen ve çalışması kesin bir kural gibi görülen kadın ‘ekonomik bağımsızlığını’ kazandıktan sonra, artık aile diye bir şey kalmamakta, azgın nefisler partnerine elinden geldiğince linç politikası uygulamaktadır. Bugün mağdur edilen durumundaki kadın eline geçirdiği ilk fırsatta, mağdur eden olmakta hiç tereddüt etmeyecek, bu bataklık da böyle sürüp gidecektir. Bataklığın kurutulması için yegâne umudumuz Allah’ın dinine dönmektir.
Sözleşmenin Akıbeti
İS feshedilebilir mi? Cumhurbaşkanının ve Numan Kurtulmuş’un Sözleşme hakkındaki günah çıkarıcı beyanlarına rağmen Sözleşmenin feshi pek kolay görünmemektedir. Bununla beraber toplumun belli bir kesimindeki tepkinin yatıştırılması da elzemdir. Zira Sözleşmeden duyduğu rahatsızlığa tepki verenlerin sayısal oranı az görünse de, sandığa çok tesir etmesi bir risktir ve bu risk göze alınmaz. Bu durumda kamuoyunu yatıştırıcı bir şeylerin yapılması kaçınılmazdır.
Bizzat Sözleşmenin kendi hükümlerine göre Hükümetin tartışmalı maddelere çekinceler koyması da mümkün görünmemektedir çünkü Taraf ülkelere çekince koyma yolu kapatılmış vaziyettedir. Avrupa Konseyi ile istişare yapılarak, sözleşme üzerinde Türkiye’ye özgü bir özel tadilat izni çıkartılması ihtimal dahilindedir.
Bu durumda sorun ya aile ve ‘kadına karşı şiddet’ hususunda yeni hukuki düzenlemeler yapılarak telafi edilmeye çalışılacak ya da Cumhurbaşkanının kendine has yöntemlerle tepkiler yatıştırılacaktır. Fakat şurası kesindir ki, Sözleşmenin akıbeti ne olursa olsun, bundan böyle aile ve kadına karşı şiddet, kadın-erkek eşitliği gibi alanlarda yapılacak yeni düzenlemeler İS’nin paralelinde olacak, hatta Sözleşmeyi aratacaktır. Çünkü ülke olarak kadın konusunda dönülmesi mümkün görünmeyen bir yola girilmiştir. Aksi takdirde hükümetin, hatırına iki bini geçkin yasal düzenleme yaptığı Avrupa Birliği Konseyi nezdinde küme düşeceği aşikardır.
ÇÖZÜM
‘Kadına karşı şiddet’ konusunda mesele bir kere daha hikmetsiz işler yumağına döndürülmüştür. İS’ne rağmen kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmemektedir. Rasulullah’ın ya anne olarak cenneti ayaklarının altına yerleştiren ya da Allah’ın emaneti olarak erkeğe eş yapan öğütlerinin öznesi kadın bugün vahşi cinayetlerin, mide bulandırıcı haberlerin nesnesi olmuştur. Kadının dövülmesi ya da vahşi bir şekilde öldürülmesi bir sonuçtur. Her sonucun olduğu gibi bunun da sebepleri vardır. Kadına karşı şiddeti önleme iddiasında olan kişi ve kuruluşlar olayların sebepleri üzerinde durmak yerine, sonucunu konuşmakta, buradan da faturayı aileye kesmekte, zımni olarak İslam’ı sanık sandalyesine oturtmak istemektedirler. Halbuki kadına karşı şiddet ve bilhassa kadın cinayetlerinin tam olarak anlaşılabilmesi için, en başta kadın-erkek eşitliği söylemi olmak üzere bütün modern zihniyetin sorgulanması gerekir. Eğitim sisteminden insan anlayışına, hukuktan siyasete, büyük bir milletken, geçmişini inkar eden köksüz bir ulusa dönüştürülmemizin hesabını vermek hepimize düşmektedir.
İslam ailesinde erkeğin yeri belli, kadının yeri bellidir. Hiçbir medeniyet Müslüman kadının muazzez konumuyla boy ölçüşemez. Bizde anne deyince akan sular durur. Anne-babaya saygı esastır. Allah kadını ve erkeği birbiri için elbise kılmıştır. Bununla beraber kadın ve erkeğin eşler olarak birbirlerine sevgisi de taşkınlıktan uzak, yerinde ve kararında olmalıdır. Modern zihniyet kadını ve erkeği henüz aile olmadan önce, kız-erkek arkadaşlığı, sevgili edinmek v.b. isimler altında azdırmakta, tağutlaştırmaktadır.
Bir ‘kadın cinayeti’ bir sonuçtur, bardağın son damlayla taşmasıdır. Bu sonuca götüren süreci kimse sorgulamamaktadır. En başta cinayetin kurbanı olan kadınlarla, cani erkekler bu süreçte sorunun kaynağını kavramış değillerdir. Erkek ve kadının/kızın ilişki biçimlerine hiçbir kişi ve kurum itiraz etmemekte, kimse sorunun can damarına işaret eden tesirli bir söz söylememektedir. Yeni hayat, kadın ve erkeğin sorumsuzca sürdürdükleri davranış ve yaşam biçimlerine hiçbir şekilde dur denmemesi üzerine kurulmuştur. Yirmili yaşlardaki kız ve erkek öğrenciler ‘arkadaş’ sıfatıyla aynı evlerde, birlikte kalmaktadırlar. Günün hiçbir saati gencecik kız ve erkek çocuklara istedikleri yere gitme, istedikleri yerde eğlenme, istedikleri yerde yatma-kalkma v.b. hususunda yasaklı değildir. Anneler PKK’nın ayarttığı çocuklarını, yaptıkları ‘evlat nöbeti’yle dağdan indirebilmekteler ama erkek arkadaşlarıyla birlikte giden kızları kimse eve getirememektedir. Gençlerin bu yaşam tarzını anne-babalar, güvenlik teşkilatı, bakanlıklar, Milli Eğitim teşkilatı, Diyanet İşleri Başkanlığı, dini eğitim(!) veren okullar, STK’lar, kanaat önderleri, vaizler v.d. bildiği halde bütün bir ülke sathında bilmedim-görmedim-duymadım oyunu oynanmakta, herkes selameti susmakta bulmaktadır. Mesela bir genç kız, erkek arkadaşıyla aynı mekânda (ev/otel v.b.) baş başa iken cinayete kurban gitmekte ama kamuya açık olarak bir tek kişi bile bu kızın o vakitlerde, erkek arkadaşıyla, sözü edilen mekanlarda ne işi olduğunu sorgulamamaktadır. İşte İS de kızın ve erkeğin yaşam biçiminde, cinayete kadarki safhasında hiçbir sakınca görmemektedir.
‘Kadına karşı şiddet’in önüne ancak gerçek anlamda bir İslam toplumuyla geçebiliriz. İslam, onu din edinen insanların ahlakı olmak zorundadır. Allah’a gerçekten iman eden ve Allah’tan sakınan insanlardan başkasının kadına veya erkeğe gereken saygıyı göstermesi imkansızdır. İslam aşırılıklardan uzak, gerçek bir denge ve adalet dinidir. Rabbimiz Allah haksız yere bir cana kıyılmasını kesin olarak yasaklamıştır. Tevrat’taki meşhur ‘on emir’den biri, öldürmeme üzerinedir. On emir İncil’de de aynen tekrarlanmaktadır. Aslında toplumda bir karıncayı bile incitmekten kaçınan insanların oranı hayli fazladır. Toplum ve siyaset olarak sırt döndüğümüz İslam’a yeniden döner, kaybettiğimiz geçmişimiz için Allah’tan af dilersek, o zaman bütün sıkıntılarımız birer birer düzelmeye başlayacaktır. Avrupa müktesebatından yakamızı-paçamızı ne kadar tez vakitte kurtarırsak, hakikati o kadar erken bulma fırsatımız olacaktır. Son olarak şunu söylemeliyiz: İslam’ı bilip de gereken uyarı vazifesini yapmayan insanlar gencecik bedenlerin vahşi bir şekilde toprağa düşmelerinde suç ortağı olmaktadırlar. Ne diyordu Rasulullah (sav): Eslim, teslim.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *