Yeniden cami olarak hizmet vermeye başlayacağının ilan edilmesiyle Ayasofya’nın statüsünün değişmesinin ardından dünyadan gelen tepkiler ilginç bir seyri ortaya koydu.
Dr. M. Tacettin Kutay / AA
Birkaç yıldır dünya Ortodoksluğunun hamisi rolüne ek olarak dini patronu rolünü de oynamayı amaçlayan Rusya hadiseye çok sesli, ancak ölçülü bir tepki ortaya koydu. Bir yanda Rus Ortodoks Kilisesi yüksek tonda bir tepki verirken diğer yanda Rus diplomasisi hadiseyi Türkiye’nin iç meselesi olarak yorumlamaya varacak kadar mutedil bir tepki sergiledi. Neticede bu durum, bir hakikatle bir kez daha karşı karşıya kalmamıza vesile oldu: Mesele Ortodoksluk ve din olduğunda Rusya’nın asıl sorunu Türkiye Cumhuriyeti değil, Fener Rum Patrikhanesi’dir.
Son yıllarda giderek daha fazla Amerikan politikalarının tahakkümü altına giren Patrik Bartholomeos ve Bartholomeos’a bağlı Amerikan Metropolitliği, Rusya açısından tahammül edilebilir olmanın ötesinde bir pozisyon ortaya koyuyor. Bu durum geçtiğimiz yıl yaşanan Bağımsız Ukrayna Kilisesi tartışmaları sırasında da açıkça gözler önüne serilmişti. Ortodoks kiliseleri ile Katolik Kilisesi arasında çok temel yapısal bir farklılık olduğunu gözden kaçırmamalı ve Rusya’nın Fener Rum Patrikhanesi’nden duyduğu rahatsızlığın asıl mahiyetinin ne olduğu konusuna bu farklılığı göz önünde bulundurarak yaklaşmalıyız.
Katolik Kilisesi, merkezi Vatikan’da bulunan ve tüm dünyadaki bağlılarını hiyerarşik olarak Vatikan’a bağlayan bir yapıdır. Buna mukabil Ortodoks kiliseleri, kuruluşlarından itibaren devletle iç içe yapılar olagelmiş, yek diğerinden bağımsız “otokefal” yapılardır. Dolayısıyla sembolik de olsa bir merkeze bağlı bir Ortodoks dünyasından bahsetmek mümkün değildir. Hal böyle olunca, dünya Ortodokslarının neredeyse üçte ikisinin Rus vatandaşı olması, Rusya’nın Fener Patrikhanesi’nin sembolik ekümeniklik iddialarını reddetmesine sebep olmaktadır. Ukrayna ile yaşanan gerilimde Patrikhane’nin takındığı tavır da Rusya’nın bu konudaki tutumunu daha da keskinleştirmesine sebep olmuştur. Buna karşın Ortodoksluğun doğduğu merkez olan İstanbul’un sembolik önemi, hadiselere verilen reaksiyonları karmaşıklaştırıyor.
İstanbul’un fethinin ardından Rusya’nın yayılma iddiasını üzerine bina ettiği “Moskova üçüncü Roma’dır” tezi, Moskova’yı Roma ve İstanbul’un ardından Ortodoksinin yeni merkezi kılmayı amaçlamaktaydı. Bu dönemde kullanılmaya başlanan çift başlı kartal sembolü, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından Rusya tarafından yeniden benimsendi. Dolayısıyla Rusya’nın bu tarihsel iddiayı yeniden sahiplendiğinin altını çizmekte fayda var. İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın camiye çevrilmesi bu bakımdan Rusya’nın üçüncü Roma olma iddiasına temel teşkil eden hadisedir. Ayasofya’nın vasfının dönüştürülmesi ve yeniden cami olarak hizmet verecek olması, bu sebeple Rusya açısından mutlak rahatsızlık verici bir durum değildir. Buna karşın ortaya konulan ölçülü tepki, Rusya’nın tarihsel olarak Ortodoks dünyasına ait kabul edilen bir meseleyi sahiplenmesi, dolayısıyla Ortodoksların hamisi rolünü oynamasını anlamlı hale getiriyor.
Konsil’in ruhu öldü mü?
Üçüncü Roma olduğu iddiasındaki Moskova’nın hadiseye bu yaklaşımına karşın, esas birinci Roma olan Vatikan’ın hadiseye nasıl yaklaşacağı merak konusuydu. Papa Franziskus hadiseye “Çok acı çekiyorum” şeklinde tepki vermekle yetindi. Papa’nın bu açıklaması, “hiçbir şey söylememiş olmak için bir şey söylediği” yorumunun yapılmasına sebep oldu. Öte yandan yaşanan dönüşüm ve Katolik Kilisesi’nin pozisyonunun ne olduğuna dikkatle bakıldığında Papa’nın “acı çekmesini” gerektirecek herhangi bir sebep olmadığı açıktır. İkinci Vatikan Konsili (1965) sonuç beyannamesi açıklanana kadar, Katolik Kilisesi ünlü “Extra Eclesiam Nulla Salus” (Katolik Kilisesi’nin Haricinde Bir Kurtuluş Yoktur) prensibine sadık kalmış; Ortodoksları “sapkın cehennemlik”, Müslümanları ise “dinsiz-kâfir cehennemlik” olarak görmüştür. Buna mukabil Kilise 1965 yılında yayımladığı Konsil Beyannamesi’nde Ortodoksları İsa Mesih’in yolunu izleyen müminler olarak kabul etmiş, Müslümanları ise Hz. İsa ve Meryem’e hürmet eden, Rahman ve Rahim olan İbrahim’in Tanrısına inanan müminler olarak “Tanrı’nın kurtuluş planının bir parçası” olarak görmüştür. Konsil Beyannamesi’nin “Nostra Aetate” bölümü Yahudiler ve Müslümanlar hakkında Kilise’nin geldiği son noktayı ortaya koyan radikal bir metindir. Metnin kabul edilmesi, Konsil esnasında büyük tartışmalara yol açmış, Konsil sonrası da hakkındaki tartışmalar dinmemiştir ancak bir konsil beyannamesi olarak bütün Katolikleri bağlamaktadır.
Konsil Beyannamesi’nin “Gaudium et Spes” ve “Dignitatis Humanae” bölümleri de Müslümanlar başta olmak üzere bütün inananları dinsizliğe ve Varşova Paktı’nın yaygınlaştırmaya çalıştığı seküler baskıcılığa karşı bir olmaya çağırmaktadır. Dinlerin kamusal alandaki temsili Gaudium et Spes bölümünde özellikle vurgulanmakta, yaygınlaşan sekülerleştiricilik eleştirilmektedir. Binaenaleyh, Kilise tarafından Müslümanların artık dinsiz kafirler olarak görülmediği, aksine giderek dinsizleşen dünyada varlık mücadelesi veren inananlar topluluğunun bir parçası olarak görüldüğü deklare edilmiş, Muhammedîler bütün inananlarla birlikte radikal seküler sistemlere karşı mücadeleye davet edilmiştir.
Dört yüz seneyi aşkın bir süre cami olarak kullanılan Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi hadisesi, Konsil Beyannamesi’nde eleştirilen ve kendisine karşı inananların mücadeleye davet edildiği radikal sekülerleştiriciliğin Türkiye’deki en önemli misalini teşkil eder. Seküler bir müzeye çevrilmiş olan bir ibadethanenin yeniden ibadethane vasfını kazanması, bu bakımdan Katolik Kilisesi’nin idealize ettiği inanç temelli restorasyonun ruhuna asıl uygun şeyken Papa’nın acı çekiyor olmasının bir izahı yoktur. Müslümanları mutlak “cehennemlik” kabul ettiği dönemde, aynı şekilde “cehennemlik” kabul ettiği Ortodokslara ait bir ibadethane olduğunu iddia ediyorsa, Papa –ki bu da beş yüz elli yıl önceki bir hadisedir- Müslümanları Ortodokslarla eş zamanlı olarak “Tanrı’nın mümin çocukları” olarak görmeye başladıkları gerçeğini hatırlamalı ve acılarına son vermelidir. “Bir Müslüman’ın kendi dini mucibince yaşaması ve ibadette bulunması onu cennete götürür” kabulüne sahip bir Kilise’nin başının asıl acı çekmesi gereken şey, bir zamanlar müzeyken bütün kutsallığını haleldar eder mahiyette duvarları arasında çıplak mankenlerin fotoğraf çektirmesi olmalıydı. Müze olduğu zaman zarfında bu ve benzeri onlarca şenaate tanıklık eden bir mabedin mabet vasfını yeniden kazanmasını tebrik etmesi beklenen Papa’nın acı çekmesi anlaşılır şey değildir. Hal böyle olunca cevaplanması gereken soru, Nostra Aetate’nin Katolik Kilisesi açısından hâlâ bağlayıcı bir metin olarak kabul edilip edilmediğidir.
Papa’nın “acı çekiyorum” açıklamasının diplomatik olarak da bir anlamı olmadığı muhakkak ve durum hakkında bir teklif de ortaya koymuyor. Buna mukabil, mesela Avusturya Başpiskoposu Kardinal Christoph Schönborn’un “Ayasofya’nın kavuşması gereken statü, bütün inançların buluştuğu ekümenik bir ibadethane olmaktır” ifadesi bir tekliftir. Ancak söz konusu teklifin iki büyük sorunu vardır. Bunlardan ilki İstanbul’un insanlığın ortak malı bir müze olmadığı, aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin bir şehri olduğu, dolayısıyla sınırları içinde bulunan ve beş yüz yıllık cami geçmişi bulunan bir abidenin bütün insanlığa ait bir sembol olmasının beklenemeyeceği gerçeğidir. İkincisi ise nüfus oranları ve çok kültürcülük taleplerinin gerçekliği sorunu. Nüfusa oranla en fazla dini çeşitliliğe sahip Avrupa şehirlerinden birisi olan Viyana’nın kardinali, ülkede yaşanan ve camilerin sürekli olarak baskılandığı süreçten bağımsız olarak bu yorumu yapmıştır. Paris, Berlin, Londra gibi merkezlerde göç kökenli ciddi bir nüfus varken ve ibadethane sıkıntısı büyük bir tartışma mevzuu iken, İstanbul’da mukim Hıristiyan nüfusun genel nüfusa oranını göz önünde bulundurmadan böyle bir teklifte bulunmak, Avrupa’nın her köşesindeki katedrallerde Müslümanlara bir mescit açılması teklifini de tazammun etmeliydi.
11 Eylül paradigmasının olanca şiddetiyle sürdüğü ve Müslüman karşıtı politikaların günden güne dozunu artırdığı Avrupa’da ihtiyaç duyulan çok kültürcülük, İstanbul üzerinden hayata geçirilmesi gereken bir proje değildir. Zira İstanbul, dinler arası çoğulculuğa Fener Rum Patrikhanesi başta olmak üzere, sahip olduğu pek çok tarihi kilise ve havra ile katkıda bulunmaktadır. Buna mukabil, göstermelik bir katkı akabinde yoğun siyasal baskılarla hayatları her geçen gün daha da güçleşen Avrupalı Müslümanların gerçek bir çoğulculuğa muhtaç vaziyette oldukları aşikârdır. Hal böyleyken, Avrupa-merkezci bir bakış açısıyla İstanbul’u Batılı çok-kültürcülük heveslerinin kurtarıcısı kılacak bir düzenlemeyi talep etmenin gerçek hayatta bir karşılığı yoktur.
Bu tutum, yegâne reel hayatın Avrupa’da yaşandığı, haricindeki her yerin Avrupalı hayatına bir şekilde hizmet ettiği kabulünün bir tezahürü olarak karşımızda duruyor: Endonezya’nın Bali adası Avrupalının tatil mekânı, Java adası ucuz mobilya üretim merkezi olmalı, Ukrayna nükleer atık çöplüğü, Türkiye ve Mısır ise açık hava müzesi olarak kalmalı… Dolayısıyla müzesi üzerinde bir dönüşüm yaşanacaksa buna müşterek olarak karar verilmeli. Batılı idealler Avrupa’da hayata geçirilmese dahi Avrupalılar eliyle dominyon olarak gördükleri ülkelerde bir şekilde hayata geçirilmeli…
Çok-kültürcülüğün makus talihini Türkiye üzerinden kurtarma çabaları, bu bakımdan gerçekçi bir teklifle bize yaklaşmıyor. Ayasofya tartışmaları Avrupa-merkezciliğin post-modern dönemde de dipdiri ayakta olacağını ve idealist söylemlerin büyük oranda Avrupalı olmayanları suiistimal için kullanılacağını gözler önüne seriyor.
[Siyaset psikolojisi, sekülerleşme teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Dr. M. Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *