Salih Tuğ, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile 1924 yılında Türkiye hudutları dahilinde medrese olarak gösterilen bütün eğitim ve öğretim müesseselerinin kapatıldığını anlattı.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kurucu dekanı, 90 yaşındaki Prof. Dr. Salih Tuğ, yarım asırdan fazla süredir fikri ve ilmi çalışmalarıyla binlerce konferans, seminer, panel ve eğitim programlarında yer almasının yanında İslami ilimlerle ilgili akademik çalışma yapan pek çok talebeye yol gösterdi.
İstanbul’un Aksaray semtinde 1930 yılında dünyaya gelen Tuğ, 1935’te Yusufpaşa Anaokulu, 1942’de Aksaray İlkokulu, 1948’de Pertevniyal Lisesi ve 1954’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde eğitim gördü.
Tuğ, lise yıllarından doktorasını yaptığı 1963’e kadar aletli jimnastik, atletizm ve kayak alanlarında girdiği yarışmalarda yaklaşık 20 kupa ve 40’a yakın madalya aldı.
Salih Tuğ, ilmi çalışmalar alanında faaliyet gösteren cemiyet ve vakıflarda 1970’lerden bu yana çeşitli düzeylerde görev aldı.
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in davetiyle Edebiyat Fakültesi İslami Araştırmalar Enstitüsüne asistan olarak giren ve İslam hukuk tarihi üzerine çalışmalar yapan İslam hukuku profesörü Salih Tuğ, 1963 yılında “İslam Vergi Hukuku’nun Ortaya Çıkışı” başlıklı tez çalışması ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde doktorasını, 1969’da “İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri” çalışmasıyla doçentliği aldı, 1976 senesinde “Hadis Edebiyatı ve Zuheyr b. Harb” incelemesiyle de profesör oldu.
Prof. Dr. Tuğ, “Türkiye’nin Yaşayan İlim Hazineleri” haber dosyası kapsamında AA muhabirinin sorularını yanıtlayarak, hayat hikayesi, ilmi çalışmaları, Türkiye’de din eğitiminin tarihi, İslam dünyasında son dönemde varlık gösteren “şiddet” eğilimli akımlar ve terör örgütü FETÖ ile ilgili açıklamalar yaptı.
SORU: “Mübarek Ramazan-ı Şerif ayı içerisindeyiz, lakin bu yıl farklı bir ramazan yaşıyoruz. Koronavirüs salgını sebebiyle Müslümanların çoğunlukla zamanlarını evde geçirdiği bugünler için tavsiyelerinizi ve hislerinizi öğrenebilir miyiz?”
“Bismillahirrahmanirrahim. Tabii çocukken ramazanla ilgili önemli şey bayramın gelmesiydi; başı rahmet, ortası mağfiret, sonu bayram yani kurtuluş ve insanın bir dehr-i selamete ulaşması. Ramazan ayı nefisle mücadele, nefse dur deme ve onu disipline alma mevsimidir. Bir nevi insanlığın gidişatına doğru bu bir ay bizim için temrin zamanı, mümarese yahut bugünün terimiyle antrenman zamanı. Bu sene ayrıca bir başka musibetle Allah bizi imtihana tabi tutmak istedi gibi duruyor. İnşallah duam o dur ki, bu Ramazanın sonunda sadece bayramı kutlamayız, aynı zamanda bu musibet insanlık üzerinde bir bela olmaktan gider ve böylece insanlık tekrar selamete ulaşır. Bu dualarla Ramazanımızın sonuna doğru inşallah bütün millet, İslam alemi ve insanlık kurtuluş için gayret içinde olmalı diye düşünüyorum.”
SORU: “Ülkemizin zor zamanlardan geçtiği yıllarda yetiştiniz. Türkiye’nin farklı dönemlerine şahitlik ettiniz. Yaşadığınız çeşitli zorluklara rağmen ilim, irfan ve bilgi yolunda yürümeye gayret ettiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?”
SALİH TUĞ: “Elimden geldiğince bazı bilgileri nakledeceğimi zannediyorum. Herkese söylemem, çünkü ‘el bereketu fil mechul (bereket bilinmeyendedir)’ şeklinde ifade edilen bir anlayışa sahibim.
1930’da İstanbul’un Aksaray semtinde, Uzun Yusuf Sokağı’nda dünyaya geldim. Babam beni, -ileri görüş sahibi olduğunu sonradan iyice anlıyorum- bir anaokuluna vermiş. Aksaray’da bulunan Murat Paşa Camisi’nin karşısında Haseki Hastanesine çıkan bir yokuş vardır. O yokuşun üzerinde Yusufpaşa Konağı’nda anaokuluna gittim.
Daha sonra Aksaray İlkokuluna başladım. Babam beni birinci sınıfa yazdırmak için götürdüğünde, anaokulunda da okuduğumu söyledi müdüre. Müdür beni imtihan etti ve ‘Birinci sınıfa girmesin, boşuna bir sene okuyacak, ikinci sınıfa kaydedelim.’ dedi. Böylece 2. sınıftan ilkokula başladım.
Yalnız, ilkokulda okurken yaz tatillerinde bir başka hocam var. Bir hanımefendi… Hatırladığım kadarıyla soyadı ‘Gökçe’ idi. İsmini hiç duymadım, bilmiyorum. Arap Hoca diyorlar. Lakabı böyleydi. Sudanlı bir aile olduklarını hatırlıyorum. Cerrahpaşa’ya çıkarken, yokuş üzerinde sol koldaki bir çıkmaz sokakta otururlardı. Bu okul bir Kur’an kursuydu ama gayriresmi, kaçak, gizlice gidilen bir okuldu. Bu sebeple hocam hem ders okuturdu hem de devamlı pencereden, gelip geçenleri kontrol ederdi. Ben devam ettim ve böylece ilkokulu bitirdiğimde Kur’an-ı Kerim’i iki defa hatmetmiş oldum.”
SORU: “Bir İstanbul beyefendisi olarak eski İstanbul’dan ve mahalle kültüründen bahsedebilir misiniz?”
SALİH TUĞ: “Bir İstanbul efendisi olarak büyüdüğümü söylediniz, ben ona itiraz ediyorum. Ben bir mahalle çocuğu olarak büyüdüm. İstanbul şehrinde mahallelerin her birinin ayrı özellikleri vardır. Aksaray’da Şekerci Mahallesi, Fatih’te Karagümrük Mahallesi, Beyazıt’ta Laleli Mahallesi, Kadırga Mahallesi, Cerrahpaşa’daki değişik mahalleler, bunlar hep ayrı tip insanlar yetiştirirler. Aksaray mahalleleri biraz dertlidir ama Karagümrük kavgacıdır, Laleli memur çocuklarının bulunduğu mahallelerdendir. Kumkapı ise çok daha başkadır, çünkü orada Rumlar, Ermeniler vardır, kiliseler vardır. Samatya mesela ayrı bir mahalledir. Mahallelerin ayrı bir yetiştiriciliği vardır. Ben Aksaray’da iyi bir mahallede, mahalle hayatından çok istifade ettiğimi düşünüyorum. Mahalle hayatı, mahalle şahsiyeti, mahalleye mensubiyet meseleleri devam ediyor mu bilmiyorum. Mahalleler, camisiyle, okuluyla, orada oturan insanlarla bilhassa temayüz eden mekanlardır, şahsiyetleri ve kimlikleri vardır. Mesela Horhor Caddesi meşhur bir caddedir, Sofular Caddesi adı üzerinde sofuların bol olduğu bir yer, orası da ayrı bir şahsiyettir. Yani mahalleler de bir şahsiyettir.”
SORU: “Sporla münasebetiniz nasıl başladı?”
SALİH TUĞ: “Lise 9. sınıfa geçtiğimde bu mahalle hayatından gelen hareketli yaşayış, lisede beni spor alanlarına sevk etti. Pertevniyal Lisesinde arkadaşlarla spor yapmaya karar verdik. Salonlarda hangi sporlar var, onlara bakmaya başladık. Duyduk ki Cağaloğlu’nda Eminönü Halkevi varmış, orada bütün spor dalları öğretilirmiş, top sporları, güreş, boks ve daha başkaları… Eskrim gibi sporlar yapılıyormuş salonda. Gittik baktık çok güzel bir salon, orada bir vesileyle aletli jimnastikte karar kıldık. Bu spor branşında 15 sene kesintisiz devam ettim. Bu sporun, hayatımda, yetişmemde, tıpkı anaokulunun oynadığı rol gibi disiplinli bir hayat sürmemde büyük rol oynadığını söyleyebilirim.
“Toshihiko İzutsu, benden Kur’an dinlemek istedi”
SORU: “Musiki ile aranız nasıldı?”
SALİH TUĞ: “Gökçe Hoca’dan Kur’an dersleri aldığımı söyledim. Kur’anı iyi okuduğumu tahmin ediyorum. Kanada’da, tahsil hayatımda, bir burstan istifadeyle McGill Üniversitesine gittiğimde, Toshihiko İzutsu adında bir araştırmacı profesör çıktı karşıma. Onun seminerlerine devam ettim. Seminerler, McGill Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsünde yapılırdı. O mekanda ayrıca cuma namazları da kılınırdı, derslerden ayrı olarak. Çünkü Müslüman ülkelerden gelmiş orada İslam araştırmaları üzerine çalışan talebeler var. Cuma günü namazdan önce sırayla Kur’an okunurdu. Sıra bana geldiğinde ben de okudum. Toshihiko İzutsu duymuş bunu, ‘Bana tekrar bunu okur musun’ diye çok ısrar etti. Onun dışında bazı yerlerde Kur’an okuduğumda okuyuşumu çok beğenirler.”
“Boş gezmemek için gittiğim hukuk fakültesini bir daha bırakamadım”
SORU: “Hukuk fakültesini tercih etmenizdeki sebep neydi?”
SALİH TUĞ: “Pertevniyal Lisesinde okurken merakım hep tıp üzerine gelişti. Ortaokuldan itibaren hep tabip olmak, hekimlik yapmak istiyordum. Yalnız o zaman üniversiteye, lise notlarına göre alıyorlardı. Bu yüzden tıp fakültesine giremedim fakat kuvvetli arzum devam ediyordu. Birtakım kimselere müracaat ederek, tıbbiyede okumak istediğimi söyledim. Bana yardımcı oldular ve tıp fakültesi dekanı beni ikinci dönem alacağına söz verdi. Ama işler planladığım gibi gitmedi. Şöyle düşündüm, ‘Üç ay ne yapacağım böyle, boş gezenin boş kalfası gibi dolaşacak mıyım? Hukuk fakültesine yazılayım.’ dedim. Kaydımı oraya yaptırdım ama hukukçu olmak için değil, boş gezmemek için. Giriş o giriş. Hukuk fakültesinden ve hocalarımdan etkilendiğim için orayı bir daha bırakmadım.
Hukuk fakültesindeki hayatımda, ikinci sınıftan itibaren, ‘bu sadece mezuniyetle olacak iş değil, doktora da yapmam lazım’ diye bir fikir hasıl oldu bende. Osmanlı devrinde idare hukukunun nasıl olduğunu tespit etmek için bir doktora tezi yapmak istiyordum. Sıddık Sami Onar, Allah rahmet eylesin, bana ‘İhtisas çalışması yapacaksan Arapça bilmen gerek.’ dedi. Ondan sonra Mahmut Bayram Hoca ile Arapça çalışmalara başladım.
Bu arada Fuat Sezgin Hoca’yla tanışmış oldum. O da şöyle oldu. Benim orta mektepten itibaren kütüphanelerde çalışma alışkanlığım vardı. Üniversitede de lisans derslerimi çalışmaya başladığımda Fuat Sezgin’i üniversite kütüphanesinde gördüm. Üstünde bir memur gömleği ile kütüphane memurluğu yapardı orada. O sırada doktora yapmak üzere edebiyat fakültesinde çalışıyormuş, ben bilmiyorum tabii, sadece onu bir memur gibi görüyordum. İşte oradan bir ilişkimiz oldu.
Hukuk fakültesi son sınıfta okurken edebiyat fakültesine Hindistan Haydarabad’dan bir hoca gelmiş. Arkadaşlarım o hocanın derslerine gidiyor, beni de teşvik ettiler, gittim. Orada baktım karşıma Fuat Sezgin çıktı. Arapçası kuvvetli olduğu için, ders veren Muhammed Hamidullah’ı talebelere tercüme ediyordu. Böylece Fuat Sezgin Hoca ile görüşmeye devam ettik.
Ona mezuniyetten sonra İslam hukuk tarihi üzerinde çalışmak istediğimi söyledim. Ama Türkiye’de böyle bir branş yok. ‘El-Ezher Üniversitesine gitmeye karar verdim.’ deyince Mısır’a gitmem için bana destek oldu ama o dönem siyasi birtakım sorunlardan ötürü sürüncemede kaldı. Bir gün evde otururken akşam üstü telefon çaldı. Arayan Fuat Sezgin, ‘Buyurun hocam’ dedim. ‘Salih, bir kadro temin ettik, Edebiyat Fakültesi İslam Araştırmaları Enstitüsüne, burada çalışır mısın?’ diye sordu. ‘Doktora için Mısır’a gitmeye çalışıyorum, İslam hukuk tarihi üzerine doktora yapacaksam gelirim.’ dedim. O da ‘Burada Hamidullah, Zeki Velidi Togan ve ben varım. Tarih bölümünün, filolojinin bu kadar hocası var. Tüm bunlarla beraber sen bunu yaparsın burada.’ dedi. Gittim konuştuk, beni Edebiyat Fakültesine doktora talebesi olarak kabul ettiler. Giriş o giriş, Mısır’a gitme projesi de öldü. Doktora yapma imkanım İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine geçmiş oldu. Fuat Sezgin’in, Hamidullah Hoca’nın derslerini tercüme etme görevini bana devrettiler, ben devam ettirdim. Hamidullah Hoca’yla da Arapçayı, çeviri üzerinden çalıştık. Ben tercüme yapardım, Hamidullah Hoca onları düzeltirdi. Keşke o düzeltmeleri saklayabilseydim, her hafta bir gün iki saat kadar çalışırdık kendisiyle.
Fuat Sezgin, maalesef 1960 senesinde bir gadre uğradı, onun neticesinde Almanya’da çalışmalarını ve mesleğini devam ettirmeye karar verdi. Orada ‘Geschichte des Arabischen Schrifttums’ (Arap-İslam Bilimleri Tarihi) adında 17 ciltlik eser ortaya çıktı.”
SORU: “Almanya’ya gitmeseydi belki o çalışmayı İstanbul’da tamamlayacaktı değil mi?”
“Evet o kesin. Fuat Sezgin Hoca İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Araştırmaları Enstitüsünde Müdür Yardımcısı sıfatıyla bu projeyi orada gerçekleştirmeyi istiyordu. Zaten kendisi vaktiyle bir kütüphane memuru olarak çalıştığı için orada ne gibi kıymetli eserler olduğunu biliyordu. Muhtemelen benim gibi başka asistanlar vardı. Fuat Sezgin onlarla 7 kişilik bir ekip kurmak istiyordu. Zaten Ankara’dan üniversitede çalışmak üzere kadrolar tahsis ettirmek yoluna girmişti. Böylece bu heyeti teşkil etmeye çalışıyordu. Ama bu 147’ler hadisesinde, o grubun içinde bulunması sebebiyle bu projesini maalesef Türkiye yerine Almanya’ya kaydırdı. Şayet Fuat Sezgin, 27 Mayıs askeri darbesi sonrası Almanya’ya gitmek zorunda kalmasaydı, Türkiye’de kalsaydı, onun direktörlüğündeki bu 17 ciltlik İlimler Tarihi kitabı Türkçe yayınlanacaktı.”
SORU: “Akademik hayatınızın yanında uzun yıllar yöneticilik görevlerinde de bulundunuz. Biraz anlatır mısınız?”
SALİH TUĞ: “1970 senesinde Yüksek İslam Enstitüsüne Milli Eğitim Bakanlığı tarafından davet edilmek suretiyle 1 yıl müddetle beni memur ettiler. Daha sonra 1982 yılında İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezindeyken Orhan Oğuz Hocanın daveti üzerine yeniden 1 sene için ama bu sefer dekan olarak ve vekaleten gideceğim diye kararlaştırdık. Fakat o bir sene, 12 sene uzadı, 1994’e kadar Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak çalıştım. Hocanın ricasını kıramadım doğrusu. Hakikaten Orhan Oğuz gerçek hocalardan bir hocadır. Pedagojisi çok kuvvetlidir. İnsani ilişkileri çok yamandır. O ustalık sebebiyle beni her sene ikna etmiştir.”
SORU: “Endülüs İslam medeniyetinden başlayarak, Zeytune, Karaviyyin, el-Ezher, Bağdat, Nizamülmülk, Osmanlı İstanbul Medreseleri gibi İslam medeniyetinin kurucu merkezleri var. Bu merkezlerin din anlayışındaki temel zemin ve ortak noktalar nelerdir?”
SALİH TUĞ: “Tarihi kayıtlardan istifade suretiyle başlangıca gidecek olursak, Peygamberimizin zamanında eğitim, öğretim meseleleri nasıl ele alındı? Mekke’den hicretten sonra oluşan toplum şartlarında Müslümanların ihtiyaçlarına cevap vermek ve bunun için gerekli vasıtalara müracaat etmek Peygamberimizin uhdesindeydi. Bu yüzden Mescid-i Nebevi’yi bir okul olarak kullandı. Mescid-i Nebevi’nin arka saflarında son cemaat yerlerindeki bu oluşuma suffa dediler, suffa alanı. Bu suffa alanında Müslümanlara İslam’ın ve Kur’an-ı Kerim’in esaslarının ezberletilmesi, yayılması ve Peygamberimizin getirdiği dinin neler olduğuna dair dersler verilirdi. Yetişmiş sahabeler, talebe-hoca ilişkisi içerisinde henüz yeni İslam’a giren kimselere bunu anlatırlardı.
Selçuklular, Orta Doğu’ya indiğinde ve devletlerini kurduğunda Nizamülmülk’ün idaresinde Nizamiye Medreseleri diye bir hareket başlatıldı. Camiden farklı olarak içerisinde sırf eğitimin yapıldığı binalar teşekkül edilmek üzere vakıflar ihdas edildi. Bu vakıflar vasıtasıyla, devlet emirlerinden ve güdümünden ayrı, vakıfların idaresinde medreseler ihdas edilmeye başlandı İslam coğrafyasında. Bağdat, Basra, Şam, Filistin, Anadolu’da ve nihayet oradan da Balkanlar’da medrese sistemi başladı. Bu sistem 19. ve 20. asra gelip dayandığında Türkiye’de de medreseler her şehirde yaygın vaziyette bulunuyordu. Horhor Caddesi’nde bile bir medrese olduğunu ben biliyorum. Tabii Fatih taraflarında büyük camilerin etrafında medreseler zaten vardı.”
“Türkiye’de 16 yıl dini eğitim yasaklandı”
“Nihayet bu dediğim olayların arkasından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve onun en önemli kanunlarından Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile 1924 yılında Türkiye hudutları dahilinde medrese olarak gösterilen bütün eğitim ve öğretim müesseseleri kapatıldı. Sonra 1933’de Darülfünun varken İstanbul Üniversitesinin kurulmasıyla ilgili bir üniversite reform kanunu çıkartıldı. Bu kanunun üniversite teşkilatı bölümünde bütün fakülteler sayılırken ilahiyat fakültesi kayıttan düşürülmüştü. İradi olarak, isteyerek, bilinerek ve şuurla bu ilahiyat fakültesi kaldırılmıştı. Böylece ilahiyat fakültesi 1933’deki üniversiteler kanunuyla ortadan kaldırılmış oldu. Oysa 1924’te kabul edilmiş olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu içerisinde, bu kanunun aleyhinde tadilat yapılamaz diye hüküm vardı. Kanunun bu hükmünün işlemesi ancak 1949 senesinde Ankara Üniversitesinde bir ilahiyat fakültesi açılmasıyla ortaya çıkartıldı.
Din eğitimi müesseselerinin, Cumhuriyet devrindeki gelişmesi bu şekildedir. 1933’teki Üniversite Reformu Kanunuyla Türkiye’de organik bir biçimde din eğitimi ve öğretimi yapmak bir nevi yasaklandı ve tamamen kapatıldı. Zaten medreseler 1924’te kapatılmıştı. İmam hatip mektepleri ve Yüksek İslam Enstitüleri de 1949 senesine kadar kapatılmış oldu ya da üniversite programından çıkartılmış oldu diyebiliriz.”
“Kendi fıkhi görüşlerimle gelecek nesilleri bağlamak istemiyorum”
SORU: “İslam dünyasında özellikle Osmanlı’nın çöküş döneminde ortaya çıkan bazı zararlı akımlar, diğer İslam ülkelerinde hızla yayılmışken, Türkiye’de kitleselleşemedi. Diğer Müslüman ülkelerin çoğunda yaygınlaşan bu akımların Türkiye’de o çapta yaygınlaşamamasını neye bağlıyorsunuz?”
SALİH TUĞ: “Tabii bu büyük bir tecrübe olan Osmanlı kültürünün özellikle eğitim ve öğretim hayatının getirdiği bir neticedir. Medreselerin kurulmasından evvel İslam dininin esaslarının yavaş yavaş insanlar tarafından anlaşılmaya başlaması sebebiyle ayetler üzerine farklı yorumlar da getiriliyordu. Bu farklılıklar, sahabenin anlayışlarına göre değişiyordu. Farklı düşünceler toplumda hayatiyet görebiliyordu. İmam Malik’in görüşünü ifade ettiği bir misal vermek istiyorum. Emevi Halifesi farklı fetvalardan doğan anarşiyi engellemek için bir gün İmam Malik’e müracaat ediyor. İmam Malik’e, ‘Senin Muvatta adlı fıkıh kitabını esas almak istiyoruz.’ diyor. Bakın İmam Malik’in cevabı çok kıymetli, ‘Ben Muvatta adlı kitabımda savunduğum fikirlerle gelecek nesilleri ve insanları bağlamak istemiyorum. Herkes düşüncesinde serbesttir.’ diyor.
Bir de bunun karşısında bildiğimiz gibi birtakım grupların zor ve şiddet kullanarak fikirlerini ve mezhebi kanaatlerini veyahut fıkhi fetvalarını bütün insanlara teşmil etmek üzere hareket etmesi, İslam’ın bu başlangıçta saydığım hoşgörü anlayışına aykırı şeylerdir. Bir Müslüman adayını ele alırsak, çocukluğunda mesuliyeti yoktur. Ama buluğ çağından sonra mesuliyetler başlar. O kimsenin artık yaptığı, söylediği, düşündüğü şeylerde kendini kontrol altında tutması lazımdır. Şimdi bu şiddet hareketlerinin önlenmesi ve insanların bu hoşgörüyü anlayabilmesi için bir yetişmişliğe sahip olması lazım. Bu yetişmişliğe uğramayan kimse, bu gelişmişlik içerisinde değilse tabii şiddete başvurabilir. Belli eğitim süzgecinden geçirmek suretiyle onların olgun bir fikre sahip olması için yardımlar yapılması lazım. Bu, insanlık vasfının yükseltilmesi, yüceltilmesiyle ilgili bir meseledir.”
“FETÖ Haşhaşiler gibidir”
SORU: “15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemize ve milletimize yönelik hain niyetleri tamamıyla ortaya çıkan FETÖ’ye bakışınız nedir? Bu örgütün toplumumuza ve inanç dünyamıza verdiği zararlar nelerdir?”
SALİH TUĞ: “Türkiye’mizde toplum çeşitli cemaatlerle de teşekkül edebiliyor. Bunlar itimat edilen bir muallimin etrafında toplaşmak suretiyle de ortaya çıkabiliyor. Bir şarlatanın etrafında farkına vararak veya varmayarak toplaşmak suretiyle de teşekkül edebiliyor. Yani hayra dönük cemaatler de olabiliyor, şerre dönük cemaatler de olabiliyor. Fetullah Gülen de kendi topluluğunu böyle oluşturdu. Sonradan bu toplanmalar bir kuvvet haline gelince birtakım başka maksatlara da yönelindiğini okuyoruz, dinliyoruz. Ama aynı zamanda olaylardan da anlıyoruz. O şer tarafına nasıl yöneldi bu cemaat? Ben FETÖ’yü Haşhaşilere benzetiyorum. Bunlar gibi pek çok irili ufaklı hareketler hep vardır. Ama bu hareket kendisini küresel hale getirmek için bütün tedbirleri alacak birtakım vasıtalara müracaat edebilmiştir. Bir siyasi otoriteye itaatle yapıyor bu hareketi. Amerika’daki bir teşkilatla iş birliği yapmak suretiyle İslam dünyasında birtakım siyasi operasyonlara giriştiler. Böyle bir görev verilmiş bunlara adeta.”
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *