Kara: “Poblemin sunuluş biçimi kadar, hâdisenin ciddî ve yaygın olduğunu düşünmüyorum”

Kara: “Poblemin sunuluş biçimi kadar, hâdisenin ciddî ve yaygın olduğunu düşünmüyorum”

Kara, “Aslında şimdi biraz medyatik olduğu için, dindar aile çocuklarının ‘deizm’e kayışları konuşuluyor. Fakat esas konuşulması gereken şey, bu aileler dâhil olmak üzere, daha fazla modern eğitim süreçlerine katılan insanların ve gençlerin, yeni bir dinî yorum arayışlarıyla alâkalıdır.”

Medyascope TV’ye konuk olan Prof. Dr. İsmail Kara, Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı. Çakır, Diyanet İşlerini konu alan sorular yanında, dindarların sistemin merkezine taşınma durumunu da Kara’ya soru olarak yöneltti. İsmail Kara, “Merkeze gelme işini çok abartmamak lâzım. Merkeze gelenler ve merkezin nimetlerinden istifâde edenler, dolayısıyla kolejlerde yurtdışında okuyanların sayısı konuştuğumuz problem açısından çok sınırlıdır. Dindar insanların büyük kalabalığı ve bu büyük kalabalığın çocuklarının merkeze taşındığından bahsetmek için zamana ihtiyaç var.” dedi.

İslami Analiz tarafından yayına hazırlanan işte o söyleşi:

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bugün konuğum İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. İsmail Kara. Kaç yıl oldu hatırlamıyorum, ama kendisini daha önce stüdyomuzda (20 Haziran 2016) ağırlamıştık. Bu karantina döneminde, Türkiye’de İslâm ve İslâmcılığı konuşacağız bugün. İsmail Bey, merhaba.

İsmail Kara: Merhaba.

Birbirimize “Bey” diye hitap ettiğimiz için öyle söyledim. Ama “Sen”li konuşacağız.

Eyvallah.

Günün mânâ ve önemine istinâden; Türkiye’de koronavirüs önlemleri kapsamında camilerde toplu halde cuma namazı kılınması yasaklandı — ya da ara verildi diyelim.  Bu herhalde yıllardır olmayan bir şey. Daha önce tarihte böyle bir örneği var mıdır? Sen daha iyi bilirsin, ama Cumhuriyet tarihinde daha önce böyle bir şey yaşanmadı diye biliyorum. Burada işin bir de İslâm hukuku boyutu var, ama buna girmeyelim. Şu anda camiler boş. Önümüz Ramazan. Ramazan’da terâvih namazı cemaatle mi kılınacak, nasıl olacak? Dindarların ruh hâli konusunda ne düşünüyorsun?

Bu konunun benim için de bir problem alanı olduğunu söyleyebilirim. Bu sadece Cumhuriyet döneminde değil, Türkiye’de ve İslâm dünyasında İslâm tarihinde ilk defa olan bir şey. Savaş vs. dolayısıyla birtakım şeylerin olduğunu biliyoruz; ama câmilerin cemaat namazına, cuma namazına kapanması, Kâbe’nin tavâfa kapanması İslâm tarihinde ilk defa olan şeyler. Kâbe’de de, bazen su baskını veya harp dolayısıyla, en son 1979 yılındaki Kâbe baskını dolayısıyla bu tip ârızî şeyler oldu. Fakat benim bilebildiğim kadarıyla, bugün yaşadığımıza benzer bir hâdise İslâm tarihinde de yoktur. Hele câmilerin cuma namazına kapanmış olması… Dolayısıyla şimdi Müslüman ülkelerdeki insanlar, hocalardan, Diyanet’ten, “dır”la biten bir cümle, bir fetvâ bekliyorlar. Bu hazırlıklı olunan bir şey değil, yeni ortaya çıkan bir hâdise ve bunu konuşacağız. Tabii fıkhen de konuşulacak bu. Ayrıca, cuma namazının siyâsî düşünce tarihi açısından da bir boyutu var; bu açıdan da konuşulacak. Fakat hâdisenin yeni bir hâdise olduğunun altını çizelim.

Mâlûm, bu süreçte, Umreciler meselesi de girdi işin içerisine. Virüsün yayılmasında Umrecilerin bir rolü olup olmadığı da tartışıldı. Tabii bu negatif bir bakış açısına da yol açıyor. Hatta “Salgın olayı başladığında, Çin’den ilk haberler geldiği zaman, Umre iptal edilebilirdi” diyenler de var. Sonra, bir kısmının zorunlu karantinaya alınıp, önemli bir kısmının karantinaya alınmaması boyutu da var. İslâm açısından bakıldığında, Türkiye’deki koronavirüs salgını hep negatif bakış açısıyla yürüyor. Sen de mutlaka Umre’ye gidip dönen tanıdıklardan, çevrenden duymuşsundur; birtakım acı öyküler de var bunların içinde.

Önce şunu söylememiz lâzım: Sen ne kadar hatırlarsın bilmiyorum, sen 80’den sonra başladın bu işlere, ama bu Umre meselesi Türkiye’de 80 öncesinin Hac meselesi gibi…

Ama aileden biliyorum 80 öncesini de.

80 öncesinin Hac meselesi gibi, biraz uyarılmış ve kaba bir şekilde tartışıldı basın yayın organları tarafından. AK Parti muhalefeti yapmak için kötü bir şekilde gündeme geldi. Bunun altını çizelim. Çünkü siz de biliyorsunuz, aslında Avrupa’dan gelen insanların sayısıyla mukayese edilirse, Umre’den gelenlerin sayısı çok çok sınırlı. Ayrıca bu problem yaşandığı sırada, Suudi Arabistan’da koronavirüs kesinlikle Avrupa’daki gibi yaygın değildi. Avrupa’da daha çok yaygındı. Bu rakam ne kadar doğru bilmiyorum, ama söylediklerine göre bu süreçte Avrupa’dan 200 binin üzerinde insan geldi. Umre’den gelenlerin sayısı 20 bine varmıyor. Ama Avrupa’dan gelenler değil, Umre’den gelenler konuşuluyor. Elbette konuşulacak, ben konuşulmasına karşı değilim. Bir problem olarak konuşulması lâzım. Ama burada Umre üzerinden bir din karşıtlığı algısı tekrar canlandı. Bu çok tatsız bir şey, bunun yapılmaması gerekirdi.

Seninle daha önceki yayınımızda da konuşmuştuk; gerek Umre, gerek câmiler meselesi olsun, sadece bugünle alâkalı değil, genel olarak AK Parti iktidarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın performansını nasıl buluyorsun? Gerçi şimdi Diyanet İşleri Başkanı da değişti. Daha önceki Diyanet İşleri başkanları ve aktiviteleriyle kıyaslandığında, AK Parti iktidarındaki Diyanet farklı mı? Tabii bunun içinde bir soru daha var: AK Parti iktidarı süresince üç farklı Diyanet İşleri başkanı var. Bu başkanlar arasında bir fark görüyor musun?

Mehmet Nuri Yılmaz bir önceki dönemden devrolmuş Diyanet İşleri Başkanı idi. AK Parti döneminde üç başkan atandı. Mehmet Nuri Yılmaz’ı da sayarsak dört başkan.

Ama o bir önceki dönemden geldiği için saymayalım.

Onu saymazsak, AK Parti’nin atadığı üç başkan var. Diyanet, Türkiye Cumhuriyeti ideolojisinin yaslandığı ana büyük kurumlardan biridir. Sen çok iyi bilirsin; ben esas itibariyle Diyanet tenkitçisi sayılırım. Bu kriz döneminde bir şeyin altını çizmek lâzım: Diyanet İşleri Başkanlığı bütün tarihi boyunca birçok sıkıştırılmış yolun arasında yürümek zorundadır. Bunlardan biri siyâsî merkezdir. Siyâsî merkezin Diyanet’ten talepleri, hatta zorlamaları vardır. Ayrıca bürokratik bir kurumdur; devletin işleyiş çarkına uymak zorundadır. Fikriyatı itibariyle Cumhuriyet ideolojisine uymak zorundadır. Aynı zamanda, hitap ettiği kitle dinî düşünceleri itibarıyla çok farklı bir karakter gösterir: Muhatapları arasında çok sofu dindarlar vardır; daha modern karakterli dindarlar vardır; Atatürkçü, Kemalist dindarlar vardır.  Veya dinle mesâfeli, dine karşı, fakat bu karşıtlık problemini Diyanet üzerinden konuşmak isteyen aydınlar, basın vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu farklı beklenti ve taleplerin arasında yürüyen ve bağımsızlığı olmayan bir kurumdur. Diyanet’in en önemli problem alanı burasıdır. Dolayısıyla yapacağı açıklamanın her kesime hitap etmesi, hiçbirini rahatsız etmemesi lâzım. Tahmin edersiniz ki bunu sağlaması mümkün değil. Diyanet’in, bugün de olduğu gibi ikide bir tartışma alanına girmesi yapısal bir şey. Diyanet bundan kurtulamaz. Bunu görmek lâzım. Aslında zor bir noktada olduğunu da baştan saymak gerekir.

Bu söylediğin yapısal nedenden dolayı, başkan kim olursa olsun, Diyanet İşleri zaten sınırlı. Ama yine de Diyanet İşleri başkanları bir fark katamazlar mı? Son üç başkana baktığımızda, bir fark katıp katmadıkları konusunda ne söylersin?

Elbette, kurumun başında olan kişi, bizim sorumlu olarak değerlendireceğimiz ilk kişidir. Şartlar ne olursa olsun, o koltuğa oturan kişi, o şartları yönetmekle mükelleftir. Genel bir değerlendirme olarak şunu söyleyebiliriz: 15 Temmuz darbe girişimine kadar, AK Parti döneminde atanan iki başkan, Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez hocaların kurum içinde büyük bir başarı sağladıklarını düşünmüyorum. Türkiye’de Diyanet problemini daha üst seviyeye çıkardıklarını da düşünmüyorum. Bunu yazdım ve söyledim de. Fakat başardıkları bir şey vardı: Diyanet’in basında kaba bir şekilde tartışılmasının önüne geçmişlerdi. Bence bu, meselelerin ve tenkitlerin konuşulması açısından iyi bir zemindi. Çünkü kaba tartışma arasında vasıflı bir şey konuşamıyorsunuz. Kurum içerisindeki başarılarının büyük olduğunu düşünmemekle birlikte, bunu Türkiye şartlarında iyi bir adım olarak değerlendiriyordum. Fakat 15 Temmuz, hatta daha öncesinde, 2013 veya 2014’te Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e alınan Mercedes makam aracı kriziyle başladı bu. Mercedes kriziyle Diyanet ve Diyanet İşleri Başkanı, tekrar 80 öncesinin kaba tartışmalarına dönüştü. Dolayısıyla, Diyanet’le ilgili mutlaka konuşmamız gereken konuları vasıflı bir şekilde konuşamaz hâle geldik. Bir şey daha ekleyelim: Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez hocalar zamanında, daha önceden başlayan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yurtdışı hizmetleri ve uzantılarında da kaydadeğer bir gelişme oldu. Bu çok enteresan bir hikâyedir. Diyanet İşleri Başkanlığı, şu anda muhtemelen Dışişleri Bakanlığı’ndan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yurtdışına uzanan en önemli kurumu haline geldi. Bu, 70’lerin ikinci yarısında başlıyor aslında; ama bu iki başkanın bu konuda ciddi gayretleri olduğunu düşünüyorum.

Bir de Gülen Cemaati’yle yolların ayrılmasıyla beraber, yurtdışında onları dengelemek anlamında, özellikle 15 Temmuz sonrasında devlet, Maarif Vakfı ve Diyanet İşleri’nin yurtdışı faaliyetlerine daha fazla önem verdi diye biliyor ve görüyorum. 

Bu, 15 Temmuz’la alâkalı değil.

Biliyorum, ama söylemek istediğim şu: Fethullahçılık’la küresel anlamda bir mücadele başlatıldığı zaman, bu var olan yapılar çok daha fazla önem arz etmeye başladı devlet açısından. Yurtdışındaki Diyanet’in varlığı ve Maarif Vakfı ile de okullar üzerinden birtakım faaliyetler yapmaya çalıştılar. 

Bundan çok emin değilim. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yurtdışı faaliyetlerinde Fethullah Gülen grubuna karşı fonksiyonlarının ne kadar arttığını tam olarak bilmiyorum, ama muhtemeldir. Fakat esas süreç, bununla alâkalı değil. Bunun üzerinde de çokça konuşmak lâzım. Yani, devleti temsil eden ana kurumlardan biri, özellikle 12 Eylül darbesinden sonra gittikçe yükseldi ve halen yükseliyor — Rabıta hâdisesini hatırlayınız. Ama Diyanet’in içeride ve aynı zamanda kendi yapısında çok ciddi problemleri var; bilgi, meslekî yetenek, yorum kapasitesi, Türkiye’deki bütün insanlara hitap etmek, kucaklamak gibi çok önemli problemler. Bunlar konuşulamıyor.

Diyanet’ten dine gelelim. Çok konuşulan, Diyanet’in kendisinin de konuştuğunu bildiğimiz, gençlerde “deizm”, hatta “ateizm”e yönelik ilginin arttığı, özellikle de muhafazakâr ailelerin çocuklarında bunun gözlendiği gündeme gelmişti. Hatta devletin inisiyatifiyle birtakım atölyeler de düzenlenmişti. Bu konu, Diyanet’in açıklamalarında, kimi zaman üstü kapalı, kimi zaman daha açık dile getirildi. Ama çok da fazla yüksek sesle konuşulması istenmiyor gibi görünüyor. Ben bu konuda epeyce yayın yaptım. Sosyal medya üzerinden bu yayına gelen tepkilerden de anlıyorum ki burada bir şey var. Tabii bunu saptayabilmek için geniş kapsamlı anketler, saha çalışmaları yapmak gerekir. İslâmî iddialı bir iktidarda, gençlerin İslâmiyet’e olan ilgisinin aşınması ihtimali konusunda ne dersin? Bu iddialar spekülasyon mu? Senin kişisel gözlem ve duyumların nedir?

Bu problemin sunuluş biçimi kadar, hâdisenin ciddî ve yaygın olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bence, olanla görülen arasında çok büyük mesafe var. Ben gösterilen tablonun böyle olduğunu düşünmüyorum. Kendi müşâhedelerim de böyle değil. Fakat her ne kadar bilimsel çalışmalar yoksa da, böyle bir hâdisenin olduğunu varsayabiliriz. Bunun birçok sebebi var. Birinci sebebi, dindar ailelerdeki tahsil düzeyinin yükselmesi ve çeşitlenmesi. Çeşitlenmesi de çok önemli. Osmanlılar’da da bu natüralist, pozitivist akımların ortaya çıkmasıyla mektepleşme süreci arasında birebir ilişki vardır. İlk pozitivist ve natüralistler askerî mekteplerden çıkmadır. Yani burada asker önemli değil, “İlk mekteplerden çıkmadır” diyelim. Çünkü ilk kurulan mektepler askerî mekteplerdir. Taşradan gelen dindar ailelerin çocuklarının modern eğitim süreçlerine daha çok katılmasının, burada değiştirici ve dönüştürücü rolünün olduğunu hesaba katmamız lâzım. Daha önce var olan fakat bilmediğimiz ikinci önemli sebep, dindar ailelerde bu tür problemlerin konuşuluyor olmasıdır. Dindar ailelerde, çocukta veya ailenin orta yaşlı bir ferdinde bu tür problemler olsa bile, bunların konuşulmasının ortamı, meşruiyeti yoktu. Ama şimdi bunlar konuşuluyor. Ben İmam-Hatip Okulu mezunuyum, 73 yılında mezun oldum. Şimdi, İmam Hatip Okulu’nda bir talebe, kendisinin bu tür endişe ve problemlerinin olduğunu, meslek dersi hocasına söylüyor. O zaman söyleyemezdi; bunu konuşmak meşru değildi. Şimdiyse bu normalleşti. Dolayısıyla bence 1970’li yıllardan başlayan bu tereddütler, şimdi yeni şartlarda, muhtemelen sosyal medyanın devreye girmesiyle daha rahat konuşulur hâle geldi.

Evet, ben de bu konuya değinecektim. En çok vurgulanan hususlardan biri, yeni teknolojiler, iletişim teknolojileri, sosyal medya, birtakım gruplarla kolayca ilişki kurabilme, birçok kaynağa ulaşabilme…

Tabii. Dolayısıyla daha rahat söyleniyor ve konuşuluyor. Ana-babasıyla da konuşabiliyor, hocasıyla da konuşabiliyor. Meslek dersleri hocasıyla, din eğitimi veren hocasıyla ya da câmi hocasıyla da konuşabiliyor.

Öteden beri tartıştığımız, dindarların sistemin merkezine gelip gelmemesi hususunda, eski kodlar, genellikle sistem tarafından dışlanmış, çeperin dışına itilmiş dindar aileler vardı. Belki az sayıda insan merkeze girebiliyordu, ama onlar da belli oluyordu zaten. AK Parti iktidarıyla beraber, bu merkeze taşınma büyük ölçüde tamamlandı bana göre. Ama bu, özellikle gençler için, merkezin dışında olmanın verdiği bir câzibe, bir muhalif olma, kimlikle ilgili bir perspektif yarattı. Ama şimdi aileler, ebeveynler daha merkeze yerleştikleri için daha konformist, imkânları daha gelişmiş, gençlerin arayışlarını çok da fazla karşılayamayan…. Çocuklarsa, müesses nizâmın bir parçası olan ailelerin çocukları oldu artık. Sanki bunun da bir fonksiyonu olmuştur diye düşünüyorum. Ne dersin?

Bunun fonksiyonu olmuştur, fakat bu merkeze gelme işini çok abartmamak lâzım. Merkeze gelenler ve merkezin nimetlerinden istifâde edenler, dolayısıyla kolejlerde yurtdışında okuyanların sayısı konuştuğumuz problem açısından çok sınırlıdır. Dindar insanların büyük kalabalığı ve bu büyük kalabalığın çocuklarının merkeze taşındığından bahsetmek için zamana ihtiyaç var. Konuştuğumuz problem, benim düşündüğümün aksine gerçekten bu kadar yaygınsa –ben böyle olduğunu düşünmüyorum kesinlikle–, bu, merkeze taşınmak üzerinden açıklanamayacak kadar büyük bir hâdisedir. Benim aslında “Burada tekrar üzerinde durulması gerekir” diye düşündüğüm şey, Türkiye’de ve İslâm dünyasında, modernizmle dindarlığın iç içe devam etmesi hâdisesi ile alâkalı bir şey. Bu, bugün de devam ediyor. Aslında şimdi biraz medyatik olduğu için, dindar aile çocuklarının “deizm”e kayışları konuşuluyor. Fakat esas konuşulması gereken şey, bu aileler dâhil olmak üzere, daha fazla modern eğitim süreçlerine katılan insanların ve gençlerin, yeni bir dinî yorum arayışlarıyla alâkalıdır. Yani bunlar, bilerek bilmeyerek, kendilerine göre bir dinî sorgulama yapıyorlar. Muhtemelen bu sorgulamaya “deizm” diyorlar. Halbuki bu bir sorgulama, dinden uzaklaşma değil. Muhtemelen bunlar bütün modernleşme tarihinde yaşadığımız gibi, dindarlaşma ile modernleşmenin belki biçimsizliğini kuvvetlendirecek. Fakat yeni bir dinî yorum kuvvetlenecek. Bu yeni din arayışı var zaten.

Peki, burada İslâmcılığı ne yapıyoruz? İsmail Kara ile konuşup İslamcılık konuşmadan olmaz. Meselâ hâlâ başıma geliyor; insanlar sosyal medyada hemen tepki veriyor. “İslâmcı” kelimesini kullandığım zaman, özellikle dindar olduklarını varsaydığım birtakım takipçiler ya da izleyicilerden, “Nedir bu böyle? İslamcılık mı satıyor?” diye tepki geliyor. İslâmcılığı, dışarıdan birilerinin İslam’ı parçalamak için uydurduğu bir şeymiş gibi algılayanlar var. Ama şunu söylemek lâzım. Seninle tanışmamız neredeyse benim gazetecilik kariyerimle aynı. Ben tanık olduğum 35 yılda çok ilginç bir grafik görüyorum İslâmcılık anlamında. Seninle, “Kim İslâmcı, kim değil?” konusunda ayrıştığımız çok olmuştur. Ama tabloya genel olarak baktığımız zaman, Türkiye’de, İslâmcılık anlamında, senin “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” kitabının girişinde yaptığın tanıma uygun hareket eden bir odak, çevre, bir yayın, parti veya insan görmüyorum. İnsan derken tek tek birey de olabilir, ama güçlü insandan söz ediyorum. Bu ihtiyaç mı kalmadı? Başka bir şey mi oluyor? Yoksa ben yanılıyor muyum?

İslâmcılık, bütün tarihinde olduğu gibi, değişiyor ve farklılaşıyor. Bu yeni bir şey değil. İslâmcılığı bir buçuk iki asırlık bir tarih olarak görürsek, bugün gördüğümüz iniş-çıkışları –ki bu iniş-çıkışlar bazen yüksek derecelere işaret eder– rahatlıkla görebiliriz. Birincisi, buna dikkat etmek lâzım. İkincisi, İslâmcılığı sadece siyâset merkezli olarak düşünmek ve yorumlamak da çok sınırlı. Hatta bence, bizi problemi anlamaktan uzaklaştıran bir yaklaşımdır. İslâmcılığın kendi içerisinde bir sürü problem var. Onları bir tarafa bırakalım; genel konuları konuşuyoruz. Şunu düşünmemiz lâzım: Türkiye’de ve dünyada, esas sorun, İslâm’ın, Müslümanlığın aynı zamanda bir siyâsî, toplumsal, kültürel ve dinî bir talep olduğu fikri ortadan kalkmadığı müddetçe –ki bu ortadan kalkmaz– İslâmcılık bir şekilde varlığını sürdürecek. Ayrıca şuna ısrarla işaret ediyorum: İslâmcılığı ortaya çıkaran hiçbir sebep ve konu çözülmüş, iyileştirilmiş değil. Hatta bunlar artarak devam ediyor.

Kimilerinin, doğrudan olmasa bile îmâ ettiği, “AK Parti iktidarında artık İslâmcılığa gerek kalmadı” değerlendirmesine katılmıyorsun diyebiliriz, doğru mu anlıyorum? 

Kesinlikle. Buna ancak dar siyâset çevresinde bir anlam yükleyebiliriz. Elbette bu anlamı yüklememiz lâzım ve bunu konuşmamız lâzım. Yani sistemin içine dâhil olan İslâmcılık, fikirlerinden, iddialarından uzaklaşıyor mu, uzaklaşmıyor mu?  Bunu sadece Türkiye üzerinden de konuşamayız. Aslında bu Türkiye’de olan şey, benzer şekilde Soğuk Savaş sonrası dönemde, diğer ülkelerde de oldu. Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir hâdise değil. Bunu elbette değerlendirmemiz lâzım. Aktif siyâset açısından, İslâmcılar merkeze intikal ettikleri zaman –ben buna daha genel bir adlandırma olarak, “uyum sürecine dâhil oldukları zaman” diyorum– elbette fikirleri ile uygulamaları arasında boşluklar ve biçimsizlikler olacak. Bunu konuşmak lâzım. 40 yıldır benim ısrarla söylediğim şey, İslâmcılık siyâsî alana indirgenemez, büyük bir hâdisedir. İslâmcılık fikriyatında benim katılmadığım çok büyük problem alanları var, bu ayrı bir şey. Fakat bir tahlil ve analiz için, İslâmiyet’in kendi tabiatı îcâbı, mutlaka siyâsî, sosyal, kültürel ve dinî taleplerinin canlılığına bakmamız lâzım. Bu canlılığı ihmal edersek, bence yorumlarımızda sınırlı kalmaya mahkûm oluruz.

Son olarak, şöyle yeni bir olgu var — aslında eskiden başka şekilde tezâhür ediyordu, ama şimdi bu yeni teknolojilerle beraber, yeni bir olgu olarak tanımlamak gerekebilir: Sosyal medya üzerinden ortaya çıkan, kimileri çok popüler olan, fenomen olan, din üzerinden, İslâmiyet üzerinden ve İslâmiyet adına konuşan birtakım kişiler var. Kimileri eskiden az buçuk bildiğimiz kişiler. Ama kimileri de yeni. Belki de bu sosyal medyanın imkânlarını becerikli bir şekilde kullanabildikleri için… Bunları popüler kültürün bir parçası olarak görüp, çok da önemsemeden mi davranmak lâzım? Yoksa bunu da bir İslâmcılık düşüncesi bağlamında ciddiye alıp, üzerine kafa yormak gerekir mi?

Biraz önce konuştuğumuz iki başlığın doğrudan doğruya uzantısı olan bir hâdise. Bir tarafta deizmin yükselişi konuşulurken, diğer tarafta ise “geleneksel formları” görünür bir şekilde olan bir dinî düşünce ve hayat arayışı nasıl oluyor da aynı zamanda kuvvetleniyor? Eskiden “Bu tarikat ve cemaat çevreleri umûmiyetle mektep görmemiş adamlardır, taşradır” diyorduk. Bunlar çok yanlış tahlillerdir. Zaten bunların hepsi eski kodları sürdürüyorlar. Ama 12 Eylül’den sonra hepsi şehirli oldu, şehrin merkezine geldiler; en lüks arabalara biniyorlar. Televizyonları var, gazeteleri, yayınevleri var. Büyük inşaat şirketleri var. Reel, maddî hayatla iç içeler. Aynı zamanda büyük ticârî fonksiyonlar yürütüyorlar. Peki nasıl oluyor da bu insanlar geleneksel formları hem kılık kıyafet olarak, hem fikir olarak sürdürüyorlar? Bunun üzerinde konuşmak gerekmez mi?

Daha başka bir şey söyleyeyim size; çünkü bu gözden kaçırılıyor: 28 Şubat’tan itibaren, Türkiye’de yükselişte olan bir “Kemalist dindarlık” var. Bu şekilde adlandırmak doğru olur mu bilmiyorum; ama sanıyorum dinleyiciler merâmımızı anlarlar. Bir askerî darbeden sonra yükseliyor, ne demekse o askerî müdâhale? Siz de yakından takip ediyorsunuz, açıktan Umre’ye ve Hacc’a giden bu çevrelerden insanların sayısı artıyor. Bu konu Türkiye’de hiç konuşulmuyor. Aslında bu sosyal bir hâdise. İnsanlar o dindarlıktan memnun mu, değil mi, bunu konuşuyorlar. Bence bu teferruat. Halbuki, burada çok çeşitlenen bir “dindarlıklar manzûmesi” var. Bir taraftan, “Türkiye modernleşiyor” diyelim; AK Parti, Avrupa Birliği süreçlerinin, dünyaya entegrasyonun –iktisâdî olarak da– bayraktarlığını yaptı. Süreçlere bakıyorsunuz; Kemalist dindarlık dâhil bu süreçlerin hiçbiri AK Parti ile başlamış değil. Ve Kemalist dindarlık eskiden de vardı. Bunu seninle konuşmuşuzdur. Fakat Kemalist dindarlık kendisini kesinlikle dışarı vurmazdı. Şimdiyse dışarı vurulan bir şey.

Son dedim, ama bir son sorum daha olacak. Sen sözünü bitir.

Tamamlayayım. Türk olmak ve bu topraklarda kalmak, İslâmiyet’ten uzaklaşarak olmuyor. Bu, İslâmcılığın devam edeceğinin de işareti. Ama bambaşka şekillerde devam edecek. Küçük bir hâtıramı anlatmama müsâade edin. Sanırım AK Parti iktidarından önceydi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir grup hoca, beni din eğitimi konusunda konuşmak üzere davet etmişlerdi. Bir kısmının ismini sen de bilirsin, ama şimdi isimlerini vermeyelim. Atatürkçü insanlardı. Beni Cumhuriyet gazetesinden biri onlara tavsiye etmişti. Gittim. Benden daha dindar çıktılar. Yani bana dini öğretmeye teşebbüs ettiler. Ben de esprili bir şekilde onlara takıldım. Böyle şeyler var.

Fethullahçılık Türkiye’de büyük bir parantezdi, ama şimdi kapanmış gibi duruyor. Ama hâlâ herkesin kafasında bir yerde, “Başka bir zaman ya da koşullar değiştiğinde tekrar Türkiye’de güç bulur mu, etkisi olur mu?” sorusu var. Ya da bu “Post-Fethullahçılık” da olabilir. Fethullah Gülen şebekesinin varlığının da ötesinde, İslâmî gelenekle birebir örtüşmeyen bir perspektif var. Ama esas sorum, Türkiye’de şu ya da bu şekilde siyâsî atmosferin değişmesi halinde, Fethullahçılığın tekrar neşet etme ihtimâlini görüyor musun?

Ben “Fethullahçılık” tâbirini sevmem, ama sen kullandığın için ben de kullanayım. Fethullahçılığın Türkiye’de yeniden canlanma ihtimâli yok. Fakat Fethullahçılık, bugün sadece dışarı atılan kısımla sınırlı olan bir şey değil. 2014, 2015, 2016’dan sonra “İtirafçı” olarak gördüğümüz, yani Fethullah Hoca aleyhtarlığı yapan, Fethullahçılığa karşı çıkan insanların üzerinden ne yapılacağına dikkat kesilmemiz lâzım. Yoksa Fethullahçılık bitmiştir. Ama buna benzer başka yapılar olabilir. Dikkat edilmesi gereken, öbürü, içeride bırakılan kısım önemli.

“İçeride bırakılan” dediğin kısmı bir açar mısın? Bazıları bunu, “Henüz yakalanmayan” olarak algılayabilir.

Hayır, onu kastetmiyorum. Bilindiği halde içeride olanlar var. Yeni bir dönemde bunlar ne yapacak göreceğiz. Ama Fethullah Gülen ve cemaatinin Türkiye’de hiçbir şansı yok artık.

İsmail Kara, burada noktayı koyalım. İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. İsmail Kara ile artık gelenekselleştirdiğimiz, bugünün Türkiye’sinde İslâm ve İslâmcılığın durumu üzerine en son –İngilizce tâbirle “update” edilmiş– söyleşimizi yaptık. İsmail Kara’ya çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *