ABD, Rusya ve Çin gibi süper güçlerin yanında Japonya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi yükselen güçler ve mevcut imtiyazlarını kaybetmek istemeyen Avrupalı eski sömürgeciler arasında sıkı bir mücadele tüm kıtada sürüyor.
Afrika’da küresel rekabet kızışıyor
Prof.Dr. Sadık Ünay / AA
Tarih boyunca birçok defa olduğu gibi, küresel sistemin başat güçleri yine Afrika kıtasının sunduğu zengin doğal kaynaklar, pazar potansiyeli ve nüfuz imkânları için büyük bir mücadelenin içindeler.
Kraliçe Viktorya’nın Büyük Britanya İmparatorluğu ile Avrupa’nın diğer sömürgeci güçleri arasında yaşanan ilk “Afrika kapışması”, sanayi devriminin ardından yeni hammadde ve pazarlar ele geçirmek için girilen emperyal mücadelenin en önemli sahnelerinden biri olmuş ve 1881-1914 yılları arasında devam ettikten sonra Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen önemli faktörlerden biri olarak tarihe geçmişti. Aslında Afrika’nın çeşitli bölgelerinin resmen Avrupalı sömürge güçlerinin kontrolüne girmesine yol açan bu süreçten yüzyıllarca önce Atlantik köle ticareti başlamış, uluslararası pazarlara yönelik endüstriyel tarım üretimine girişilmiş, kıtanın tüm doğal, insani ve ekonomik kaynaklarının sömürge merkezlerine akmasını sağlayacak ağlar kurulmuştu. Sanayileşen Avrupa ve ABD’nin hem yoğun tarım ürünleri ve hammadde ihtiyacını karşılayacak hem de köle ticareti üzerinden ağır iş kollarında ucuz istihdam kaynağı olacak bir uluslararası rol verilmişti Afrika’ya.
Dünyanın doğal kaynaklar açısından en zengin, ticaret yolları açısından en kritik bölgelerini bünyesinde barındıran bu kıta İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve Belçikalı sömürge sistemlerine entegre edilirken geleneksel ticaret ağları, siyasi kurumlar, kültürel dokular, yaşam tarzları ve geçinme biçimleri yok edildi. “Beyaz adamın yükü” olarak tanımlanıp askerler, misyonerler ve tüccarlar üçlüsü tarafından iliğine kadar sömürülen bu talihsiz kıta, son iki yüzyıl boyunca bitmek bilmeyen savaşlar, kan davaları, yoksulluk, siyasi karmaşa ve uluslararası baskılarla yaşamak zorunda kaldı.
Dekolonizasyondan uluslararası sermaye tuzağına
1960’lardaki dekolonizasyon sürecinden sonra resmi bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkeleri, Soğuk Savaş ortamında sömürgecilik döneminden kalan yapısal kalkınma engelleri ve bir türlü kıramadıkları siyasi, kültürel, ekonomik bağımlılık dinamikleriyle uğraşmak zorundaydılar. 1980’lerde ekonomik küreselleşme dalgaları başladıktan sonra ise hızla uluslararası sermayenin tuzağına düşüp gerek IMF-Dünya Bankası grubuna, gerekse Batılı ticari bankalara mali güçlerinin çok üzerinde borçlanıp faiz ödemekten eğitim, sağlık, güvenlik, temel altyapı gibi hizmetleri veremez hale geldiler. Yüzyıllar boyunca “kitlesel yağma” mağduru olmuş koca kıtanın açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklarla boğuşmaya devam etmesi, kişi başına ortalama gelirin 850 dolarda kalması, nüfusunun çoğunun elektrik ve temiz içme suyuna ulaşamaması, (Japonya’da 85 yıl olan) ortalama yaşam beklentisinin 55 yıl olması, işte bu tarihi birikimin sonucudur.
Fakat 2000’li yıllarda dünya ekonomisindeki durgunluğu aşmak için yeni pazarlar ve hammadde kaynakları arayışına giren küresel ve yükselen güçlerin, ikinci bir “Afrika kapışması” senaryosuna hayat verdikleri de gözlerden kaçmıyor. Bu yeni kapışma senaryosu petrol, doğalgaz, altın, elmas ve uranyum gibi stratejik hammaddelerle kritik limanlar, suyolları ve ticaret hatlarının kontrolü üzerinden gerçekleşiyor. ABD, Rusya ve Çin gibi süper güçlerin yanında Japonya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi yükselen güçler ve mevcut imtiyazlarını kaybetmek istemeyen Avrupalı eski sömürgeciler arasında sıkı bir mücadele tüm kıtada sürüyor. Nüfusu ve devasa ordusuyla dünya petrol tüketiminin dörtte birini tek başına gerçekleştiren, ancak kanıtlanmış uluslararası petrol rezervlerinin sadece yüzde 3’üne sahip olan ABD açısından, özellikle Batı Afrika çok stratejik bir hammadde kaynağı. Nijerya, Angola, Çad, Kongo ve Gabon gibi Batı Afrika ülkelerinden yapılan petrol ithalatının geleneksel Orta Doğu kaynaklarını geçmiş olması, bu konuda çok önemli bir gösterge. Son on yıl içinde petrol tüketimi iki kat artan “küresel fabrika” Çin ise ekonomisindeki büyüme ivmesini devam ettirebilmek için, Afrika’daki bakir petrol kaynaklarıyla kritik hammaddelere gözünü dikmiş durumda. Çin yönetiminin “devlet kapitalizmi” sisteminin avantajlarını kullanarak CNPC gibi kamuya ya da kamuyla yakın çalışan girişimcilere ait enerji, madencilik, petro-kimya, inşaat, ulaşım ve finans şirketlerini eşgüdümlü olarak çalıştırıp Afrika ülkelerinde somut projeler üzerinden hızla yol alması, birçok ülkede tedirginlik yaratıyor.
Kıtadaki ABD ağırlığı azaldı
Afrika’da kolonyal bir geçmişi olmadığı için temiz bir sicille yola çıkan ve gelişmekte olan ülke liderleriyle antiemperyalizm dilini rahatlıkla konuşan Çin yönetimi Sudan, Nijerya ve Angola gibi petrol üreticisi ülkelerle yaptığı enerji karşılığı altyapı proje anlaşmaları ve düşük faizli krediler sayesinde kritik limanlar, havaalanları, demiryolları, rafineriler üzerinde kontrol imkânına kavuşmakta zorlanmadı. Aynı şekilde Zambiya, Namibya, Güney Afrika, Nijer gibi ülkelerde altından elmasa, uranyumdan paladyuma uzanan stratejik madencilik girişimlerini, yine Çin şirketleri kendi öz sermayeleriyle gerçekleştirdiler. Son yirmi yıl içinde dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelen Çin’in Afrika için en önemli kalkınma ve dış ticaret ortağı olması, kesinlikle uzun vadeli neo-kolonyal stratejinin bir parçası. Bu bağlamda Afrika’ya yönelik ABD dış politikasının 11 Eylül sonrası dönemde “teröre karşı küresel savaş” önceliğiyle yönetilip güvenlikleştirilmesi de bölge yönetimlerinin ABD’ye karşı daha mesafeli bir pozisyon almalarına yol açıp Pekin’in işini kolaylaştırmış görünüyor. Obama yönetiminin dış politika girişimlerinde ağırlığı Orta Doğu’ya vermesi, Trump yönetiminin ise Çin’le ticaret savaşlarına odaklanıp açıktan ırkçılığa varan ayrımcı bir siyasi dil kullanması, kıtadaki ABD ağırlığını ciddi ölçüde zayıflattı.
Sanayileşme, modern tarım, ulaşım, iletişim, enerji, eğitim, sağlık, fakirliğin azaltılması projelerine milyarlarca dolar yatırım yapan ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) üzerinden, neredeyse Birleşmiş Milletler’i aşan bir diplomatik etkinlik kuran Pekin yönetimine karşı, ABD’nin bölgedeki öncelikleri terörle mücadele ve enerji kaynaklarına indirgenmiş durumda. Yine de özellikle Doğu Afrika’da Sudan ve Etiyopya gibi (geleneksel olarak ABD etkisine açık ve Orta Doğu coğrafyasıyla yakın) ülkelerde Pekin etkisinin artması, Washington’da endişeyle takip edilip diplomatik ve siyasi tepkilerle karşılanmaya çalışıldı. Önemli petrol rezervleri barındıran Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılma taleplerinin uluslararası arenada güçlü biçimde desteklenmesi ve Başkan Ömer el-Beşir’in iktidardan indirilmesi, bölgedeki Çin etkisini kırma girişimleri olarak değerlendirilebilir. Daha önce Libya’da Fransa-ABD liderliğindeki bir uluslararası operasyon sonucu iktidardan indirilen Cumhurbaşkanı Muammer Kaddafi’nin de son dönemlerinde kritik petrol sahalarının imtiyaz haklarını Çin devlet petrol şirketi CNPC’ye vererek Batı başkentlerini rahatsız ettiğini hatırda tutmak gerekiyor.
Rusya Afrika’da zemin kazanma peşinde
Çin dışında Afrika’da hem askeri hem de ekonomik etkinlik kurmak isteyen diğer bir küresel güç ise Rusya. Orta Doğu’daki çatışma bölgelerine doğrudan ve dolaylı biçimde müdahil olarak baskın güç haline gelen Rusya, özellikle Batı dünyasının ekonomik yaptırımlarına uğradıktan sonra Afrika’ya yönelik açılımlarını hızlandırdı. Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun etkinliğini hisseden Vladimir Putin, geçtiğimiz yıl ilk Rusya-Afrika Zirvesi’nin organize edilmesini sağladı. Ayrıca Dışişleri Bakanı Lavrov’un özellikle Güney Afrika’da petrol, altın, uranyum, bakır, kobalt gibi kritik hammadde kaynaklarına sahip ülkelere sık ziyaretler gerçekleştirdiği ve sahra-altı Afrika’da kıtanın en büyük silah satıcısı haline gelen Çin’e karşı Rus silah sanayiine yeni pazarlar arandığı da sır değil. Kongo gibi müzmin çatışma bölgelerine “askeri danışmanlar” göndererek müdahil olan Moskova, İngiltere ve Fransa gibi Avrupalı sömürgeci güçlerin askeri etkinlik alanlarına girerek siyasi nüfuz ve silah ticareti için zemin kazanma peşinde. Hindistan ve Brezilya gibi yükselen güçlerin ve Çin’in artan etkinliğinden endişe duyan Japonya’nın Afrika’da hem yeni askeri üsler hem de özellikle petrol ve stratejik hammaddeler üzerinden yeni açılımlar peşinde koşmasını da eklersek, “Afrika için yeni kapışmanın” boyutları ortaya çıkmış olur.
2010 sonrasında 300’ün üzerinde büyükelçilik ve konsolosluk açılışıyla büyük bir diplomatik canlılığa sahne olan Afrika’da hâlihazırda 42 büyükelçiliği olan Türkiye, bu anlamda son dönemin en aktif ülkelerinden biri olarak göze çarpıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın periyodik Afrika ziyaretleriyle ivme kazanan bölgeyle ilişkilerde siyasi, ekonomik ve stratejik açılardan ciddi olarak mesafe alınmış olsa da, bunca küresel aktörün aktif olarak rekabet halinde olduğu bu kritik coğrafyada henüz gidilecek çok yol var. Henüz Afrika kıtasına ayak basmayan Trump’ın ABD’si dışında tüm küresel ve yükselen aktörler, Afrika’yı hem zengin hammadde kaynakları hem büyümeye açık pazar potansiyeli hem de başta Körfez bölgesi olmak üzere stratejik ticaret hatlarına yakınlığı dolayısıyla, uluslararası rekabet stratejileri içinde önemli bir konuma yerleştirmiş durumdalar.
Kıtanın “kara talihinin” tekerrür etmesi ve 19. yüzyıldaki büyük kapışmanın Afrika toplumlarını perişan eden etkilerinin bir kez daha ortaya çıkması istenmiyorsa, bölge ülkeleri arasında bilinçli olarak siyasi ve ekonomik bağımlılık ağları kurmak isteyen küresel aktörlere karşı dikkatli olunmak zorunda. Afrika toplumlarına adil ve eşitlikçi biçimde yaklaşan, “kazan-kazan” ilişkilerini benimseyen, bölgede insan onuruna yaraşır hayat standartlarının oluşması için çalışan Türkiye gibi ülkelerle kurulacak ortaklıklar uzun vadede herkesin yararına olacaktır.
[Prof. Dr. Sadık Ünay İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesidir]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *