Ruşen Çakır: “Tabii ki bütün İslamcı aydınlar böyle değildi. Bazıları daha ilk andan itibaren bu iktidara entegre olma, kayıtsız şartsız bağımlı olma çizgisini asla kabul etmediler.”
Bir zamanlar İslamcı aydınlar vardı
Ruşen Çakır / Medyascope.tv
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bilenler bilir, ilk kitabım 1990 Kasım ayında çıkmıştı. Yani seneye 30 yaşında olacak, Âyet ve Slogan – Türkiye’de İslami Oluşumlar diye. Bu kitap hâlâ piyasada var. Hâlâ insanların okuduğunu duyuyorum, görüyorum. Bu da beni tabii ki memnun ediyor. Ama tabii ki o kitapta çok şey değişti. Türkiye çok değişti. Ama beni orada en çok rahatsız eden, kitabın en çok özendiğim bölümünün büyük ölçüde geçersiz kalmasıdır. O da Türkiye’deki İslami entelijansiya ile ilgili yazdığım bölüm. O tarihte, kitabı yazdığım tarihte, 80 sonlarında Türkiye’de gerçekten değişik alanlarda neşet eden, ortaya çıkan ilginç, genç, çoğu genç ama kimisi orta yaşlı, orta yaşın biraz üstünde, arayış içerisinde olan, tartışan eden, meydan okuyan aydınlar vardı ya da aydın adayları vardı. Ve bu aslında sadece o camia için değil, tüm Türkiye için umut verici bir gelişmeydi. Çok pozitif bir şekilde yazdığımı hatırlıyorum. Ve hatta “Modern Çağın Hikmet Avcıları” gibi çok romantik de bir başlık koymuştum. Ama şimdi bakıyorum: Hani en son konacak başlığı koymuşum. Ya da o tarihte başlayan o avcılık, kısa bir süre içerisinde toplayıcılığa dönmüş ve dünya nimetlerinden –hikmet ne kelime, dünya nimetlerinden– olabildiğince fazlasını almaya dönüşen bir avcılığa dönüşmüş, toplayıcılığa dönüşmüş. Kısa bir süre içerisinde oldu bu. İlk bunun başlangıcı –tabii ki herkes için geçerli değil, istisnalardan da bahsedeceğim, ama öncelikle– 94’te Refah Partisi’nin belediyeleri alması ile beraber başladı. İslami aydınların, İslamcı aydınların bir kısmını belediye başkanları danışman olarak, daire başkanı olarak istihdam ettiler ve onların önceliği artık o işler oldu ve burada tabii imkânları arttı ve iktidar sahibi oldular. Zaten aydının, entelektüelin en büyük sorunu herhalde iktidarla tanıştığı anda oluyor. Ardından Refah Partisi’nin Refah-Yol hükümetinde, kısa süreli hükümetinde çok fazla bir şey olamadı. Çünkü 28 Şubat’la bertaraf edildi o hükümet. Ama AKP iktidarı ile beraber bu iş tam anlamıyla kurumsallaştı. Ve Türkiye’de bir anlamda, zamanında İslami aydın olarak görüp birtakım tartışmalara, ortak tartışmalara, İslami kesim adına katıldıklarını düşündüğümüz ve pozitiflik atfettiğimiz birçok insanın milletvekili, müsteşar, bakan, bürokrat vs. olup, başbakan olup sonra bütün o kendilerine pozitiflik atfettiğimiz yönleri geri plana atıp tamamen başka bir şekilde karşımıza çıktıklarını, iktidar sahipleri olduklarını gördük.
İktidarın hacmi bir yerden sonra çok fazla önemli değil. Başbakan olabilir ya da çok sıradan bir kurumun müşaviri olabilir. Çok sayıda insan devletle iç içe geçti, devletin bir parçası oldu. Buna eski Sovyet sisteminde “aparatçik” deniyor, bir aparat haline geldiler. Bazıları da devlette yer almasa bile, devletin içerisinde ya da Meclis’te yer almasa bile, medyada ve başka kurumlarda, özel sektörde iktidarla ilişkilerini öne çıkartarak AKP’nin bu iktidar sürecinde, yani dindarların siyasetin merkezine taşınması sürecinde kaymak tabaka olarak kendilerine bir yer edinmeye çalıştılar ve edindiler. Ama bunu yaparken de onların geçmişindeki arayışların, sorgulayışların, muhalifliklerin, eleştirel bakışın büyük ölçüde yok olduğunu gördük. Öyle örnekler biliyorum ki… çoğunu yakından tanıdığım, özellikle o tarihte kitabı yazarken tanıdığım birtakım insanların gözümün önünde ne olduklarını gördüm — tabii aynaya bakıyorlarsa kendileri de biliyorlardır. Mesela o kadar entelektüel ilgisi nedeniyle kendisine “entel” lâkabı takılmış arkadaşlarımız, şu anda mesela bazıları sosyal medyada ucuz, içi boş bir sol karşıtlığı ile kendi bulunduğu yeri güçlendirmeye çalışıyor. Bir başkası ekoloji konularında yani çevre konularına daha hiç kimse girmezken bununla ve modernizme kafa tutmayla –zaten o dönemlerde en önemli öne çıkan özellik modernizm eleştirisiydi–, modernizm eleştirisiyle ortaya çıkan bazı kişilerin ne hale geldiğini, nasıl bir iktidarın kayıtsız şartsız destekçisi olduklarını ve kendilerine uyarıda bulunan insanlara nasıl cevaplar verdiklerini çok iyi biliyoruz. Yaşadık, çok örnek var böyle. Bir de tabii bu arada, bu süreçte az da olsa, sayıca az da olsa Fethullahçılıkla özdeşleşen, tercihlerini ondan yana yapan, aslında Fethullahçı olmayan ama bir yol ayrımında Fethullahçılığın güçlendiği zaman ona yakınlaşan, daha sonra da hükümetle kavgasında Fethullahçılıktan yana tercihini yapan az sayıda da olsa insanlar var. Onların durumu apayrı bir –nasıl söyleyelim– facia olarak onlar da ayrıca kayda geçti.
Ne yaptılar, ne yapıyorlar hâlâ kalanlar? Ki içlerinden bir kısmı zamanla artık iktidarın işine çok fazla yaramadıkları için, ya da hafiften ses çıkartmaya başladıkları için, zarar verebilecekleri düşünüldüğü için marjinalleştirildiler, dışlandılar. Şimdi daha eleştirel bir pozisyona yavaş yavaş girdiklerini görüyoruz. Ama genellikle iki tür tavır vardı. Birincisi çok açık ve net bir şekilde, alenen iktidarın her türlü politikasını, özellikle Türkiye’de bir arada yaşamayı dinamitleyen, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinden hatta Osmanlı’dan beri tevârüs etmiş kurumlarının içinin boşaltılması, ülkenin her anlamda, kurumsal anlamda, kültürel anlamda, gazetecilik alanında, birçok alanda çölleştirilmesini doğru bulan –tabii ki çölleştirme adını vermeyerek–, bunu tam tersine Türkiye’nin ilerlemesi, yerli ve millileşmesi olarak sunma operasyonuna dahil olan, bunun açık bir şekilde propagandasını yapan ve bu uğurda gerekirse her türlü kavgaya, mücadeleye de giren bir grup var. Bir grup da, genellikle sessiz kalanlar var. Bunlar içlerine çok da fazla sindirmeseler de yaşananlara hiçbir şekilde müdahale etmeyip kendi iktidarlarını korumayı garantiye aldılar. Ve onlarla başa baş konuştuğunuz zaman kendilerinin de aslında çok rahatsız olduğunu, şu ya da bu nedenle, şu ya da bu konuda, hatta eleştirilerini kapalı kapılar ardında dile getirdiklerini vs. söylerler. Ama baktığınız zaman kamusal alanda hiç böyle bir eleştiri falan dile getirdikleri olmamıştır ya da pek olmamıştır. Tabii ki bütün İslamcı aydınlar böyle değildi. Bazıları daha ilk andan itibaren bu iktidara entegre olma, kayıtsız şartsız bağımlı olma çizgisini asla kabul etmediler. Sayıları çok az. Ama onların da büyük bir kısmı kendilerini bir tür inzivaya çektiler. Sessizliği ya da kendi köşelerinde yazıp çizmeyi, küçük gruplar arasında sohbetleri, belki yılda bir iki tane konferans vermeyi tercih ettiler. Belki kitap yazmayı — ki kitapların azaldığını iyice gördük. Ama onlar en azından –nasıl söyleyelim– bir suça, Türkiye’nin çölleştirilmesi suçuna, özellikle kültürel alanda, özellikle siyasî alanda, sanat alanında çölleştirilmesine dahil olmadılar. Böyle bir günahın vebalini üstlenmediler. Onların yeri gerçekten ayrı. Ama sayıları çok fazla değil. Örneğin ilk aklıma gelen, Akif Emre bunlardan birisidir. Hep kendi pozisyonunu, mesafesini korumayı bildi. Atasoy Müftüoğlu mesela böyledir. Abdurrahman Aslan böyledir. Ama çok da bir kavga içerisine girmediler. Kavga içerisine girenler de oldu. İktidara açıkça muhalif bir pozisyon takınanlar da oldu. Ama bunlar artık İslami camianın kişileri olarak görülmedi, artık görülmüyorlar. Mesela ilk akla gelen İhsan Eliaçık — ki ben İhsan’ı bildiğimde, Kayseri’nin en önde gelen İslamcılarından birisiydi. Ama artık kendisi o kadar farklılaştı ki, artık onun hangi kampta yer aldığı konusunda algılar tamamen değişti.
Bu yayını yapmamın esas nedeni, geçen hafta da yaptım, belli ki önümüzdeki günlerde yine yapacağız: İstanbul Şehir Üniversitesi. Çünkü daha önce bazı yayınlarda da yaptım, bu kültürel çölleşme, AKP iktidarındaki yaşanan her türlü iktidarın nimetlerinden yararlanıp ama kültür ve sanat alanında neredeyse hiçbir şey bırakamayan bir iktidardan bahsediyoruz. Bu noktada istisnalardan birisi, çok az istisnadan birisi herhalde Şehir Üniversitesi’dir. Hakkını vermek lâzım. Geçen yaptığım yayında da bunu vermeye çalıştım. Şehir Üniversitesi gerçekten farklı bir şekilde, Türkiye’nin ortalamasının çok üzerinde bir üniversite profili çizdi. Ve şu anda iktidar ona bunun bedelini ödetmeye çalışıyor. Başına neler geleceği yolunda çok ciddi spekülasyonlar var. Ama durumun iyi olmadığı anlaşılıyor. Şu anda rektörü ve mütevelli heyeti başkanını görüyorsunuz, Peyami Çelikcan ve Ömer Dinçer. Ömer Dinçer yakın bir zamana kadar AKP iktidarında Milli Eğitim Bakanı’ydı. Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığındaki en önemli pozisyonda, müsteşarlığını yapmış birisiydi. Ancak biliyoruz ki bu üniversitenin temelinde Ahmet Davutoğlu’nun da dahil olduğu bir grup, Bilim ve Sanat Vakfı var. Ve bunlar iktidarla yollarını ayırdılar. Dolayısıyla onlar şu anda… Belki daha önce iktidar tarafından desteklenmişti. Bu konuda da değişik haberler var. Ama şu aşamada iktidarın onu felç etmeye çalıştığını görüyoruz — hatta bir şekilde yok etmeye bile olabilir, kayyum atanabilir, bir yığın spekülasyon var. Tek örnek ya da istisnalardan birisinin, önde gelenlerden birisinin başına bunun geliyor olması zaten AKP iktidarının derdinin, o hep iddia edilen bir medeniyet savaşı, medeniyet inşası, yeni bir medeniyet inşası, modernizme alternatif arayışı falan olmadığını bize gösteriyor. Burada temel mesele iktidarı korumak. Bunun aslında içi, ideolojik olarak, politik olarak her geçen gün daha da boşalıyor. Ve bu uğurda gerekirse kendi içerisinden çıkmış en güzide kurumlarından birisi de pekâlâ tereddütsüz bir şekilde sosyal ölüme, belki de gerçek ölüme mahkûm ediliyor. Ve burada yine, bu olayda bakıyoruz, çok az sayıda insan “Yahu ne yapıyoruz arkadaşlar?” diyor. İşte İslamcı aydınlar dediğimiz insanlar hâlâ şöyle böyle birtakım abes “FETÖ ile mücadele” gibi –ki bunların büyük bir kısmı zamanında FETÖ dedikleri yapı ile çok içli dışlıydı–, ya da çok alâkasız birtakım yerlerde yerli ve milli olduklarını kanıtlama derdine düşmüş durumdalar. Şehir Üniversitesi’ni de kendi yerli ve milli iddialarının –her neyse o iddia– önünde bir engel olarak görüyorlar. Aslında Şehir Üniversitesi’nin başına gelenler, gelmekte olanlar Türkiye’deki bir umudun, bir kesim için olan umudun çoktan nasıl yok olmuş olduğunu bize açık ve net bir şekilde gösteriyor. Yazık ediyorlar bir kuruma. Önceden var olmayan, yani son dönemde ortaya çıkmış ve kendini bir şekilde kanıtlamış bir kurumu gözlerini kırpmadan, ekonomik gerekçelerle, bahanelerle katlediyorlar. Ve bu aslında Türkiye’de hani hâlâ bir İslami entelijansiya varsa, ya da bir İslami entelijansiya imkânı varsa, onun ilk akla gelen yerlerinden birisi. Ve bu kurumun tabii özellikle vurgulamak lazım –yanlış anlaşılmasın, bilmeyenler yanlış düşünmesin–, burada istihdam edilenler sadece İslamcılar değil. Türkiye’nin değişik kesimlerinden çok seçkin ve kendini kanıtlamış hocanın da bu üniversitede önemli pozisyonlarda olduklarını biliyoruz. Zaten üniversiteyi başarılı kılan da bu çoğulcu yapısıydı. Lâkin üniversitenin başını çekenler, bu olaya öncülük edenler bir şekilde başta Ahmet Davutoğlu olmak üzere Türkiye’deki bu otoriter düzenin inşasında çok önemli roller üstlenmişlerdi. Zamanında yaşanan birçok itirazı geri çevirmişlerdi, savuşturmuşlardı ya da hatta tam tersine bu itirazları haksız bulmuşlardı. Bunu da biliyoruz. Bunu da bir not olarak düşmekte yarar var.
Evet bir İslami entelijansiya imkânı vardı. Muhalefette iken, dışlanmışken böyle bir hareket vardı. Ve iktidara geldiği zaman bu yapının büyük ölçüde atomize olduğunu ve insanların entelektüel birikimlerini masaya sürerek bunun karşılığında birtakım dünyevi birikimler elde etmiş olduklarını ve elde etmekte olduklarını ve elde ettiklerini kaybetmemek için de her türlü tavize vesaireye yatkın olduklarını görüyoruz. Zamanında biz solcularda bu olay çok tartışılırdı. Ama sol Türkiye’de çok büyük bir yenilginin ardından atomize oldu. Ve çok kişi burada eski duruşundan çok farklı pozisyonlara savruldu. Bunun meşru bir şey olduğunu söylemiyorum, ama yenilginin sonucu yaşanan bir şeydi. İslamcılarda yaşanansa galibiyetle beraber gelen bir atomizasyon oldu. Ve galibiyetle beraber gelen bu atomizasyon aslında yenilgiyi de getirdi. Çoktan yenilmiş durumdalar. Ancak Türkiye hâlâ kendi yeni galiplerini, kazananı saptayamadığı için, belirleyemediği için, hâlâ onlar kazanıyor sanıyorlar. Ama yaptıkları sadece ve sadece kendi yenilgilerinin, tükenişlerinin ilanını geciktirmekten ibaret. Evet, sonuçta Türkiye’de bir dönem bir iddia ile ortaya çıkan ve gerçekten de birçoğumuzu bir şekilde etkilemiş olan İslami enteliyansiyanın, İslami entelektüellerin, hepsi değilse bile istisnaları ayırarak ama büyük bir çoğunluğunun ruhuna bir Fatiha okusak herhalde yeridir. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.
Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *