Yirmi beş yıl önce, 1994 yılında seçimi kazanan Refah Partili belediyeler, Türkiye için yeni bir başlangıcın ve aynı zamanda sosyopolitik değişimin işaretini vermişlerdi.
“Ankara Düştü”
Ümit Aktaş
Yirmi beş yıl önce, 1994 yılında seçimi kazanan Refah Partili belediyeler, Türkiye için yeni bir başlangıcın ve aynı zamanda sosyopolitik değişimin işaretini vermişlerdi. O zaman, merkez medyanın en büyük gazetesinin manşeti şöyleydi: “Ankara Düştü”. Ve bu “düşüş”ü İstanbul da izlemiş, yani yeniden “fethedilmişti”. Bu kaçıncı “fetih”ti, bilemiyorum. Ama o gün, gözyaşlarımı tutamadığımı hatırlıyorum. Niçin ağlamıştım, onu da bilmiyorum ama sanırım Türkiye’de belli bir kesimi kamusal alana, siyasete, eğitime, kısacası hayata sokmak istemeyen, nobranca bir yönetim biçimini Türkiye’ye “cumhuriyet” olarak benimsetmeye çalışan bir iktidar anlayışının zorbalığına ve kibrine karşı verilen bu cevap, bu önemli “demokratik” tepki nedeniyleydi. Ancak toplumun bu kararı hazmedilemediği için, birkaç yıl sonraki Refah Partisi iktidarı zorbaca bir askeri müdahale ile alaşağı edilmiş, ama bir kez uyanmış olan bir hareketin yükselişi engellenememişti.
Ne var ki bu toplumsal hareket, adeta İbn Haldun’un tespitlerini doğrular bir biçimde ve tarihten hiçbir ders çıkarılamadığını ortaya koyarcasına, kendisini iktidara taşıyan demokrasinin temel ilkelerine riayetkâr davranmak yerine buradan kendisine ebedi bir muktedirlik hakkı çıkarmaya çalışarak, tam da bir kuşak sonrasında aynı sonuçla karşı karşıya gelecek; bu kez Ankara yeniden düşecek ve İstanbul kaybedilecektir. Dolayısıyla da yüzlerce yıldır bir türlü kırılamayan bir kısır döngü, yani siyasetin toplumdaki yerinin olağanlaştırılması ve devletin yönetiminin nesnelleştirilmesi konusunda ilk iki dönemdeki bazı iyileştirmelere verilen desteğin, tıpkı CHP ve Menderes iktidarlarında da olduğu gibi, Erdoğan’ın iktidarına ebedi bir destek olarak okunması sonucu, tüm çabalar bu iktidar çevrelerinin ebedi olarak iktidarda kalacağı ve hatta kalması gerektiğine hasredilecekti. Bu ise giderek otoriterleşen, çıkar çevrelerinin egemenliğine dönüşen, halkın siyasete katılımından ve adaletli paylaşımdan, yargının bağımsızlığı ve eleştirel özgürlüklerden uzaklaşan girişimlerle, geleneksel ceberut devletin kodlarına dönüş anlamına gelmekteydi. Osmanlı ve hatta İslam dünyasını içerisinde bulunduğumuz noktaya getiren tarihsel kırılma noktalarının dikkate alınması ve eleştirel bir okumayla toplumsal dirliğin yenilenmesi gerekirken, tam aksi bir yönelimle ve tıpkı Kemalist tarih tezi gibi, tarihi gerçeklikler çarpıtılıp efsaneleştirilerek, bu efsaneler üzerinden bir toplumsal bilince ulaşılması gibi oldukça nahif ve “fütuhatçı” bir “diriliş” tezi üretilmeye çalışılacaktı. Bu ise bilimin önemsizleştirilmesi ve cehalet övgüsünün desteklenmesi kadar, iktidarın da kutsallaştırılmış bir otoritenin baskıcılığına yöneltilmesi anlamına gelmekteydi.
Ah şu sonu gelmeyen fütuhatlar! Şehirlerin, ülkelerin hiç bitmeyen fetihleri. Kalplere dokunmayan bir muktedirlik çabası. “Piar” çalışmalarından derlenmiş sahte tebessümler ve o tebessümlerin altında yaldızlanmış bir kibir. Artık yalnız içe dönmüş bu zafer alayları. Defalarca tekrarlanan kurtuluşlar ve fetihler. Defalarca tutulan yaslar ve matemler. Kime, kimlere karşı? Ve neden hiç denenmek istenmez “insanca” bir yaşama modeli? Hakkaniyete, adalete, paylaşıma, katılıma, istişareye, yeri geldiğinde çekilmesini bilerek iktidarı da tıpkı ekmeğini bölüşür gibi bölüşmesini bilen bir ferasete dayanan bir yaşama modeli. Şu mahut iktidar kibrine ya da büyüsüne kapılmak yerine, insanlığın binlerce yıllık tecrübesinin öğrettiği karşılıklı rıza ve saygıya dayanan bir paylaşmanın bilinci ve onuru neden üstlenilmek istenmez? Neden hiçbir iktidarın ebedi olmadığı ve olamayacağının basit gerçekliği kabullenilmez?
Bu kez ağladım mı? Hayır! Üzüldüm mü? Hayır! Sevindim mi? Hayır!
Ağlamadım. Çünkü giderek azalan eleştirilere ve uyarılara rağmen, uzun yıllardır sürdürülen bir mücadelenin nasıl da ağır ağır ve çaresizce ellerimizden kayıp gittiğine, olumsuzlukları defalarca denenmiş olan geleneksel iktidar anlayışının kibrine ve şaşaasına yenik düştüğüne, egemenlerin ve çıkar çevrelerinin eline geçtiğine, kapitalizme ve otoritaryanizme teslim olduğuna çaresizce tanık olmuştuk. Çünkü her sapma ve kırılma noktasında, “durun bakalım, ne oluyoruz, bunların kitapta yeri var mı, insanlığın ortak değerlerine, iyiliğe ve meşverete uygun mu?” demek yerine, “büyüklerin bir bildiği vardır, düşmanları sevindirmeyelim” deyip susmayı tercih ederek sonucu belli olan bu gidişat karşısında suskun kalınmıştı. Ya da iyi niyetli bir eleştirellik çerçevesinde her ağzımızı açışta ihanetle, cehaletle, düşmanla işbirliği içerisinde olmakla suçlanıp susturulmaya çalışılmıştık. Oysa sürdürülmekte olan giderek aşikârlaşan bir biçimde yoksulların ve yoksunların değil, zorbaların ve mağrurların iktidarıydı. Halk ise doğrusu bu konuda oldukça sabırlı ve ferasetli davrandı. Yeniden fırsatlar verdi iktidara. Ama iktidar her defasında bu fırsatları halkın açtığı krediler olarak görmek yerine kendi becerisinin ve gücünün bir sonucu olarak değerlendirdi. Eleştirinin tüm imkânlarını yok ettiği gibi, kendisi de adım adım uzaklaştı özeleştiriden; ıslahtan ve yenilenmekten, merhamet ve adaletten, tevazu ve barıştan. Neredeyse tüm iktidar dili savaş, güç, silahlar, ötekilerin yok edilmesi etrafında kuruldu. Dünya “biz” ve bize düşman ötekiler olarak parçalandı. Dostluğun ve barışın imkânları değil, düşmanlığın ve ihanetin söylemleri yaygınlaştırıldı. Tüm bunlar yapılırken de kapitalizm tüm değerleriyle en mahrem noktalarımıza kadar sokuldu. AVM’ler, şehirlerin en görkemli tapınakları haline getirildi. Bunların üzerine çekilen sahte bir dindarlık cilası ise, sadece münafıklıkları artırdı. Kısacası başlangıçta yola çıkılan noktalardan o kadar uzağa savrulundu ki, yeniden oralara dönüş yolları ve imkânları da ortadan kaldırıldı. Kimse kendisini kandırmasın ve aldatmasın! Artık yapılması gereken, o başlangıç noktalarına dönülerek durumu yeniden yapılandırmaya çalışmak değil, yaşanılan bu tecrübelerden de yararlanılarak her şeye yeniden, yeni baştan başlamaktır.
Belki bu yargıyı haksız ve acımasız bulanlar olacaktır. Ama şayet seçim süreci dikkatle izlendiyse, orada birbirinden çok uzaktaki iki fotoğrafın “ezkaza” yan yana geldiği fark edilecektir. Gerçi bana göre bu hiç de kazara değildi. Tam aksine, bedeli oldukça acı ve trajik de olsa, bize ders veren bir arka planı vardı. Bilindiği gibi sonuçta dünyanın her ülkesinden ve toplumundan çıkabilecek olan alçaklardan biri, Yeni Zelanda’daki camileri hedef alarak elli Müslümanı acımasızca katletmişti. Buna haklı bir biçimde tepki gösteren Türkiye Cumhurbaşkanı ise, seçimlerin heyecanı ile olsa gerek, oldukça sert ve maksadı aşan ifadeler kullanmıştı. Buna karşı ise Yeni Zelanda’nın Başbakanı, oldukça kucaklayıcı, acıları içtenlikle paylaşan duruşuyla, adeta tüm Yeni Zelanda halkını bu alçakça saldırı karşısında seferber ederek, bu acımasızlığa karşı verilmesi gereken en güzel cevabı vermişti.
Yaşanılan acı ne kadar trajik olursa olsun, hiçbir politik hırsa, öfkeye ve gösterişe kapılmadan, insanca bir merhamet ve üzüntüyle davranmak, böylesine bir tevazu, merhamet ve insaniyeti göstermek, o kadar zor mudur? Hem bu tip bir tutum, öncelikle bize, biz Müslümanlara yakışmaz mı? Bu sadelik, bağışlayıcılık, tevazu, kardeşlik… Ne var ki iktidar dilinin ağır ağır sürükleyerek elimizden çıkarmaya başladığı bu değerlerin aşınması, giderek yok etmektedir en köklü hissiyatlarımızı. En temel davranış kodlarımız, başka bir anlayışın kirli sularına karışmakta ve şehirlerimizden tutun, iş yerlerimize kadar, hayatımızın her noktasını sinsice kirleterek inşa ve işgal etmektedir. Bize yakışan bu mudur? Biz insanlığa bunları mı öğütlemeye geldik? Yıllar yılı sabırla süren, sürdürülen okumalardan çıkardığımız dersler bunlar mıydı? Hadi bunları beceremedik, tecrübesizdik, şartlar zor, “düşman” kaviydi diyelim, hiç değilse insanlığın binlerce yıllık tecrübelerinden üstümüze düşeni alamaz mıydık? Siyasetin sadece başkasını ezmeye dayanan olumsuz biçimi kadar, üzerinde tefekkür etmeksizin tekrarladığımız Edebali’nin sözlerinde dile getirilen olumlu biçimleri olduğunu da bilmiyor muyduk? Belki diyeceksiniz ki bilsek ne olacaktı? Yıllar yılı oldukça sinik bir tutumla insanlığın bilinen tüm önemli ve değerli tecrübelerini aşındırmakta değil miydik? Şehirlerimiz nasıl bu hale gelmişti? Köylerimiz viraneleşirken şehirlerimiz nasıl ucubeleşmişti? İnsanlar neden birbirlerine bir selam bile veremez olmuştu? Meselelerimizi tartışma, istişare etme, üzerlerinde ortaklaşa tefekkür ederek toplumsal iyiliği ortaya çıkarma erdeminden nasıl ve neden uzaklaşmıştık? Artık “bekle bizi İstanbul” demeye bir hakkımız var mıdır? Hani kardeşlik ve insanlık değerlerimiz? Bilinen tüm toplumsal değerleri hüllelerle yerinden etmedik mi? Kendimize yapılan adaletsizlikler konusunda feveran ederken, adalet kurumuna görkemli binalardan, silahlarla donanmış korumalardan, lojmanlardan ve pahalı makam otolarından başka ne kazandırabildik? Ya eğitim, ya tarım, ya kültür?..
Söz Yeni Zelanda Başbakanından açılmışken, bu vesile ile öğrendiğimiz birkaç oldukça değerli hususiyetinden daha bahsedelim bu hanımefendinin. Bu muhterem şahsiyet, yoksulları ve madunları savunarak iktidara geliyor. Başbakan olduğu zaman kaldığı evi değiştirmiyor, özel bir koruma talebinde bulunmuyor, doğum yapacağı zaman devlet hastanesine giderek normal bir koğuşta doğum yapıyor. Yine kendi imkânlarıyla evine dönüyor ve kısa bir süre sonra da işine başlıyor. Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak için yanında bebeğiyle ilgilenmesi için eşini de götürüyor ama yol masraflarını kendisi karşılıyor… Tüm bunlar ne kadar bizim savunduğumuz değerlere yakın değil mi? Peki çevremizde bunları uygulayan bir lider, hatta bir bakan, bir milletvekili, bir genel müdür, bir vali… var mı? Haklarını almayalım. Kuşkusuz, birkaç istisnai örnek var. Ama bu temel örnekliği bizim dünyaya öğretmemiz gerekmez miydi? Tevazuyu, adaleti, merhameti, paylaşımı, sadeliği, barışı… Şimdilerde seçimlerin faturası yeniden “sıradan” insanların aymazlığına kesilirken acaba bunca yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliğinin olduğu bir ülkede, neden Cumhurbaşkanının kendine tahsisli bir uçak filosu var, bunlarla kimler ve nasıl seyahat etmektedir, sorgulanabilmekte mi? Hemen hemen bizimle aynı koşullardaki Meksika’nın Cumhurbaşkanı tarifeli uçakla seyahat ederken bizdeki bu özel uçaklar, makam otoları, koruma orduları sevdası nereden gelmekte? Bunların eleştirisini yapıp, hesabını sorabildik mi?
Koruma ordularından, kesilen yollardan, karşılama merasimlerinden, hırpalanan insanlardan, ulaşılamayan siyasilerden bahsetmeye kalktığınızda hemen suikastlardan, hainlerden, düşmanlarla çevrili oluşumuzdan söz edilecek. Resulullah (as) günün her vaktinde ulaşılabilir birisi değil miydi? Etrafındaki diğer insanlardan bir farkı var mıydı? Bu söylenilenler gerekçeler onun için de geçerli değil miydi? Günümüz dünyasında bisikletiyle veya toplu ulaşım araçlarıyla işine giden başbakanlar yok mu? Ve hatta ilk dönem Refah Partisi Belediye Başkanları da buna yakın örneklikler vermemişler miydi? Üstelik şu güne kadar sürdürülen iktidarlar o günlerin yüzü suyu hürmetine değil mi?
Kısacası dostlar, her şeyi yeniden, “biz” ve “ötekiler” ikilemine ve hatta düşmanlığına düşmeksizin yeni baştan düşünmemiz, hayatı ve kendimizi yenilememiz gerekmekte. “Ötekiler” çünkü, aslında bize çok da uzak değiller. Bilirsiniz, Hicretin 9. yılında Necran Hıristiyanları Hazreti Resul ile görüşmek üzere Medine’ye gelmiş ve orada mescitte misafir edilerek, ibadetlerini de orada yapmışlardı. Ama Hazreti Resul, bu heyetin kendisiyle görüşmek için giyindikleri şatafatlı kıyafetleriyle görüşmeyi kabul etmemiş, yeniden yolculuklarındaki sade kıyafetlere büründüklerinde onlarla görüşmüştü. Bizim de insanlığa vereceğimiz temel ders bu yönde olmalı değil mi? Başkalarını kibrimizle, markalarla ezmek yerine, tevazumuzla onları kibirden ve gösterişten kurtarmaya çalışmamız gerekmekte değil midir?
Şimdilerde ise bizim mescitlerimizin çoğunun kapısı namaz saatlerinin dışında neredeyse herkese kapalı. Orada bir yabancı (öteki) dinlenmek veya ibadet etmek istese, asla buna müsaade edilmez. Çünkü orası artık Allah’ın evi değil, “bizim” iktidar alanımızın bir parçasıdır. Hatta bu seçimlerde de, her seçimde “temcid pilavı” gibi ısıtılıp önümüze konulan konulardan birisi, Ayasofya meselesi yeniden gündeme taşındı. Ayasofya’nın hemen karşısında Sultanahmet var. Ve Ayasofya’nın bir bölümünde namaz kılmak da mümkün. (Ama buralarda Hıristiyanlar, Yahudiler, Sabiiler… ibadet edemezler.) Ayasofya, İstanbul fethedildiği zaman, bir egemenlik sembolü olarak camiye çevrilmişti. Cumhuriyetin başında ise, belki de başka bir egemenlik sembolü olarak müzeleştirildi. Bir açıdan Hıristiyan ve Müslüman dünyanın ortak kültürel mirası olarak ziyarete açıldı. Ama aradan çok zaman geçti ve köprülerin altından çok sular aktı. Şimdilerde ise her seçim döneminde sanki İstanbul’un yeniden fethi gerçekleştirilmekteymiş gibi, Ayasofya, miting meydanlarının bir seçim malzemesi olarak araçsallaştırılmakta ve sıradanlaştırılmakta. Oysa Ayasofya her haliyle onu sıradanlaştırmaya çalışanlardan çok daha önemli ve büyüktür. Hiç kimsenin bu “mabet”i kendi siyasal söylemlerine araç kılmaya hakkı yoktur. Bırakalım da o, yerleri ve gökleri betonlarla kirletilmiş bu şehrin aziz ve kadim tarihini yaşatacak bir dokunulmazlıkta kendisini tüm insanlığa açsın. Açsın ve bir nebze de olsa tüm inananların ağırlandığı bir misafirperverliğin mekânı olarak tüm kalpleri birleştirsin. Onu ve etrafını da, neredeyse tüm dokunulmazlığı (harim-i ismeti) ortadan kaldırılmış Kâbe’ye çevirmeyelim hiç değilse.
En önemli ibadet ise, kuşkusuz ki insanın kendi nefsini sorguya çekmesi ve yapıp ettiklerinin muhasebesini serinkanlılıkla yapabilmesidir. Ama bunun için insanın biraz olsun yalnızlığa ve salim bir tefekkür iklimine ihtiyacı bulunmaktadır. Bu, yani nefis muhasebesi veya murakabesi bir lüks değil, özellikle nefsimizin selameti açısından bir mecburiyettir. Ama günümüzün “modern” şehir hayatı, sosyal medya araçları ve iktidar süreçleri (siyasal, iktisadi ve toplumsal iktidarlar) bunları adeta imkânsızlaştırmaktadır. Bu nedenle yapılması gereken artık elde tutulamayacak bir iktidara ve sürdürülebilir olmayan bir siyasal gidişata yapışıp kalmak yerine, hiçbir kibre ve hayale kapılmaksızın pişmanlığımızı izhar etmek, şehirlerden ve insanlardan özür dileyerek bir kenara çekilmek, ciddi bir özeleştiri sürecine girerek, büyük ölçüde seleflerden devralınan ama azaltılmak yerine daha da artırılan toplumsal kutuplaşmanın ve gerilimin yumuşatılmasına katkı sunmaktır. Siyasetin ve iktidarın doğası üzerinde yeni baştan düşünerek İslam’a ve insanlığa daha uygun, katılımcı, paylaşımcı, adalete, meşverete ve toplumsal iyiliğe dayanan bir siyasal model üzerinde emek sarf etmektir. Çünkü aksinin ne insanlığa, ne İslam’a, ne de bu topluma bir faydası bulunmaktadır.
1 Comment
Ramazan Demir
19 Nisan 2019, 19:44O şehirler hiç sizin olmadı ki düştüğünü söylemeniz saçma bir şey!
REPLY