ABD başkanı, gerçekten böyle bir tehdidi gerçekleştirebilir mi? Bağımsız bir ülkenin ekonomisi, bir başka ülke tarafından tehdit edildiğinde, bundan olumsuz etkilenir mi? İşte medyanın sormadığı yahut bazı olumsuz çağrışımlar yaptığı gerekçesiyle sormaktan kaçındığı soru budur.
Trump: “Kürtleri vurursanız, ekonominizi mahvederim!”
Aralık ayında ABD Başkanı Donald Trump’ın yapmış olduğu “Suriye’de bulunma gerekçemiz IŞİD’i yok etmekti; bu görev büyük ölçüde başarıldığı için orada daha fazla kalmamıza gerek kalmadı; askerlerimizi Suriye’den çekiyoruz” açıklamasının ardından bölge yeni gelişmelere gebe görünüyor.
Bu beyan üzerine, ana akım medya, aceleci davranıp gelişmeyi Türkiye’nin Suriye politikasının bir başarısı olarak yorumlama çabasına girdi ama bir ayı bulmayan bir süre sonrasında Trump, yeni bazı açıklamalar yaparak, ABD askerlerinin Suriye’den çekilmesine yönelik bu türden yorumları ‘yanlışlamış’ oldu. ABD başkanı, süreç içerisinde gerek Twitter üzerinden attığı kısa mesajlarda, gerekse basına ayaküstü verdiği demeçlerde, önce “çekilmenin hemen gerçekleşeceğini asla söylemediğini” ve “sürecin uzayabileceğini” vs. ifade etti, ardından da Türkiye’yi doğrudan ilzam edecek bir beyanla: “eğer Türkiye, Kürtlere saldırırsa, ekonomisini mahvederim!” diyerek, ilk açıklamaya ‘ihtiyatlı’ yaklaşılması gerektiğini söyleyen siyasi yorumcuların bu tahminini doğrulamış oldu. İddia edildiği üzere ya Pentagon ya da ABD’nin diğer bazı kurulu düzen unsurları, çekilmenin muhtemel sakıncaları konusunda Trump’ı ikna etmişti; bunun üzerine de ABD başkanı, Suriye’de ülkesine aktif destek veren unsurları (yani Kürtleri) sahipsiz bırakmayacaklarını deklare etmişti. Biz, sebebi ne olursa olsun, bu son açıklamayı, içerdiği bazı önemli tazammunlar nedeniyle yorumlamak gerektiğine inanıyoruz. Gerçi, göreve geldiği günden itibaren, klasik Amerikan başkanlarından farklı bir imaj çizerek aynı konuda farklı zamanlarda farklı sözler söyleyebilen birinin bu son açıklamasını da ‘değişebilir’ beyanlardan biri olarak görmek mümkün ama burada asıl üzerinde durulması gereken konu, ‘açık tehdit’ içeren ifadenin işaret ettiği bazı ‘gerçekler’dir ve maalesef muhalif medya dahi bunlar üzerinde pek dur(a)mamıştır!
ABD’nin Suriye’den asker çekme kararı, esas itibarıyla, Trump’ın kamuyounda düşen reytinglerini yükseltme çabası olarak görülebilir mi? Evet, Trump gibi siyasetçiler, bu türden bazı ‘politik’ manevralar yapabilirler ve yönettikleri ülkelerin (dış politika) çıkarlarıyla dahi çelişen beyan ve icraatlarda bulunabilirler. Ama ABD gibi, ‘küresel jandarma’ rolündeki bir devlette bu tarzın ‘marjı’ sınırlıdır. Nitekim Suriye bağlamında Trump’ın yapmış olduğu son açıklamalardaki çelişki ve zikzaklar bunu ispatlamaktadır. ABD’deki politik sistem, başkan ne kadar ‘keyfi’ davranırsa davransın, onu belirli sınırlar içinde tutacak bir mekanizmaya sahiptir. Gerçi Trump, bazı açılardan bu sınırları dahi zorlayacak kimi icraatlarda bulunabilmektedir ama örneğin bir yargıyı (yahut meclisi) bypass edecek keyfilikte tutumlar içerisine de girememektedir. Dolayısıyla, Suriye’den asker çekmenin doğal sonucu olarak bölgedeki Kürtlerin zarar göreceği ihtimali önüne konulduğunda, Trump’ın, ‘devletin çıkarları’ aleyhine bir açık tutum sergileyemediğini söylemek mümkündür. Türkiye’yi zora sokan son açıklamanın izahı basitçe bu şekilde yapılabilir. Ancak biz burada açıklamanın tazammun ettiği başka bir boyut üzerinde durmak istiyoruz. Hiç kuşku yok ki, bu sözlerde, bir ‘beyan’ın ötesinde, açık ‘tehdit’ vardır. Daha önce hiçbir ABD başkanı da, ülkeyi hedef tahtasına koyarcasına, böyle bir beyanda bulunmamıştır. Benzer bir üslubu olduğu bilinen Johnson Mektubu’nda dahi, Türkiye’ye bu denli açıktan parmak gösterilmemiştir. Bu üslubu, ‘alışılmadık’ bir başkanın ‘keyfi’ tarzıyla izah etmek belki mümkündür, ama asıl üzerinde durulması gereken konu, tehdidin ‘imkanı’ ile ilgilidir.
Soruyu şöyle soralım: ABD başkanı, gerçekten böyle bir tehdidi gerçekleştirebilir mi? Bağımsız bir ülkenin ekonomisi, bir başka ülke tarafından tehdit edildiğinde, bundan olumsuz etkilenir mi? İşte medyanın sormadığı yahut bazı olumsuz çağrışımlar yaptığı gerekçesiyle sormaktan kaçındığı soru budur. Bu soruya, ‘küresel sistem’ içerisinde ‘tali’ pozisyonda bulunan ülkelerin liderlerinin vereceği klasik cevap bellidir! Bu ülkeler, her bakımdan ‘bağımsız’dır ve bu yüzden, ekonominin gelişmesi yahut gerilemesi, esas itibarıyla, ülkelerin kendi kararlarıyla alakalıdır. Peki, gerçek (özellikle de çağdaş dönemde) bu mudur? Bu sorunun cevabını, açık tehdite maruz kalan Türkiye’nin yetkili mercilerinin konuyla ilgili verdikleri ‘çekingen’ demeçlerde bulmak mümkündür. Bağımsız bir devletin yetkilileri olarak, bu kişilerden beklenen, böylesine açık bir tehdide karşı (en azından) üslubu ‘sert’ cevaplar vermeleridir. Fakat Türkiye’de bu olmamış, Trump’ın açık tehdidine karşı, “böyle söylemeyeydi iyiydi!” tarzı ‘yumuşak’ tepkiler verilmiştir. Erdoğan’ın konuyla ilgili açıklaması sadece, “üzüldüm” olmuştur. Tepkilerin ‘düşük tonlu’ olmasının sebebi çok açıktır: Tehdit sahibi ciddiye alınmıştır, çünkü gerçekten bazı ülkeler, başka bazı ülkelerin ekonomisini mahvedebilir!
Türkiye de bunu yakın zamanda en iyi bilen ülkelerden biridir. Geçen yıl yaşanan rahip Brunson olayında bu durum net olarak görülmüştür! Cumhurbaşkanı Erdoğan, önce “al papazı, ver papazı” tarzı bir çıkış yapmış, fakat ilkin ABD başkan yardımcı Pence’in, ardından da bizzat Trump’ın tehditvari açıklamalarından sonra, ekonomik dengeler bozulmuş, dolar aşırı değerlenmiş, ardından da Türkiye rahip Brunson’ı serbest bırakmak zorunda kalmıştır! Mahkeme kararının, siyasi etki ile alındığı yönündeki yorumlar kolaylıkla yanlışlanamaz, çünkü bizzat ABD başkanı, Brunson serbest bırakıldıktan sonra Erdoğan’ın ismini anarak kendisine süreçteki yardımlarından dolayı teşekkür etmiştir! Bu olayda da açıkça görülmüştür ki, bazı ülkelerin tehditleri ciddiye alınmalıdır. Fakat küresel siyasetteki konumları ‘tali’ olan ülkelerin siyasetçileri, bunu bildikleri ve gereğini de fiilen yaptıkları halde, hamasi söylemler kullanarak, bu gerçeği kitlelerin görmesine engel olmaktadırlar.
Açıkça ifade edilecek olursa, gerçek şudur: Immanuel Wallerstein gibi ‘küresel ekonomi’ üzerine çalışan birçok ekonomistin de ifade ettiği üzere, Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına ayak bastığı 1492 yılından sonra dünya ekonomisi küreselleşmeye başlamıştır. Bu süreç, 20. yüzyıla gelince de tamamlanmıştır. Bu, (ekonomistlerin dilini kullanacak olursak), iktisadi bakımdan ‘çevre’ ülkelerin ‘merkez’ ülkelerce vesayet altına alınması, başka bir ifadeyle, çevre ülkelerin ekonomilerinin merkez ülkelerin ekonomilerine ‘bağımlı’ olması demektir. Bağımlılık teorilerinin dilini kullanacak olursak da, yerel ülkeler, ne yaparlarsa yapsınlar, ‘gelişme’ (yahut ‘kalkınma’) süreçlerinde ‘gelişmiş’ ülkeleri izlemek, onların gittiği yoldan gitmek durumundadırlar. Bu, onlar için bir anlamda ‘kader’ olarak görülmektedir! Elbette ki bu, aynı zamanda, siyasi bakımdan da ‘çevre’ ülkelerin, sahici manada ‘bağımsız’ olamadıkları yahut olamayacakları anlamına gelir. Çünkü ekonomik bağımlılık, kaçınılmaz bir biçimde, ‘tam bağımsızlık’ iddiasının sorgulanmasını gerektirir. Ve ifade edilmelidir ki, bu teori, ‘küresel sistem’ içerisinde bir ‘unsur’ olarak yer almayı kabul eden ülkeler için özellikle doğrudur. Bu sistem içerisinde yer almamak ‘güce’ bağlı olduğu için, esas itibarıyla, sistemi reddeden muhalif devletlerin/ülkelerin (örneğin İran’ın) de sistemden olumsuz etkilenecekleri açıktır. Fakat Türkiye gibi, sistemin bir unsuru olmayı kabul eden ülkelerin bu düzeneğin dışına çıkması zordur. Çünkü sistemler, unsurlarını, yeknesak davranma hususunda zorlarlar. Bu, sistemin mahiyeti gereğidir. Dolayısıyla buradan çıkacak basit sonuç şudur: Türkiye, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, bu ‘küresel sistem’in içerisine girdiği için, onun kurallarına temelde uygun davranmak durumundadır. Pratik de zaten bunu kanıtlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu dönemde, o zamanın süpergücü olan İngiltere ile ilişkilerini iyi tutmaya çalışmış, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD’nin ‘küresel güç’ olarak uluslararası siyasette İngiltere’nin yerini almasıyla birlikte, Batı Kampı’na dahil olmuş, NATO üyesi olup AB’ye üyelik için başvurmak suretiyle de siyasi pozisyonunu net olarak belirlemiştir. Yani, Türkiye, açıkça, Cumhuriyet’le birlikte, Batı Kulübü’nün bir üyesidir. Sadece siyasi yönden değil, ekonomik olarak da, ‘merkez’ ülke olarak kabul edilen güçlerin ‘nüfuzuna’ açık olmasının asıl sebebi budur. Bu şartlar altında, ‘merkez’ ülkeler içinde en güçlüsünün “şöyle şöyle yaparsanız, ekonominizi mahvederiz” şeklindeki tehdidinin altının boş olmayacağına kuşku yoktur. Yerel liderler de bunu çok iyi bilirler. Pratikte de bunun gereğini yaparlar. Buna günlük siyasal dilde ‘devlet politikası’ denir. Hükümetlerin değişmesiyle değişmeyen bu politikada, temel mantık şudur: gücün kadar konuşursun! Fakat ‘tali’ ülkelerdeki ‘siyaset’ kurumunun işleyişi, esasen, rasyonel/aklî olmadığı ve hamasete dayandığı için, politik liderler, kitleleri manipüle edecek bir dil kullanarak siyasi pozisyonlarını korurlar. Bu pozisyonun kuralları da, esas itibarıyla, küresel sistemin hayati çıkarlarına tehdit oluşturmayacak biçimde belirlenmiştir. Yani yerel liderler, hamaset edebiyatı yaparak koltuklarını korurlar; fakat küresel sistem bundan esas itibarıyla zarar görmez. İşte çağdaş dönemdeki siyasi/ekonomik küresel düzenin işleyişi basitçe böyledir!
Bu durumda, ABD başkanının niçin bu kadar açık bir dille Türkiye’yi tehdit edebildiğini anlamak kolaylaştığı gibi, Türkiye’deki yetkililerin niçin ‘sinik’ tepkiler verdiklerini izah edebilmek de mümkün olmaktadır. Fakat burada şunu da sormak gerekir: Trump’ın bu şekilde açık tehditte bulunması, küresel sistemde yerel liderlerin oynadıkları ‘oyun’un kitlelerce farkına varılması riskini de beraberinde getirmez mi? Bu, orta ve uzun vadede, küresel sistemin de geleceği açısından olumsuz gelişmeleri tetikleyebilecek bir durum olarak görülebilir ama bu noktada yapılabilecek fazla bir şey de yoktur. Zira son dönemde ‘merkez’ ülkelerde Trump gibi ‘görece keyfi’ davranan liderlerin çıkması engellenemediği için, küresel sistemin ‘yol kazaları’na uğrama riski de ister istemez artmaktadır. Ancak bu risk henüz çok yüksek olmadığı için ve sistemin geleneksel sahipleri duruma büyük ölçüde vaziyet ettiklerinden dolayı, genel kitlenin bu tür yol kazaları vesilesiyle ‘küresel sistem’in işleyişine yönelik bilinçlenme düzeyinde ciddi bir artış olduğu da söylenemez. Fakat gelişmenin bu yönde olduğuna dair bazı umutlar taşınabilir. Zira ‘içsel’ bazı sorunlar yaşayan Batılı ülkelerde durum, örneğin bir 50 yıl öncesine nazaran, daha iyi değildir ve bu coğrafyalarda ‘korumacılık’ yönündeki trendin güçlenmesinin de asıl sebebi budur. Bu ülkelerde yaşayan ve belirli bir refah düzeyine alışmış insanlar, hal ve durumlarında görülen azıcık kötüleşmeye bile sert tepkiler verebilmektedirler. Bu da, bu ülkelerin ‘kırılganlığı’nı artırmaktadır. Zira coğrafyada, ‘çevre’ ülkelerde olduğu gibi, “aç kalırız ama onurumuzla yaşarız” söylemiyle ikna edilebilecek (yahut kandırılabilecek) kitleler yoktur. Bu ülkelerde ‘hak’ veya ‘özgürlük’ talepleri vardır. Bunlarda görülecek azıcık bir gerileme bile, ülkelerin siyasi kırılganlığına olumsuz katkıda bulunmaktadır.
Bu genel değerlendirmeden sonra, bir siyasi tahmin yapılacak olursa, Suriye’deki muhtemel gelişmelerle ilgili olarak neler söylenebilir? Burada öncelikle şu soruya cevap aramamız gerekiyor: ‘Merkez’ ülkelerin en büyüğü tarafından açıkça tehdit edilen Türkiye, bir ‘çevre’ ülke olarak, Fırat’ın doğusuna geniş çaplı bir operasyon yapmayı düşünebilir mi? Bizce, son günlerde yaşanan gelişmeler, (Erdoğan’ın operasyon için “tüm hazırlıkların yapıldığı” yönündeki beyanına rağmen) bu ihtimalin zora girdiğini gösteriyor. Yetkililerce, ABD ile Türkiye arasında, Suriye’nin kuzeyinde bir ‘güvenli bölge’nin kurulması yönünde görüş birliğine varıldığının açıklanması, trendin yönüne dair bazı işaretler veriyor. Süreç içerisinde belki küçük bazı operasyonların yapılacağı söylenebilir, ama bunların ABD’nin resmi açıklamalarında ifade edildiği gibi “Kürtlere zarar verecek” boyutta olamayacağı artık bellidir. Böylece Amerika, Suriye krizi boyunca, kendisine doğrudan destek veren bir bölgesel unsuru desteklemeye devam edeceğini ihsas ettirmiş oluyor. ABD askerlerinin bölgeden çekilmesi, elbette, Rusya, İran ve Suriye’nin işine yarayacaktır, fakat bu hususu da abartmamak gerekir. Çünkü ‘asker çekme’, bölgeden çekilme anlamına gelmez.
ABD’nin yerel Kürt unsurlara desteği önümüzdeki süreçte de farklı şekillerde devam edecektir. Bu noktada özellikle de ABD ve Rusya arasındaki ilişkilerin (görüşme trafiğinin) belirleyici olacağı söylenebilir. Zira geçmişte Suriye krizinin ‘çıkmaz’a girmesi noktasında nasıl ki bu iki ülkenin tavrı belirleyici olmuşsa, krizin çözülmesi noktasında da bu iki ülkenin ‘anlaşması’ belirleyici olacaktır. Türkiye ve İran faktörlerinin de denklemde önemi vardır, fakat bunu abartmamak gerekir. Biz, ABD’nin Suriye’den asker çekme kararını, bundan böyle ‘siyasi çözüm’ çabalarının artacağının bir işareti olarak görüyoruz. Yaklaşık 8 yıl önce başlayan krize artık bir çözüm bulmak gerekiyor. Zira kriz, büyük güçlerin dünya kamuoyundaki ‘imaj’ını olumsuz etkiliyor. Bu güçler, Suriye halkını düşündükleri, insan haklarına önem verdikleri vs. için değil, imajlarını düzeltmek için bunu istiyorlar. Mısır, Libya, Tunus vb. ülkelerin aksine, çözümün Suriye’de uzamasının nedeni, ‘küresel güçler’in meseleye doğrudan dahil olmasıdır. Bu türden durumlarda, genellikle, savaşlar uzar ve ‘siyasi çözüm’ de zor bulunur. Fakat Suriye’de süreç artık bu yönde ilerleyecektir. Biz, ‘siyasi çözüm’ arayışlarının önümüzdeki dönemde hız kazanacağını ve ‘küresel güçler’i tatmin edecek bir formül bulunduğunda, meselenin bir şekilde çözüleceğini düşünüyoruz.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *