Muhafazakâr, mukaddesatçı, dindar insan ve grupların hataları, günahları İslam’a da, İslamcılığa da ihale edilemez. İslamcılık resmî şekillerde temsil mecburiyetinde de değildir.
Karar gazetesi yazarlarından İsmail Küçükkılınç bugün, “İslamcılık Nimet abla bilet gişesinde ne arıyor?” başlıklı çarpıcı bir yazı kaleme aldı.
Nimet Abla piyango bayii önünden medyaya yansıyan karelere bakarak, “Uzun müddet Makarr-ı Hilafet, yani hilafet merkezi olmuş, camiler şehri İstanbul’daki bu manzara ne derecede İslam’ı, ne derecede de İslamcılığı alakadar etmektedir?” sorusunu gündeme taşıyan Küçükkılınç, Modern çağda Müslümanların, İslam topraklarının maruz kaldığı tehlikenin bir muhakemeyi, gözlem yapmayı, tenkitte bulunmayı zaruri hale getirdiğini vurguluyor.
İslamcılığın tanımına ve özelliklerine de işaret eden Küçükkılınç, bir İslamcının neden o gişede bulunabileceğine 3 madde ile değiniyor.
Şöyle diyor Küçükkılınç:
İslamcılık, herkesi tatmin eden, herkesin üzerinde ittifak edeceği bir tarife henüz kavuşmuş değildir. Ayrıca tabir meselesi de henüz aşılabilmiş değildir. İhyacı, ıslahçı hareketler tabiri değil de İslamcı yaklaşım ve hareket tabirinin itici bulunması belki de İslam’a gösterilen hürmetin bir tezahürüdür. Ancak geçmişte sıkça kullanılan İttihad-ı İslam ve Panislamizm tabirleri daha ziyade bir “birlik” olgusuna işaret ettiği için İslamcılığı tam karşılamamaktadır. İslamcılık canlı, hayata dair, hareket halinde, fert ve toplulukların aktüel-güncel meselelerine kısa ve uzun vadeli çözümler üreten bir mahiyete, bir vasfa sahiptir. İttihad-ı İslam, belki bir vasıta ama daha ziyade bir ülkü, bir hedeftir. 19.yüzyılda İslamcılık ve İttihad-ı İslam esasen iç içeydi; Hıristiyan Avrupalı devletlerin işgallerine karşı dayanışmacı bir mukavemeti, Hilafet merkezi Osmanlı Devleti’nin bayrağı altında birleşmeyi ya da onun işgal edilmiş İslam topraklarına yardımını esas ittihaz ediyordu. Ancak artık ortada ne hilafet var ne de eski şekliyle emperyalist fiilî işgal. Bu durumda İttihad-ı İslam’ın da farklı bir şekil ve görünüm kazandığı tartışmasızdır. İslam ülkelerini bir araya getiren teşkilatlar, yardım ve hayır kuruluşları ilk akla gelen misallerdir.
İttihad-ı İslam ile “ümmet” vakıası, İslamcılık ile İslam ve Müslümanlar arasındaki münasebet gibidir. İttihad-ı İslam ve İslamcılık, ümmet ve Müslümanların modern çağdaki perişan vaziyetini gözden geçirme, mevcut durumun sürdürülebilir olmadığını tespit ameliyesi, gayretidir.
Modern çağda Müslümanların, İslam topraklarının maruz kaldığı tehlike, haliyle bir muhakemeyi, gözlem yapmayı, tenkitte bulunmayı zaruri hale getirmiştir. Şahit olunan, bariz olan haricî sebep, dâhilî sebebe yoğunlaşılmasına yol açmıştır. Haricî sebepler malum, Batı’nın teknik açıdan mukayese kabul etmez bir üstünlüğe sahip oluşu ve bu üstünlük sebebiyle her istediğini yapabilmesi, her bölgeyi, kıtayı işgal edebilmesi idi. Bilhassa harp aletlerinin acımasızlığı, mesafeleri kısaltan araçların hızı, imalat sanayindeki makineleşme ve seri üretim işgalin de sömürünün de gözlemlenebilir tezahürleri ya da vasıtaları idi. Bu sebeple hararetle ve iştiyakla [büyük bir arzuyla] Batı’nın tekniği alınmak istenmişti. Çünkü Batı çok az asker ile ama teknik, tesirli harp aletleriyle muazzam bir kalabalığı perişan edebiliyordu. Bu, hayatın pek çok veçhesinde geçerli idi. 93 Harbi’nde ve I. Dünya Harbi’nde demiryollarımız yeterli uzunluk ve hatta olsaydı savaşın seyri de farklı gelişebilirdi. Demiryolu, kimi zaman beka meselesi hükmündeydi.
Haricî sebebin bir açıdan ihtişamı, bir noktadan da kahrediciliği iç sebebin fena oluşuna hükmedilmesini gerektirdi. İslam değil, Müslümanlar ve onların İslam’ı anlayış tarzları kusurluydu. O hengâmede Batı’nın teknik üstünlüğünün arka planı, bu üstünlüğün aslında bir medeniyet meselesi olduğu bihakkın tetkik edilemediği gibi dâhilî sebeplerin birçoğu da aslında bizatihi maruz kalınan felakette kayda değer bir tesire sahip değildi. Ancak o günkü travmanın meydana getirdiği şaşkınlık, perişanlık ve aciliyet iç sebeplerin de derinlemesine incelenmesine imkân vermedi.
Kanaatimiz odur ki, bilhassa İslamcıların İslam dünyasının perişan halini anlamak için o dönemde tespit ettiği, gösterdiği sebepler, esasında bizim Batı gibi olamayışımızı izahta yetersizdi. Ancak şunu da teslim etmek gerekir ki, o sebeplerin birçoğu da İslam’ın meşru göreceği, cevaz vereceği [olumlayacağı] şeyler değildi. Kanaatimizce Avrupa’nın teknolojik üstünlüğünün temel sebebi ve lokomotifi olan keşifler, aklın ve bilimin nihaî ve zarurî bir eseri değil, coğrafî-iktisadî şartların icbarıydı[zorlamasıydı]. Ancak şunu da kabul etmek lazımdır ki, Avrupa’nın coğrafî-iktisadî pozisyonu, Kilise’nin tavrı birer amil[etken] olmasa bile teknolojik gelişme istenilse bile İslam dünyasında zor gerçekleşirdi. İslam dünyasının kendine yeter oluşu, sömürgeciliğe kadar ölümcül bir fakirliğin mevcut olmayışı, sıçrama yapmaya etki edecek ya da onu gerektirecek dâhilî ya da haricî herhangi bir motivasyonun bulunmayışı yanında inanılmaz bir tembellik, boşvermişlik, yer yer tefessüh[bozulma, çürüme] tekrarcılık ve taklid de gelenek ve karakter halini almıştı.
İslamcıların “günah keçisi” ilan ettikleri tasavvufa yönelik tenkitlerinde ise tarikatların kâhir ekseriyetinin [büyük, ezici çoğunluğunun] dünyevî hayatı boşlamışlıkları mühim bir yer tutuyor ve bunda haklılık payı da inkâr olunamazsa da aynı zamanda tasavvuf, sıçrama yapmaya mani oluşu kadar, bundan bağımsız bir şekilde pek çok açıdan İslam’ın temel umdeleriyle [ilkeleriyle] çatıştığı, çeliştiği için de mesele halini alıyordu. İlginçtir, geleneği hepten reddettikleri ya da görmezden geldikleri iddia olunan İslamcılık, bu kabil bir tasavvuf eleştirisinde gelenekten kendisine inanılmaz bir destek de buluyordu.
Tembellik, uyuşukluk, körü körüne itaat, tenkit yokluğu, üretimsizlik, bunu temin ya da teshil ettiği [kolaylaştırdığı] için tasavvuf, İslamcılığın meselesi olmuş, modern çağda maruz kalınan ölümcül tehdidin izalesi için doğru ya da yanlış kendisiyle mücadele mecburiyeti inancı hâsıl olmuştur.
Tenkidin yokluğu, tekrarın çokluğu haliyle taklidin kurumsallaşması, coğrafî-iktisadî şartlardan bağımsız birer müzmin maraz [kronik hastalık] idi.
İslamcılık, haricî sebep olarak tekniğin transferini, dâhilî sebep olarak da artık sadece tekrar ve taklidin değil, bir bütün olarak geleneğin tenkidini ve dinin asliyetine kavuşturulmasını talep ediyordu. Dâhilî sebeplerin izahında Kur’an ve Sünnetin kusursuzluğu mutlak olarak öne çıkarılıyor, en fazla sahih kabul edilen bazı hadislerin mevzu [uydurma] olabileceği söyleniyor, ancak başka kültürlerin ve dinlerin tesiriyle inanç halini almış kurumlar hedef tahtasına oturtuluyordu. Hâsılı İslamcılık, Müslümanların samimiyetlerini değil onu tayin eden sebep ve şartların sıhhatini tartışıyordu. Bunun yanında zina yapmak, hırsızlık yapmak, adam öldürmek, faiz yemek de İslamcılığın meselesi değildi, çünkü bunlar modern çağda da tartışılması anlamsız, İslam’ın mutlak ve evrensel günah maddeleriydi. İslamcılık, esasında günaha değil, İslam’ın istinatgâh oluş olgusuna odaklanmıştı. Bir Müslüman’ın faiz yiyip yememesinden çok, modern çağda finans işlerinin, kredinin ticareti nasıl etkileyeceği ya da belirleyeceği ile ilgileniyordu. Çünkü faiz yiyen bir Müslüman, eyleminin günah olduğunu biliyor, ancak helal yoldan ticaretle para kazanmak isteyen esnaf ya da tüccar şartlara göre tavır almak istiyor ama harama da bulaşmak istemiyor. Faize karşı enflasyon farkı ahlakî bir çözümse İslamcılık faaliyetidir, değilse başka arayış şarttır.
İslamcılık, bir Müslüman’ın zina etmemesi, haram yememesi, hırsızlık yapmaması gerektiği hususunu bildiğini ve buna göre harekete mecbur olduğunu önkabul telakki ediyor ve bundan sonrası için gayret sarf ediyordu. İslamcılık, İslam’ın kendisi ya da hidayet rehberi değil, esasında İslam’ın ve Müslümanların modern çağa intibaklarında karşılaştıkları meselelere çare arayışıdır. Gelenek tenkidi ve safiyet, asliyet arayışının bir yönü de bu telakki ve arayış çerçevesinde mütalaa olunmalıdır.
Geleneğin mühim bir kısmını teşkil eden ve zaman içinde muhtelif sebeplerle Müslümanların hayatında yer edinen hurafeler de, modern çağda inancın devamını zorlaştıran unsurlar olmasalar da İslam nokta-i nazarından kabul edilebilir değillerdir. Ancak hurafelere inanç günümüzde müsamaha edilebilir şeylerden olmasa gerektir. Bu bakımdan hurafelerin tasfiyesi kutsala profan-seküler taarruz değil, kutsalın muhafazası için mecburî ve samimî bir gayrettir.
Müslüman yoksa ahlak yoksa İslamcılık da yoktur. Her İslamcı bir Müslüman olduğu için günahlara her şeyden önce bir İslamcı olarak değil, bir Müslüman olarak yaklaşır. Hiç kimse İslamcılığa İslam muamelesi yapmamalıdır. İslamcılık, Nimet Abla Bilet Gişesi’nde bir şey aramıyor, çünkü kalabalığın sebebini biliyor ve gözlem yapıyor.
Not: 1- Millî Piyango gişelerine hücum maalesef hem sosyal adaletsizliğe hem de ahlakî bir probleme işaret eder. Kolay yoldan zengin olmak, emek saf etmeden para kazanmak garip bir hal ve his olsa gerek.
2-İslamcılık, “büyük ikramiye çıkarsa önce bir cami yaptıracağım, Hacca gideceğim” diyeni Müslüman telakki eder ama bu anlayıştaki garabete de bigâne kalamaz. Hakeza farz-ı muhal, Millî Piyango idaresinin cami yaptırması İslamcılığa da gelenekçiliğe de aykırıdır.
3-İslamcılık, İslam’ı hayatın her alanında istinatgâh kılarak Müslümanların meselelerine çare arayışı demektir. Çare arayışının bir şahsa, bir topluluğa, bir partiye irca edilmesi [indirgenmesi], hasredilmesi [tahsis edilmesi] kötü niyetli bir yaklaşımdır. Muhafazakâr, mukaddesatçı, dindar insan ve grupların hataları, günahları İslam’a da, İslamcılığa da ihale edilemez. İslamcılık resmî şekillerde temsil mecburiyetinde de değildir. Fert olarak, vakıf ve dernek olarak herkes İslamcılık vadisinde gayret sarf edebilir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *