İslam’la bağdaşması zor olan demokrasi, adalet yerine zulme dayalı bir siyaseti meşrulaştırmak için bazı “ilim” mahfillerince üretilen uysal ve eyyamcı siyasi teorileri, halkın hoşuna gidecek şekle büründürerek tumturaklı ifadelerle süsleyip halkın önüne sürmek Sömürü çarkının dişlilerine yağ olmak demektir.
Adalet ve Demokrasi
Nuri Celepçi
“Batıdan gelen her fikir gibi, demokrasi bizde halka “amentü” halinde ezberletildi. Tenkit ve münakaşa edilmedi. Bünyemize uygunluğunun şartları üzerinde düşünülmedi. Hukuk ve ahlak yönünden tahlili yapılmadı. Değeri hakkında itirazlar yapılıp cevapları aranmadı. Bir kelime ile, üzerinde düşünülmeden körü körüne benimsendi.”(1)
Önemli değerlerimizden biri olan rahmetli Nurettin TOPÇU hocamızın tenkidinden ve siteminden bir nebze kurtulabilmek adına, demokrasi nedir? Ne değildir? Olumlu olumsuz yönleri, doğru yanlış noktaları nelerdir? Diye bir deneme yazısıdır.
Demokrasi ve İslam başlığı altında çok sayıda yazı kaleme alınmış, değeri ve derinliği olan birçok fikir dile getirilmiştir. Konuyla ilgili olarak yazılan yazıları şu başlıklar altında sınıflandırmak mümkündür:
1- Demokrasi ile İslam asla birbiriyle uyuşmayan, tamamen farklı sistemlerdir.
2- Demokrasi İslam’ın öngördüğü bir sistemdir. Demokrasi, temelde insana dayanır.
Onun temeli insan’a güvenmektir. Allah da insana güvenmiştir ki, ona akıl ve irade vererek yeryüzünün halifesi yapmıştır.
Demokrasi’nin İslami bir yönetim olduğu yolundaki iddialara bir gerekçe olarak da “insanların çoğunluğu yanlış üzere ittifak etmez”, “Allah insanların fıtratına doğruyu bulma kabiliyeti koymuştur öyleyse insan şu veya bu şekilde mutlaka doğruyu bulacaktır.” Şeklinde ifade edebileceğimiz iki önerme ileri sürülür. Bu noktada insanın vicdanına da atıf yapılarak vicdanın insanı yanıltmayacağı üzerinde durulur.
3- Demokrasi oligarşi, monarşi, aristokrasi gibi karşıtlarıyla karşılaştırıldığında ileri bir yönetim şeklidir. “Ne var ki, tümden kusursuz ve insanoğlunun bu alandaki siyasal arayışlarının tamamlanmış şekli değildir.
İslam’ın insanda inşa etmeye çalıştığı akıl, toptancı olmayan seçici akıldır. Bu secici akıl ile konuya yaklaşmaya çalıştığımızda yukarıda üç madde halinde sıraladığımız demokrasiye ilişkin mülahazalardan üçüncü sırada yer alan düşünceyi daha isabetli bulduğumu ifade edeyim. Bu yazımızda demokrasiyi adalet temeline değerlendirmeye çalışacağım.
Siyasal bir sistemin mükemmelliği Adalet göstergesiyle ölçülür. Onun için demokrasinin erdemli bir yönetim olup olmadığı adaletle ilişkisi ölçüsünde ortaya çıkacaktır. Varlık dünyasının merkezi kavramı Tevhid iken, bu gerçekliğin toplumsal izdüşümü olan ve yönetim modelinin de tam merkezinde adalet kavramı yer alır.
Bu bağlamda demokrasiyi ele aldığımızda şu noktalarda adaletli bir yönetim olmadığını söyleyebiliriz.
1- Bilindiği üzere eşitlik demokrasinin vazgeçilmez ana sabitelerinden birisidir. Demokraside vurgu adalete değil eşitliğedir. Bundan dolayıdır ki, demokrasilerin geçerli literatüründe adalet sözcüğü yer almaz. Adaletten söz edilen bir yerde demokrasiden, demokrasiden söz edilen bir yerde de adaletten söz etmek hayli zordur.
Her eşitliğin adalet olmadığı gerçeğini hepimiz biliyoruz. Demokrasinin temel felsefesi ise, bireylerin arasındaki yetenek ve güç farkına dayanan bir yarıştır. Bu noktada şöyle bir adaletsizlikle karşılaşıyoruz. Bireyler arasında fıtri ve sonradan kazanılan yetenek farklılıkları vardır. Bu farklı yeteneğe sahip özel insanlar belli çıkarlar etrafında toplanan gruplar, cemaatler, sınıflar ya da siyasi organizmalar içinde aynı hedef ve idealler doğrultusunda bir araya gelebilirler. Böyle bir birliktelikte bilgi, mali güç ve daha birçok imkânlarla iyi organize olmuş olanlar, bu imkânlara sahip olmayanlar karşısında daha yarışın başında galip gelmiş olacaklar. Böyle bir yarışın adil olduğunu kimse iddia edemez. Demokrasilerde adalet değil eşitlik ölçü alındığı için, bu mantık sahipleri; madem eşitlik esas daha ne istiyorsunuz hadi bakalım yarışalım mantığı ile hareket ederler.
Aynı çarpık mantığı ülkelerin siyasi, askeri ekonomik alandaki yarışında da görüyoruz. Örneğin; teknolojik, finansman, enformasyon ve silah gibi etkin güçlere sahip, bilgi çağını geride bırakmış bir ülke ile henüz tarım toplumu olmaktan çıkamamış yoksul/yoksullaştırılmış ülkelerin serbest piyasa koşulları, serbest ticaret vs. isimler altında aynı kulvarda yarıştırılmaya kalkıştırılıyor. Elbette bu yarışın sonu kaçınılmaz olarak bu günkü sömürü düzenine ulaşıyor. Bu eşitliğe dayalı yarış devam ettiği sürece de sanayileşmiş ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki makas daha da açılıyor. Bu şartları ortaya çıkaran Avrupa kültürünün paranoid özelliğinden kaynaklanan demokrasi ve onun payandalarından birisi olan serbest piyasa ekonomisi de insanlığın kurtuluşu için bir değer olarak kabul ediliyor.
2- Demokrasi, keyfiyetin yerine kemiyeti koyarak başka türlü bir adaletsizliğe sebep oluyor. Şöyle ki:
Demokrasilerde halk çoğunluğunun iradesi geçerlidir. Her toplumda genellikle çoğunluğu teşkil edenler Müslüman düşünürlerin tasnifiyle söyleyecek olursak “avam” tabakasıdır. Halkın çoğunluğunun görüşlerinin kabul edilmesi demek, alimle filozofun değil, cahilin ve ayak takımının, düşünenlerin değil, düşünmeyenlerin çok ve çeşitli duygularla karışık, uzağı görmeyen, telkin ve taklit mahsülü avamın düşüncelerinin kabulü demektir
Filhakıka bu rejimde ‘bilenle bilmeyen bir’ olmaktadır. Zira her vatandaş aynı oy hakkına sahiptir. Bu hususta cahil ile âlimin, filozof ile amelenin, şerir ile velinin farkı tanınmıyor. Hayatının kemal mevsimine ulaşmış olgun ve faziletli bir hakim ile psikopat bir katil yan yana oy kullanıyorlar. Her ikisinin oyları tatbikatta aynı değeri taşıyor olması adaletli bir uygulama olup olmadığı üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. (2)
3- Konuya nitelik ve nicelik açısından yaklaştığımızda da bir adaletsizliğin olduğu söz konusudur. Şöyle ki; Demokratik yönetimlerde yönetimi ele geçirenler çoğunluğa dayalı, sayı çokluğunu elinde bulunduran kalabalıklar olduğu için nitelik niceliğe feda edilmek zorunda bırakılıyor. Bunun sonucunda insanlık tarihinde nübüvvete dayalı dönemleri müstesna edildiğinde halk, hep zulümlerle ihtirasların hakimiyeti altında yaşamıştır. Olgunlaşmamış ve kendi yolunu bulamamış bir halk kütlesinin en fena emeller elinde oyuncak olması her zaman mümkündür. Çünkü bu zümreler bir toplum içinde hep çoğunluğu teşkil eden gruptur. Oysa- ki; İnsanlığın kara bahtını, uğursuz kaderini değiştirenler, zulüm ve haksızlıklara karşı direnenler hep büyük ruhlu, şahsiyet sahibi lider kabiliyetli önderler olmuştur. Çünkü kitleler ancak yönlendirilir. Kitleleri yönlendirenler az sayıdaki şuurlu insanlardır. Lidersiz ve öndersiz bir cemiyet yönsüz kalır. Öyleyse her yerde halka önderlik edecek olgun ve faziletli bir münevver zümrenin yetişmesi elzemdir.
Söylediklerimizden seçkin elitlerin iktidarından yana olduğumuz anlamı çıkmasın. Burada yönetmede zekanın önemine vurgu yapmanın yanında, Bilgi, derin kavrayış ve entellektüelizmin zekaya özgü bir haslet olduğunu ve halkın her şeyi her zaman derinliğine ve etraflıca düşünemez olduğuna dikkat çekmek istedim. Hemen belirtelim İslam toplumu bu sorunu halkı hak ve adalet temelinde eğiterek ve “emr’i-bil ma’ruf ve nehy’i-anil münker” emrini ifa ederek büyük ölçüde halletmiştir.
Bilginin bilgisizliğe, nitelin niceliğe olan üstünlüğü konularındaki bu görüşlerimiz asla asabiyetçilik olarak değerlendirilmesin. Seçkinlikle soyluluğun ayrı şeyler olduğunu hemen belirtelim. Burada ifade etmeye çalıştığımız üstünlük aristokrasinin soy ve nesebe dayalı ontolojik bir üstünlüğü değildir. Haddizatında böyle bir üstünlük kabul edilemez. Bir Müslüman Kur’an’dan, ilk ontolojik mukayese yaparak üstünlük taslayan ve ilk ırkçılığı başlatanın şeytan olduğunu “Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise, çamur (toprak) tan yarattın” (3) ayetinden öğrenmiştir.
İslam düşünce geleneğinde ‘ havas’ ve ‘avam’ ayrımı vardır. Ama bu ayrım hiçbir toplumsal veya etnik ya da sınıfsal temele dayanmaz. Özel çabalarla avam, havas olabilir. Bu yol ve imkan herkese açıktır. Örneğin İslam hukukunda da müctehid seçkin insandır, fakat onun aristokrat kökenden gelmesi gerekmez. Müctehidi müctehid kılan onun cehd ve çabasıdır. Avam/halktan kimseler de müctehid olabilirler. Nitekim büyük hukukçu Ebu Hanife’nin yine kendisi gibi müctehid olan öğrencisi Ebu Yusuf Yoksul bir ailenin çocuğudur.(4)
Bu noktada demokrasi savunucuları tarafından şöyle bir itiraz gelmektedir: Hakîkat entellektüellerin tekelinde değildir. Diyerek bu düşüncede olanları insandan şüphe eden “bir demokrasi şüphecisi veya karşıtı”, “Allah’ın güvendiği insana güvenmeyen bir mütekebbir” olarak suçlamalarda da bulunurlar.
Bu ve benzer eleştirileri doğru bulmamaktayım. Hakikat ne entelektüellerin ne de diğerlerin tekelindedir. Hakikati tayin edip tanımlayan Allah’tır. İnsan, bu hakikatten pay aldığı oranda hakka yakin hakikatin de yanındadır. Hakikatten pay almanın ölçüsünü de Allah belirlemiştir ki, bu ölçüyü kısaca Maddi ve manevi alanda alın teri, gözyaşı dökerek çalışmak, emek ve zaman harcayarak sahibi olmak şeklinde özetleye biliriz. Elbette ki her bilgi sahibi hakikati elde etmiş değildir. Öyle olsaydı Mekke toplumunun ileri gelen entelektüel şahsiyetlerin başında gelen uluslararası ticaret yapabilecek kadar bilgi donanımına sahip birisi için Allah cehaletin babası anlamına gelen “Ebu Cehil” ismini vermezdi. Şu da bir vakıadır ki, Hakikate ulaşanlar alın teri döküp mesai ve emek harcayarak elde ettikleri ilim sayesinde bunu başarmışlardır.
Allah Rasulünün 23 senede yerleştirdiği asrı saadet inkılâbı çok sağlam temeller üzerine bina edilmişti. Projesi Allah’a ait olan bu binanın mimarı Rasulullah’tı. Sütunları onun yetiştirdiği şahsiyetli çekirdek kadro, taşları ise İslam cemaatini oluşturan fertlerdi.
Dünya tarihinin görebildiği bu en çaplı ınkılabın dinamiklerini maddeler halinde sıralayacak olursak:
1. Kitap.
2. Sünnet.
3. Şahsiyetli çekirdek kadro
4. Cemaat. (5)
Görüldüğü gibi dönüşümün gerçekleşmesinde halkın tamamının katkısı olmakla birlikte binanın taşıyıcı sütunları şahsiyetli çekirdek kadro olmuştur. Unutulmasın ki, bin vagon bir lokomotifi çekemez ama bir lokomotif bir vagonu çeker.
Tecrübeler göstermiştir ki, geniş halk kitleleri kendi gerçek menfaatlerini görebilecek kabiliyete değildirler. İnsan tabiatındaki bu zaaftan dolayı, kendi hayati meselelerinin pek çoğunda gerçeğin sadece bir yanını görür, öbür yanlarını hesaba katmaz. Verdiği hükümler ekseriyetle tek taraflıdır, heyecan ve arzularına o kadar kapılır ki önemli meselelerde ancak nadiren ilmi muhakemenin tarafsızlığı ve objektifliği ile karar verebilir. Çok defa sırf kendi ihtiraslarına ve arzularına aykırı düştüğü için aklın gösterdiği yolu reddeder.(6)
Buna Amerika’daki içki yasağı kanunu örnek olarak verebiliriz. İçkinin sağlığa zararlı olduğu, insanın zihni ve entelektüel melekelerini tahrip ettiği, insan cemiyetinin inhilaline yol açtığı akılla ve mantıkla ispat edilmiştir. Amerikan halkı bu gerçekleri kabul etmiş ve içki yasağı kanunun çıkarılmasına razı olmuştur. Böylece kanun ekseriyetle kabul edilmiştir. Ama kanun yürürlüğe konduktan sonra onun kabulü için rey veren halk yine bu kanuna isyan etmiştir. Nihayetinde kanunun çıkması için oy veren halk, bu sefer kanunu kaldırmak için oy veriyor ve yasağı kaldırıyor.(7)
4- Modern demokrasilerin bir diğer çıkmazı da bireyin hak ve özgürlükleri konusudur. Hâlbuki demokrasinin en temel ilkelerinden birisi insan hak ve hürriyetlerinin gerçekleştirilmesi değil miydi? Teorik olarak doğrudur ancak bu, bireyin aleyhine olarak devlet ve kurumlarının güçlenmesiyle birlikte ortadan kalkmaktadır. Demokratik düzende birey adeta yalnız bırakılmış, çevresine de yabancılaştırılmıştır
“Bireyi devletten aldığı hak ve özgürlüklerin fazlalığı veya genişliği güçlendirmez; asıl onu güçlendiren her alanda devletin önüne geçebilen toplumdur. Toplumu oluşturan da çeşitli dini, hukuki ve sosyal gruplardır. Bundan dolayı İslam – siyaset modelinde, ümmet devletten daha geniş hak ve sorumluluklarla korunmuş, böylece birey güçlü kılınmıştır. Modern demokrasilerde ise bireyle ilişkiyi kuran, akitler yapan devlettir. Birey ve devlet pazarlık masasına oturunca, elbette güç devletin elinde toplandığından devlet isteklerini bireye bir şekilde ve çeşitli yöntemlerle kabul ettirebilecektir.(8) Günümüzdeki memurların bağlı oldukları sendikalarla devleti temsil eden hükümet pazarlıklarında bunu açık ve net bir şekilde göre biliyoruz.
Çoğunluğun hakim görüşüne karşı birey kendi özgün davranışlarını koymak istediğinde veya azınlıkta kalan dini, kültürel, etnik vb. gruplar kendi düşündükleri ve inandıkları gibi yaşama talebinde bulunduklarında, bu talepler çoğunluğun istekleri doğrultusunda yönlendirilen devlet yönetimine ve kurumların faaliyet alanlarına nasıl yansıya bilecek? Çoğunluk buna rıza gösterecek mi? Gösterdiğini varsaysak bile, devlet ve kurumlar, bir anda iki ayrı rol oynayabilecek, iki ayrı hizmet sunabilecek mi?(9)
5- Diğer taraftan demokrasinin, çoğunluğun oyunu hak diye tanıması da azınlık yönünden bir haksızlık teşkil ediyor. Bu yüzden iktidarı ele geçiren partinin taraftarlarıyla muhalefet partilerine bağlanan halk kütleleri arasındaki hoşnutsuzluk bazen iç mücadelesi halini alıyor. Bu mücadelede, kendi iradeleriyle kendilerini idare etmek isteyen tarafların hepsi de aynı derecede haklıdır. İstedikleri haksız bir müdahale değil, kendi iradelerini yaşatmaktır. Bunların hepsi de kendi yönünden demokrasinin tatbikini istemektedir. Hâlbuki her iktidar ancak bir zümre hakkında demokrasiyi tatbik etme imkânına sahiptir, muhalefet zümreleri hakkında ise, itaat rejimini kullanmak zorundadır. Milletin ekseriyeti için demokratik olan rejim, azınlık hakkında despotizm oluyor. Demokrasiyi, ekseriyetin hâkimiyeti rejimi olmaktan kurtaran bir uzlaşma planı yapılmadıkça, ondan halk tabakalarını birbirine küskün yapan, bazen düşman safları halinde ayıran zehirli unsur hiçbir zaman yok edilemeyecektir. (10)
İslam hukukunda halk, çoğunluk kararı ile herhangi bir görüşü hâkim görüş olarak herkesi kapsayacak şekilde alamaz. “çoğunluk değil” “çoğulculuk “ esas olduğundan, her dini, kültürel veya etnik grup, dini ve hukuki tüm özerkliğe sahip olduğundan, kendilerini sadece kendilerinin seçtiği dini veya siyasi görüş bağlamaktadır. Dolayısıyla aynı toplum içinde çok sayıda hukuk bir anda geçerlidir; devletin görevi, her alanın kendi özgürlüğünü güvence altına almak, dini siyasi ve kültürel gruplardan her birinin haklarını güvence altına almaktır.
Eşitlik rejimi oluşu ile vatandaş haklarını gerçekleştireceği kabul edilen demokrasilerde bu eşitlik, çoğunluğun tarafında gerçekleşiyor. Böylece demokrasi millet fertleri ve partiler halinde bölünen zümreler arasında bir müsabaka mahiyetini alınca, ekseriyetin gurur ve tahakkümünün zaferiyle neticeleniyor.
6- Halk yönetimi teknik bakımdan mümkün değildir ve sonuçta başvurulacak çare, halkın çoğunluğunun vereceği kararın genel geçer sayılmasıdır. Bu da çoğunluk diktatörlüğüne yol açıyor. Peki, bu yeni tür diktatörlüğe karşı azınlıkta kalanların hakları nasıl korunacak?
Çoğunluğun hâkim görüşüne karşı birey kendi özgün davranışlarını koymak istediğinde veya azınlıkta kalan dini, kültürel, etnik vb. gruplar kendi düşündükleri ve inandıkları gibi yaşama talebinde bulunduklarında, bu talepler çoğunluğun istekleri doğrultusunda yönlendirilen devlet yönetimine ve kırımların faaliyet alanlarına nasıl yansıyabilecek? Çoğunluk buma rıza gösterecek mi? Gösterdiğini varsaysak bile, devlet ve kurumlar, bir anda iki ayrı rol oynayabilecek, iki ayrı hizmet sunabilecek mi?(11)
7- Demokrasiler bütün toplumsal kesimlerin, mesleki, sendikal vb. alanlarda örgütlenmesini ve siyasete katılmasını öngörürler. Ne var ki, böyle olmasına rağmen imkânlar ve güçler hiçbir zaman bütün demokratik kuruluş ve örgütler arasında eşit olarak dağıtılamaz ve her zaman diğerlerine göre daha kuvvetli ve örgütlü bir grup bu yarışta diğerlerine üstün gelmenin yollarını keşfedip bulacaktır. (12) Bu demektir ki tam yarışçı ve rekabetçi bir demokrasi, katılımın alanlarını daraltır veya katılımı anlamsızlaştırıp işlevsiz bir hale sokabilir.
Yorum: Onun için yarışçı ve rekabetçi bir ortamı hazırlamadan önce yarışacak kişi ve grupların en azından görünen (maddi) şartlarını eşit hale getirmeli ki son tahlilde bu da yeterli olmamaktadır çünkü maddi şartların yanında manevi, ruhi bir takım yeti ve imkanların da eşit olmasını sağlamak gerekir ki, bu ise neredeyse imkansızdır. Peki, bunların çözümünün olduğu bir sistem var mıdır? Olmaz mı? Elbette vardır hem de tek çözüm yolu o da İslam.. İslam’ın adalet ilkesinin hakim olması.
Fıtratta ve hilkatte “ bir tarağın dişleri gibi “ eşit yaratılan insanların farklı tarafları olan “liyakat” ve “kabiliyet”lerini hemcinslerine karşı tahakküm aracına dönüştürmemeleri için Allah teala “adalet öğretisi”ni vaz’etmiştir.
“Adalet öğretisine göre yaradan karşısında insan toplulukları “fıtrat” açısından düz bir çizgi üzerindedirler.
Adalet öğretisinin hakim olduğu bir toplumun fertleri “zulüm düzenleri”nde olduğu gibi birbirlerinin omuzlarına ya da kafasına basarak “yükselme” yerine, kendi ayakları üzerinde durarak “hayırda öne geçme” mücadelesi verirler…(13)
Bir toplumda, adalet nizamı yerini hayrı öncelemeyen yarış ve rekabetin kaçınılmaz sonucu olan zulüm düzenine bırakmışsa bu durumda toplumdaki hayırda öne geçme yarışı, yerini, başlara basarak “piramidin tepesine” ulaşma yarışına bırakmıştır. Adalet toplumunda tüm başlar Allah’a bağlı iken, İslam’ın dışındaki tüm sistemlerde baş başa, baş da ya padişaha, ya meclise, ya anayasalara, ya çıkar gruplarına, ya da bir zümreye bağlı hale gelmiştir. Padişah olmak ise ayakları tüm başların üzerinde olmak anlamını taşıyacaktır. Adaletin böyle bir toplumda üsttekilerin konumlarını muhafazaları “alttakiler”in başlarını kaldırmamalarına bağlıdır. Bunu temin etmek için yukarıdakiler aşağıdakileri bilinçli bir sürüleştirme sürecine tabi tutarlar. Bu durumda aşağıdakiler ya izzet ve şereflerini feda edip başlarının üzerinde ayak taşımaya mahkûm olarak yaşayarak hem dünyalarını hem ahiretlerini heder edecekler ( Sebe: 31-33, Nisa: 97) ya da zulme ve zillete rıza göstermeyip yeryüzünün varisi olacaklardır. “Biz ise yeryüzünün ezilenlerine lutfedelim, onları önderler, onları varisler kılalım istiyoruz.” (Kasas: 5) (14)
İlahi adalete dayanmayan her öğretinin, toplumlar üzerindeki tahakkümünün işleyiş biçimi aşağı yukarı birbirinin aynıdır. Monarşik sistemlerin tepesi sivri ve tek kişilik, oligarşik-demokratik sistemleri tepesi plato ve çok kişiliktir. Demokratik sistemlerin tepesinde ise, çıkar grupları, seçkinler, gizli güç odakları ve iktidarı paylaşan daha başka güçler oturur. Bu tip rejimlere çoğulcu denilmesinin hikmeti de sultanların “bir” değil “çok” olmasından herhalde.(15)
İslam’la bağdaşması zor olan demokrasi adalet yerine zulme dayalı bir siyaseti meşrulaştırmak için bazı “ilim” mahfillerince üretilen uysal ve eyyamcı siyasi teorileri halkın hoşuna gidecek şekle büründürerek tumturaklı ifadelerle süsleyip halkın önüne sürmek Sömürü çarkının dişlilerine yağ olmak demektir.
İnsanların çoğunluğu yanlış üzere ittifak etmez” vb. önermelerle demokrasiyi insanlar nezdinde şirin, masum ve insanlığın tek kurtuluş reçetesi gibi göstererek milleti iddialarından arındırmak isterler.
Tarih bize bunun böyle olmadığını acı örneklerle göstermiştir. Yapılan bunca haksızlık ve zulümlere, akıtılan kan ve gözyaşına insanların çoğu ya sessiz kalarak ya da bizzat fiili olarak destek vermektedirler. Dün de böyle oldu, bu gün de böyle olmaktadır. Bu günün örneklerine her an şahit olmaktayız. Biz dünden bir örnek verelim. Eski Mısır’da Nil Tanrısına her sene bakire kızlar sunulması uygulamasını tüm halkın kararıyla alınıyordu. Benzer uygulamaları başka medeniyetlerde de görmekteyiz. Tarihte gördüğümüz her türlü dini ve toplumsal sapmalarda halkın çoğunluğunun bir uygulamasını görüyoruz. Demek ki, “insanların çoğunluğu yanlış üzere ittifak edebilirler.”
Mesuliyet iradesini Allah’tan almayan, halkın karşısında da sorumluluk tanımayan ve aynı zamanda millet fertlerinin ihtiraslarına gem vura bilecek iktidarı kendinde taşımayan bir idare, haklı ve adil bir rejim sayılamaz. (16) Mesuliyet iradesini Allah’tan alan, halkın karşısında sorumluluk hissi duyan bir tasavvura sahip şahsiyet sahibi büyük ruhların adil yönetimine bir örnek:
Hz. Ali, kardeşi Akil’in beyt’ül-maldan para istediğini “Ne demek! Senin kardeşin, Müslümanların mallarını sana versin de kendisi cehennemin yolunu tutsun, öyle mi?” (17) diyerek kardeşinin isteğini reddetmiştir.
Raşid halifeler de Hukukun üstünlüğüne halel getirmediler. Bu konuda İmam Ebu Yusuf’un Kitabu’l –Harac’ında anlamlı bir örnek yer alır: Hz. Ömer hac mevsiminde orada bulunan valileri halkın huzuruna toplayarak dedi ki:
“İnsanlar! Valilerimi, size hak ile muamele etsinler diye gönderdim. Değilse onları sizin kanınıza, teninize, malınıza dokunsunlar diye göndermedim. Kimin hakkı yenmişse kalksın!
O gün birisi kalktı ve dedi ki:
“- Senin memurun (vali) bana yüz kamçı vurdu.
Ömer:
“-Onu bul buraya getir. Ben de ona yüz kamçı vuracağım.
Amr b. As ayağa kalkarak kendini şöyle savundu:
“Ey mü’minlerin emiri! Senin valilerine karşı böyle davranman bir geleneğe dönüşür ve onların zoruna gider.
“- Andolsun Rasulullah (s) ‘ın kendi nefsine had uyguladığını gördüm. O’na olacak da Amr’a mı olmayacak? Hak sahibine dönerek: Kalk ve kısas yap!
“- O zaman bırak da razı edelim.
“- Bu ikinizin arasında bir şey.
Hak sahibini her kamçıya iki dinar olmak üzere iki yüz dinar(altın)a razı ettiler (18)
Devlet başkanı (halife) Ömer’e, hutbede giydiği elbiseyi nereden aldığının hesabını sordurma hakkını veren ve sorduran, bu hususta geçerli açıklamayı yapamadığı takdirde kılıcımla başını gövdenden ayırırım deme hak ve cesaretini insanlara veren, mağdur olduğunu düşünerek, kendisine haksızlık yaptığına inandığı eşine karşı hakkını savunmak için aynı zamanda devlet başkanı olan Rasulullah’a giden ve bu konuda kıyasıya) yapabilme imkan ve hürriyetini o dönemde bir kadına veren ( mücadile suresi) her türlü benzer yönetimler İslami ve ahlaki bir yönetim şeklidir adı ne olursa olsun. Değilse isminin demokrasi, oligarşi, teokrasi olması bir yönetimi değerli, adaletli hele hele geçerli bir yönetim kılmaz.
Böyle örneklerin yaşandığı bir sistem daha gösterilebilirse, o zaman o sistemi insanlığın değişmez değeri olarak kabul etmekte, bir an bile tereddüt etmeyiz. Değilse, her yanı yamalı bohçaya dönmüş, her türlü adaletsizlik ve haksızlıklari bünyesinde barındıran bir yönetim şeklini, İslam’a uygundur deme hakkını kendimizde göremeyiz, hele hele daha iyisini bulma konusunda umutlarımızı yitirtip, gayretlerimizi söndüremeyiz.
Kaynaklar:
1- Nurettin TOPÇU, Bütün Eserleri 7, Dergah Yay., İst., 1998, s.119
2- Age. s.120.
3- A’raf suresi, 12.
4- Ali BULAÇ, İslam ve Demokrasi, İz. Yay., İst., 1995, s.48
5- Mustafa İSLAMOĞLU, İmamlar ve Sultanlar, Denge Yay., İst., 1998, s.65-66
6- Erol GÜNGÖR, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yay., s.301.
7- Age. s.301
8- Ali BULAÇ, age. s.30
9- Ali BULAÇ, age. s.42
10- Nurettin TOPÇU, age.
11- Ali BULAÇ, age. s.27
12- Age. s.27
13- Mustafa İSLAMOĞLU, age. s.8
14- Age. s.9
15- Age. s.9
16- Nurettin TOPÇU, age. s.129
17- Mustafa İSLAMOĞLU, age. s.44
18- Age. s.44-45
2 Comments
Islam ve Demokrasi Tartışmaları Arşivi – Serdargunes' Blog
23 Kasım 2018, 17:45[…] İslam Adaleti, Demokrasi Eşitliği esas alır (Nuri Celepçi – 26.02.2018) […]
REPLYmbozac
26 Şubat 2018, 19:20‘beyazlar/elitler daha eşittir’…. demokrasi nerede eşitlik nerede… o sözde öyle… o sözde bile illüzyon, saptırma, tuzak, yalan-dolan, istiğna, kibir, uyutma söz konusudur.
REPLY