Kur’an’da ‘tolerans’ı aramak beyhude bir uğraştır. Allah, insanların hayatını kendi emirleri doğrultusunda düzenlemelerini ister. Kur’an, İslam’ın dışındaki sistemlere bâtıl adını verir.
Latince’de ‘tolerare’ fiili dayanmak, katlanmak, tahammül etmek gibi anlamlara gelmektedir. Fransızcada ‘tolerance’, İngilizcede yine ‘tolerance’ ve ‘toleration’ şeklinde kullanılmıştır. Türkçeye Fransızcadan geçmiş olmalıdır. ‘Hoşgörü’nün Batı dillerinde tolerans, Arapça karşılığının ise müsamaha olduğunda hemen hemen ittifak vardır.
Hoşgörü, bir grubun, kendi dışındaki diğer grupların savundukları düşünce, görüş ve yaşama biçimlerini tanıması, tahammül etmesi, kendisiyle çelişmesine rağmen bu düşünüş ve yaşama biçimlerinin varlığına ses çıkarmaması, katlanması ve hoş görmesi halidir. Arapça karşılığı olan müsamahanın görmezlikten gelme, göz yumma, savsaklama, aldırış etmeme anlamında olduğunu göz önüne alırsak, hoşgörüyü biraz daha iyi anlama fırsatını elde etmiş oluruz. Hoşgörü, onaylanmayan bir şeye basit anlamda göz yumma ve sıradan bir bağışlayıcı tutum değildir. Hoşgörü, engelleme gücümüz olduğu halde bize yabancı olan şeyin farklılığını, başkalığını tanıma, onu engellememe olayıdır.
İfadesi hoş olan hoşgörü, realitede ne gibi bir gerçekliğe sahiptir, bunu irdelemek gerekir.
Bir söylem olarak hoşgörü (tolerans), Avrupa’nın karanlık ortaçağından sonra gelen Rönesans (yeniden doğuş) devrinin hümanist düşünce ortamında neşvü nema bulmuş, tepkisel bir tavrı ifade eder. Ortaçağ Avrupa’sı, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşamıştır. Eğer ki bu çağda “evren sınırsızdır; bu sonsuz evrende sınırlı dünyalar (yıldızlar) vardır, her yıldız kendi etrafında ve kendi güneşinin etrafında döner” diyen Giordano Bruno’nun Roma’da Engizisyon mahkemesi tarafından yakılarak öldürüldüğünü (17 Şubat 1600); Galilei’nin 22 Haziran 1633 günü Engizisyon mahkemesi huzurunda yere diz çökertilerek, “yerin merkez olmayıp, evrenin ortasında bulunan güneşin etrafında döndüğünü ileri süren Kopernik öğretisinin yanlış olduğunu” söylemekle ölüm arasında tercihe zorlandığını hatırlayacak olursak, Rönesans döneminin karakteristiğini anlamakta güçlük çekmeyiz. Bu iki isim Hıristiyan kilisesinin itizal ve mürtedlik suçuna verdiği cezanın sadece iki tipik örneğidir. Galilei, üstelik bu düşünceyle ilgili hiçbir şeyi hiçbir yerde yaymayacağına, yayan birini gördüğünde de Engizisyon’a ihbar edeceğine yemin etmişti. Bu iki hadise, Ortaçağ kilisesinin din-ilim-insan anlayışını anlatması açısından oldukça önemlidir.
Rönesans, Ortaçağ’ın her şeyiyle karşıtı, zıddı bir dönemdir. Rönesans yeni bir hayat duygusu, yeni bir dünya görüşü oluşturmak istiyordu. Bu, dinden ve dinin oluşturduğu kültürden tam bağımsız, gökten değil, yerden kaynaklanan, insan aklını merkez alan, kutsalı olmayan ve her şeyin doğruluğunun ölçütünün insan aklı ve deney olduğu bir hayat anlayışı idi. Söz konusu anlayış hümanizmi doğurdu. Artık modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren doktrinin adı hümanizmdir.
Hünamizmaya göre “insan her şeyin ölçüsüdür.” Bilginin ve bilginin doğruluğunun kriteri insandadır, insanın ihtiyaçları ve amaçlarındadır. Tanrı’dan kopan bu yeni anlayış aslında tanrısı da, peygamberi de, tebâsı da insanın bizzat kendisi olan bir din haline dönüşmüştür.
İşte bu yeni dinin yani Rönesans düşüncesiyle oluşan hümanist felsefenin, kiliseyle insan ilişkilerini düzenlemek, modern insanın geldiği pozitivist kültür seviyesinin kilise tarafından tekrar deforme edilmemesi için birtakım amentülerinin olması gerekiyordu, işbu amentülerden birisi hoşgörü (tolerans)dır. Zira ‘hoşgörü’ savı ile modern düşünce, kilisenin baskılarından sıyrılıp toplumda kendine yer ayırmış, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a tanımak suretiyle toplumsal uzlaşmayı gerçekleştirmiştir.
Modern (liberal) devlet anlayışında hoşgörünün oldukça makul gerekçeleri vardır.
Zira bu anlayışa göre liberal devletin temel ilkesi tarafsızlıktır. Liberal yönetimin yönetilenlerin hayat tarzlarını biçimlendiren inançlar karşısında tarafsız kalması zorunludur. Zira yönetim, meşruiyetini, yönetilenlerle ilgili yükümlülüklerini yerine getirmesinden almaktadır. Bu durumda tebâdan hiçbir grubun, diğerleri karşısında avantajlı duruma gelecek uygulamaları yönetimden beklememesi gerekir. Şu halde bu ilkeye sadık kalan devlet, yönetilenlere belli inançlar, düşünceler, ilkeler üzerine bina edilmiş bir yaşam biçimini dayatamaz! Aksine, vatandaşlarının inandıkları gibi yaşamalarının önünü açar. Aslında bu bağlamda liberal kuramda, örneğin çalışanların cuma namazına katılmaları yasak edilemez. Çünkü devletin meşruiyeti bu nokta üzerinde düğümlenir. Yani sistem, namaz kılma hakkını kendilerine tanıdığı vatandaşlarının sistemi hür iradeleriyle benimsemeleri, katılımları ile meşru olur. Bu yasakla devlet, bindiği dalı kesme durumuna gelir.
Liberal düşünce aslında insanların inandıkları ve düşündükleri gibi yaşayamadıkları Ortaçağ Avrupa’sında tam bir din ve vicdan özgürlüğü vaadi ve hoşgörü talebi ile yola çıkmıştır. Öyle ya, Giordano Bruno’yu yakan Engizisyon zihniyetine tepki olarak doğan modern/liberal/hümanist felsefenin kendisinin de, farklı inançtaki insanları yakması beklenemezdi… Elbette her şeyin bir çaresi vardı… Yapılacak şey belli idi: Farklı düşünce ve yaklaşımları “hoş görerek”, sisteme katılımı sağlamak, sistem içinde eritmek…
Bu yukarıda yazılanlar, “neden hoşgörü?” sorusunun birinci gerekçesini teşkil eder. Yani hoşgörünün meşruiyetinin birinci faktörü vicdan özgürlüğü vaadidir.
İkinci faktörü ise dinle devletin birbirinden kesinkes ayrılması tezidir. Devlet, elindeki araçları sivil düzeni sağlamak, cemaatler arasındaki konsensüsü temin etmek için kullanmalıdır. Devlet, herhangi bir inancı, düşünceyi vatandaşına kabul ettirmek için zor kullanamaz. Kilise ise malum ki, insanların manevî kurtuluşlarıyla ilgilenecektir. Devlet, gruplara karşı herhangi bir düşünceyi/inancı dayatmamayı garanti edince, gruplardan herhangi birinin de, gerek devlete gerekse diğer gruplara karşı aynı tavrı koruması zorunludur. Sivil toplum bunu gerektirir. Aksi halde söz konusu grup haddi aşmış olur!
Şu halde hoşgörünün, toplumsal düzene ve siyasî yönetimin varlığına karşı herhangi bir tehdit oluşturmayan bütün inanışları, davranışları kapsaması gerektiği anlaşılmaktadır.
17. Yüzyılın özgürlük ve hoşgörü (tolerans) idelerinin ünlü savaşçılarından B. Spinoza (Ö. 1677) dinle devletin sınırlarını kesin bir şekilde ayırır. Ona göre devletin amacı insanlar arasındaki mutlak egoizmi önlemektir. Ancak devlet barışı sağlarken insanı bir makine yerine de koymamalıdır. Vatandaşının düşüncelerine, düşündüklerini ifade etmesine karışmamalı, inandıkları doğrultusunda yaşamasına müsaade etmelidir. Çünkü devlet vatandaşların özgür seçimlerinin ürünüdür. Spinoza mutlak din özgürlüğünü savunursa da, düşünme ve düşündüğünü özgürce ifade etme hakkının kısıtlanmayacağını ama düşündüğünü pratiğe geçirme hakkının sınırlandırılabileceğini savunur.
Hoşgörü savunusuyla ünlü İngiliz Filozofu John Locke (Ö. 1704) da hoşgörü kuramını devletin hakkını devlete, kilisenin hakkını kiliseye vermek düşüncesi üzerine oturtur. Ona göre din bir toplu tapınmadır ve kilise kanunları sınırlandırılabilmelidir. Hiç bir fert başkalarına kendi inancını dayatma hakkına sahip değildir. Din ancak erdemli bir hayatı öngörür. Ancak devlet, düzeni sağlamak için kılıçla zor kullanabilir, sopalar baltalar hazırlayabilir. Bununla beraber Locke, hoşgörü kuramının gereği olarak, kilise tarafından aforoz edilen insanların birtakım sivil haklarından mahrum edilmelerini haklı çıkarmayacağını savunur.
Hoşgörü kuramının cinsel, siyasî ve dini olanından bahsedilir.
Cinsellik, liberalizmin olmazsa olmaz bir şartı, hayat damarıdır. Liberal anlayış gereği bilhassa kadın cinsel bir obje olarak her türlü kayıttan uzak bir şekilde davranacak, cinselliğini dilediği gibi kullanma hakkına sahip olacaktır. Bu bağlamda yara alan ilk geleneksel kurum ailedir. Aileyi, kadının özgürleşmesi adına tarumar eden liberal anlayış kadını toplumun ortak bir cinsel metaı yapmıştır.
Kadınlar sanki kitlesel hipnotizma ile cinselliğe şartlandırılmış, programlanmıştır. Artık kadının zayıflaması, zayıf kalması gerekmektedir. Öte yandan kadın-erkek arkadaşlığı, flört, birlikte yaşam gibi, dinlerin yasakladığı genel ahlakdışı ilişkiler bilhassa teşvik edilmektedir. Bir genç kızın erkek arkadaşı edinmesi de hoş görülmelidir hani… Bunun ardından cinsel tacizler, saldırılar, tecavüzler, ev baskınları gelmekte; bunlar bir taraftan medyada trajik görüntülerle haber olarak sunulurken öbür yandan kamu vicdanında hoşgörü sloganıyla içselleştirilmekte, tepkisi yavaşlatılmaktadır.
Avrupa’da eşcinsellerin nikâhlarının kıyıldığı göz önüne alınacak olursa cinselliğin hoşgörüden nasıl da nasibini aldığı kavranılmış olur. Beş yaşındaki çocuklara cinsel bilgiler dersi verilmesi de ilerde hoşgörü aleyhine gösterilmesi muhtemel en küçük tepkiyi dahi sıfıra indirgemek kaygısından kaynaklansa gerektir.
Kısacası artık cinsel hoşgörü adına zina ve fuhuş günah olmaktan çıkartılmıştır. Toplu fuhuş yerleri açıkça savunulabilmektedir.
Siyasî hoşgörü ise liberal anlayışın bir gereği olarak, siyasi iktidara hiçbir şekilde tehdit unsuru taşımayan düşünce ve davranışların hüsnü kabul görmesidir. Hoşgörü müdâfîi John Locke’a göre dahi toplumu ayakta tutan değerleri yıkıcı faaliyetler hoşgörü sınırının dışındadır. Böylece hoşgörü tezinin ne kadar çifte standartlı bir yapısı olduğunu görmüş oluyoruz.
‘Hoşgörülen’ siyasî teşekküllerin bu şansı(!) devletin kontrolünde ve güdümünde olmalarından dolayıdır. Sisteme kafa tutan bir siyasî yapı bağışlanamaz bir cürüm işlemiş demektir.
Burada konuya biraz daha somut bir örnek verebiliriz. Bir liberal siyaset bilimci “demokraside dine dayalı parti olabilir mi?” sorusunu soruyor ve şöyle cevap veriyor: “Eğer böyle bir parti demokrasinin ‘oyun kuralları’na uyacağını açıkça ilan ve taahhüt ederse” evet! Oyunun kuralları ise bellidir: iktidara geldiğinde iktidarının ve yapacağı yasa ve düzenlemelerin geçici bir değere sahip olduğunu, iktidarı kaybetmesi durumunda kibarca devretmeyi, yapmış olduğu yasa ve düzenlemelerin yeni iktidar tarafından değiştirilmesini haklı bulduğunu önceden kabul ve ilan edecektir.
Özetle siyasî hoşgörünün yegâne şartı, siyasî faaliyetlerin sistemce ‘hoşgörülebilir’ nitelikte olmasıdır.
Dinî hoşgörü ise en fazla üzerinde durulan, tabir caizse egemenler tarafından -timsahların gözyaşları misali- üzerine ağıtlar / destanlar yakılan bir alandır.
Rönesanstan beri olgunlaştırılan liberal anlayışta din devletten tamamen ayrıdır. Yasamanın kaynağı insan aklı (ratio)dur. Din yalnızca kulların ahlakî faziletlerle donanmalarını ister. O, bir öte dünya işidir. Dine dayalı bir devlet kurmak için örgütlenen gruplar kesinlikle hoşgörü sınırlarının dışında mütalaa edilirler.
Avrupa tarihinde ‘dinî hoşgörü’ söylemini hazırlayan gerekçeler şüphesiz vardır. Yukarıda da değindiğimiz gibi Engizisyon mahkemeleri din (kilise) adına kurulmuştu. Avrupa’da din ve mezhep çatışmaları asırlarca sürmüştür.
Fransa’da Protestanlar, sivil hakları yanı sıra ibadet hürriyetini de 1598’deki Nantes fermanıyla alırlar. Ama Katoliklerin düşmanca davranışları yüzünden 1685’de ferman bozulur. Bu durumda Protestanlar öldürülmekle, inançlarından vazgeçmek arasında tercih yapmak zorunda kalırlar. 1400-1612 yılları arasında dine hakaret suçunun cezası İngiltere’de yakılarak öldürülmektir.
Bütün bunlara rağmen liberal kuramda hoşgörü savının mutlak bir dinî hoşgörüyü hedef almadığını, hem mezhepler arası çatışmayı önleme hem de sistem karşıtı olmayan siyasî grupları benimseme ifadesi olduğunu hatırlatalım.
İslamî açıdan olaya baktığımızda ise karşımıza farklı bir panorama çıkacaktır.
İslam ne bir ideolojinin alternatifi, ne tepkisel bir hareket, ne de beşerî bir kuramdır. O, Allah’ın insanlara gönderdiği dindir. Bu din izafî bir değer olmayıp, mutlak gerçekliğe sahip bir değerler bütünüdür. Böyle olunca İslam’ı beşerî ideolojilerin manipüle etmesine çanak tutma hakkına kimse sahip değildir.
Yani, İslam yine kendi terminolojisi ile anlaşılır bir dindir. Haricî kavramlarla İslam’ı tanımlamak imkânsızdır. Hoşgörü (tolerans) İslamî bir kavram olmayıp, liberal düşünce geleneğine ait bir manipüle aracıdır, bir mitosdur.
Kur’an’da ‘tolerans’ı aramak beyhude bir uğraştır. Allah, insanların hayatını kendi emirleri doğrultusunda düzenlemelerini ister. Kur’an, İslam’ın dışındaki sistemlere bâtıl adını verir. Ve bâtılın da yok olucu olduğunu müjdeler. (17/81) İlaveten, Allah’ın birliğine (tevhid) dayanmayan sistemlerin genel adı Kur’an dilinde şirktir. Şirk ise büyük bir zulümdür. (31/13) Bu durumda, kendisinden başka yolları bâtıl, şirk ve zulüm olarak gören bir dinin aynı sistemleri hoş görmesi çelişki olurdu. Zira eğer bâtıl ve şirk hoşgörülebilir olsaydı bâtıl ve şirk olmazdı.
Kur’an terminolojisinde küfür, şirk, nifak, dalâlet, fitne, fesat, tekebbür, fısk, fücûr, zulüm, teaddî, bağy, isyan, israf, riya, fahşâ, câhiliyye, sefahet, cürüm v.b. pek çok kelime İslam’ın yani Allah’a teslim olmanın dışında kalan, Allah’ın emrine şu veya bu şekilde tavır alışları ifade için kullanılır. Bütün bu terimler kınayıcı, azarlayıcı, dışlayıcı ve tehdit edici ifadelerdir. Allah, yeryüzünde dininin hükümran olmasını istemekte, şirkin, küfrün ve sapıklığın tahakkümüne razı olmamaktadır.
Rabbimiz, yeryüzünde fitnenin kalmamasını, dinin sadece Allah’a has kılınmasını, bunun için küfürle mücadele edilmesini mü’minlere emir buyurur. (2/193; 8/39) Mü’minler maruf olan her şeyi emredecekler, münker olan her şeyi men edeceklerdir. (3/110). Mü’minlerin men etmekle emrolundukları şeyleri hoş görmeleri kesin bir çelişki olur.
Allah, küfre ve sapıklığa müsamahayı yani katlanmayı, onu hoş görmeyi değil, güzel bir şekilde onunla mücadele etmeyi emreder. (73/10). Kâfirlerin sataşma ve saldırılarına karşılık Kur’an’ın Peygamber’e tavsiyesi sabırdır. (73/10 v.b.). Sabır ise hoşgörü olmayıp, Rabbanî bir metod, küfre karşı en güzel bir tavır alıştır. O, küfre rıza, ezilip büzülme, sîneye çekme değil, yapılması gerekeni yapma konusunda sebat etmek, gevşeklik göstermemek, geri adım atmamaktır. “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (3/146).
Allah, Kendisine ve Ahiret gününe inanan bir toplumun, kendi babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları bile olsa Allah’a ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk kuramayacaklarına dikkat çeker. (58/22). Allah’a eş koşanlarla necaset sözcüğünü bir arada kullanır. (9/23). Doğru düşünüp de tevhide ulaşmayanları davarlara benzetir. (7/179).
Şu halde Allah’ın hor gördüğü akide ve davranışları kullarının hoş görmesi nasıl mümkün olabilir?!
Hz. Peygamber’in (a.s.), müşrik olan hemşehrilerine hoşgörülü davrandığını iddia edebilecek herhangi bir veriye sahip değiliz. Onları hoş göremediği için -mü’minlerle beraber- çileye katlanmış, sonunda kendi beldesi Mekke’yi terk etmek zorunda kalmıştı.
İslam’da düşünce ve vicdan özgürlüğü bulunduğu, dinde zorlama olmadığı yönündeki iddialar, pek çok kesim tarafından ileri sürülmektedir. Bu tezler “dinde zorlama yoktur” (2/256); “sizin dininiz size benim dinim banadır” (109/6) gibi ayetlere dayandırılmaktadır. Hâlbuki 1. ayet, dini kabul noktasında insanlara zor kullanmanın imkânsız olduğunu anlatır. İkinci ayet ise, bilakis İslam’da anlatılan manada bir hoşgörünün olmadığının kanıtıdır. İnsanlar Allah’ın dinine gelmeyince yapılacak bir şey olmadığı için Hz. Peygamber safları iyice ayrıştırmış, onlardan yüz çevirmiştir.
O halde, müslümanların, başka dinden veya düşünceden olan insanlarla ilişkileri nasıl olacaktır?
Mü’minlerin ilk ve en esaslı vazifesi tebliğdir. Dini en güzel mücadele yöntemiyle insanlara duyuracaklardır. (16/125).
Allah’ın dini bir beldede egemen olduktan sonra ise (Medine örneği gibi) Allah’ın dinine savaş açmayanlarla belli anlaşmalar çerçevesinde ilişkiler düzenlenir. Ama onlarla uzlaşılamaz, dostluk kurulamaz, Müslümanların aleyhine onlarla ortak paktlar oluşturulamaz.
Başka dinden olan insanlar kendi din ve mezheplerinin gereğine göre hayatlarını tanzim ederler, İslam toplumunu ifsad edici yahut da müslümanlara karşı hâkimiyet kurma amacında olan girişimlere hoşgörülü olunamaz.
Müslümanlar kendi dinlerinden olan ve ictihadî farklılıklardan dolayı farklı kanaatleri paylaşan dindaşlarına karşı da haddi aşmamak durumundadırlar, ictihadî meselelerde Allah’ın koyduğu ölçüler çerçevesinde müsamahakâr olunmalıdır. Müslümanlar bu konuda adaletten ayrılmamalıdırlar.
İslam’ın, dinden döneni hoş görmediği mâlumdur. Zira dininden dönenin bütün amelleri boşa gitmiştir, o ebedî cehennemliklerden olmuştur. (2/217). Bununla beraber, siyasî bir tavrı olmaksızın sadece dinini değiştirenin öldürüleceğine ilişkin Kur’an’ın bir hükmü yoktur. Bu konuda İslam’ın hep kafa kesen bir din olduğu imajı kasıtlı olarak yayılmaya çalışılmaktadır. Halbuki İslam can, mal, din, akıl, namus emniyetine en büyük ehemmiyeti verir.
Bütün bunlara rağmen, özellikle Müslümanların hükmeden değil, hükmedilen konumunda oldukları dönemlerde hoşgörülü olmalarını salık verenler, bunun için hoşgörü yılı düzenleyip hoşgörü partilerinde küfrün dâîlerine hoşgörü ödülleri verenler eğer cahillik değilse hamakat veya hıyanet noktasında değerlendirilmelidir. Hoşgörüye, kendilerine has inançlarının olabileceği dahi kabul edilmeyen, inancını yayması yasak olan; bunu pratize etmesi ölümcül suç sayılan Müslümanların değil, mücrimlerin ihtiyacı vardır. Bununla beraber Müslümanlar yine de İslam düşmanlarından hoşgörü talep etmemelidirler. Onlar, aydınlık bir yol üzerinde, Allah’a çağırmaya devam etmelidirler.
Bu bağlamda, Filistin, Çeçenistan, Bosna, Cezayir olayları, Türkiye’deki başörtüsü zulmü, hoşgörüden ne anlamamız gerektiği konusunda bize çok şeyler söyleyen hadiselerdir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *