Bütün özelliklerini İslâm’dan alanların devletlerinin, toplumlarının, düzenlerinin de adı elbette ki İslâm olacaktır. Resulullah’ın kurduğu devletin de İslâm’dan başka ve özel bir adı yoktu…
Ercümend Özkan
İnsan, yaratılanlardan kendisine akıl verildiği için sorumluluk da yüklenen bir varlık olarak İslâm’la muhatab kılınmış, sorumluluk yüklenmiştir. Bu cümleden olarak insan rengi, dili, ırkı, yaşadığı coğrafya bakımından bir diğerinden sorumluluk açısından farkı bulunmayan cinsleriyle İslâm’ın muhatabıdır. Allah vahyi, insanlara hitaben göndermiş, elçilerine hitab ederek “Ey halk, ey insanlar!…” diye başlayan seslenmelerde bulunmuştur. Bütün vahiy insanlara seslenmektedir. İnsanlara iletilsin, duyurulsun ve anlatılsın diye gönderilmiştir.
Hiçbir insan hangi anne-babadan doğacağını kendisi belirlememiştir, belirleyemeyecektir de.. Ve her insan “analarının karnından bir şey bilmez halde çıkarılmış”tır. Nasıl, datası ne kadar geniş olursa olsun bir bilgisayar kendisine herhangi bir program yüklenmeden hiçbir şey yapamaz ise, insanlar da kendilerine bir şey öğretilmeden bir şey bilemez ve yapamazlar. Bu sebeble insanların filan veya falan anneden doğmaları, filan veya falan babanın çocuğu olmaları doğrudan bir şey ifade etmemektedir. Annelerinden bir şey bilmez olarak doğanların akılları ermeye başladıklarından itibaren öğrendikleri, bildikleri ve düşünüp yaptıklarından sorumlu tutulacakları gözönünde bulundurulduğunda önemli olanın doğrular üzerinde bulunup bulunmamak olacağı kolayca görülecektir. Doğruların sahibi Allah’tır. Kullarına da elçileri vasıtasıyla başından beri bunları bildirmiştir. Vahye dayalı doğrular, eşyanın ve insanın yaratıcısı tarafından bildirildiğine göre eşyanın gerçeğini ve insanın fıtratını isabetle belirleyen doğrulardır. Bunun içindir ki Allah, insanları birarada tutabilmek, birbirlerine bağlılıklarını sağlamak, iki cihanın izzetini tatmaları için kendi ipine sımsıkı sarılmalarını önermektedir. Ki ayrılmasınlar ve aralarında ayrılık olmasın. Zira ayrılık gerçekten giderek insanların kendileri ile de küskünlüğünü, geçimsizliğini doğurmaktadır. Zaten İslâm insanın kendisi ile, en yakınları olan aile efrâdı ile, akrabaları ile, giderek toplumla, devletle ve Allah ile geçimlerini sağlamaya yönelik kaideler bütünüdür. Kendisi ile geçinemeyenin giderek Allah ile de geçinemeyeceği bilinmelidir. Huzursuz, kendisi ile barışık olmayan insanın, en yakınından başlayarak başkaları ile de barışık olmasını beklemek abestir. Bu durumdaki insan giderek Allah’a isyan edecek ve ipe sapa gelmez şekilde isyankârlıklar gösterecektir. Örneğin neden kendisinin böyle yaratıldığından bahisle isyan edecektir. Kendisi ile barışık insanlar çıkarmanın tek yolu ise insanın, fıtratına uygun şekilde terbiye edilmesi gerekmektedir. Bu terbiyeyi ise vahiy göndererek Allah, üzerine almış ve insanı terbiye etmek istemiştir. Lâkin bu konuda da, yarattığı insanı zorlamayan Allah, ne ile terbiye olacağı hususunda da seçimi insana bırakmıştır. İnsan ya hevâsına uyacaktır ya da vahye uyacaktır. Hevâsına uyarsa helak olacak, vahye uyarsa, vahiy ile terbiye olursa, hem dünyada hem de ahirette huzur içinde olacaktır. Yani iki cihanda aziz olacaktır. Allah, kullarının iki cihanda da aziz olmasını arzu etmektedir.
Yarattığı insanları kabile ve boylar halinde yaratan Allah bu hallerinden ötürü bir boyun diğerine, bir soyun bir diğer soya üstünlüğünden veya aşağılığından söz etmemiştir. Dünya kuruldu kurulalı görüldüğü üzere kimi kavimler toplum olarak sürekli performans gösterebilen kavimler olmuş, kimileri de durağan toplumlar halinde bulunmuşlardır. Kavimlerin birbirlerinden farklı yanları, kabiliyet farklılıkları bulunmasına rağmen bu farklılıklar bizâtihi üstünlük sebebi sayılmamıştır Allah katında. Allah katında üstünlüğün yalnızca ve özellikle “takvâ”ya dayalı olduğu belirtilmiştir. Takvânın ne olduğunu da yine Kur’an açıklamaktadır. Allah’ı razı etmenin anlamı manasına gelen takvâ ancak O’nun belirlediği şekilde akide sahibi olmaya ek olarak yasakladıklarından kaçınmak ve emrettiklerine uygun hareket etmekle gerçekleşen bir olgudur. Kim Allah’a, O’nun Kur’an’da açıkladığı şekilde inanır ve inancını bozmadan taşırsa, şirke girmekten kaçınmış olur. Tevhid Allah’ı zâtı ve sıfatları itibariyle bir bilmek ve herhangi bir hususta da bu birliğe zerre kadar leke düşürmemektir. Hayatın tümü boyunca bu titizliği mü’minin göstermesi gerekmektedir. İhmâli aslâ kaldırmayan tevhid akidesi titizlilikle korunmaz ise şirk karıştırılmış olur. Şirk ise zâtı ve sıfatları itibariyle Allah’ı bir bilmemek, bir diğer ifade ile söylemek gerekirse Allah’a ait sıfatlardan birini veya birden çoğunu Allah’ın dışında bir kimsede veya herhangi bir şeyde de görmek demektir. Allah’a ait bir sıfatı Allah’tan başkasına da izafe etmenin şirk olduğu bilindiğine göre mü’minin, müslümanın bu konuda her şeyden çok titizlenmesi gerekir. Bu titizlik Kur’an’la sağlanır. Tevhide bulaşan kirliliklerden ancak Kur’an’daki hükümlerle arınılır, temizlenilir.
Allah yüce kitabı Kur’an’da “Bir kavme (topluluğa) buğzunuz size haddi aşırtmasın” buyurmaktadır. Bu âyeti biraz olsun açarak diyoruz ki, Allah’ın bu âyetle vurgulamak istediği, gerçekleştirilmesini istediği şey “haddi aşmamak”tır. Haddi aşmak, bir ferd veya bir topluluğa karşı olmuş, esas itibariyle bir şey değişmez. Zira kaçınılması gereken bir münker işlenmiştir. Üzerine bu münkerin işlendiği taraf bir ferd veya bir toplum olduğu için yapılan iş münker olmaktan çıkmaz. Ne var ki, bir ferde karşı haddi aşanın sorumluluğu ferdî alanda kalırken, bir topluma karşı işlenilen münkerin yani haddi aşmanın sorumluluğu sayılamayacak kadar geniş alana yayılmış olacağından daha da çok sorumluluk getirir. Fakat bilinmelidir ki Allah, ne bir ferde ne bir topluma ne de bir canlıya karşı, haddin aşılmasından razı olmamakta, böylesi davranışlara gazaplanmaktadır. O’nu gazaba getirmemenin, azabını celbetmemenin yolu ise haddi aşmanın her türünden uzak durulması; ne ferde ne topluma ne de hayvanlara karşı haddin aşılmamasıdır. Biz insanlara müsaade edilen kadarının yapılmasıdır haddi aşmamak. Örneğin beslenmek için bir koyunun kesilmesi, yüzülüp, etinin yenilmesi kesilen hayvana karşı işlenilen bir haddi aşma değildir. Yine örneğin içki içene değnek vurulması, dört şahidi bulunan bir zani ve zaniyeye yüzer değnek vurulması aslâ haddi aşmak değil, bilakis haddi (Allah’ın koyduğu sınırları) korumak ve uygulamaktır.
Bir kavmin bir diğer kavim üstünde bulundurulması, kimimizin kimimize üstün bulundurulması da Allah’ın genel olarak normal sayılması gereken meziyetindendir. ‘Kiminizi kiminize üstün kıldım’ denilmesinden kasdın bu olduğu kanaatındayız. Gerçekten de kimi insan güçlü kuvvetli, kimisi zayıf ve çelimsiz, kimisi daha akıllı ve basiretli, kimisi ise daha az düşünen, daha az akledendir. Kimi kadın güçlü kuvvetli, kimi kadın zayıftır. Erkeklerin hepsi bütün kadınlardan istisnasız güçlü olmadığı gibi her kadın da birbirinden şahane değildir. Bu gerçeği her gün görmekteyiz. Kimi insanın, kadın veya erkek olsun, çok daha çalışkan, becerikli bulunduğu, kimilerinin de tembel olduğu, uyuşuk olduğu bir vakıadır. Elbette ki çalışkanın tembelden farkı vardır ve olacaktır da. Elbette ki beceriklinin beceriksizden farkı vardır ve olacaktır da. Örneğin, kimi kavimler vardır ki tarihleri boyunca yaratıldıkları zamandan beri üzerinde bulundukları arz parçasından başka bir yerlere gitmemiş, gidecek cesareti gösterememişken, kimi kavimler de vardır ki dünyada göçmedikleri arz parçası bırakmamışlardır. Kimi kavimler, kimi kavimlerin gayretlerinin ürünlerinden yararlanmışlar, becerilerinin mahsulünden istifade etmişlerdir. Üretken kimi insanların, çok daha az üretken birçok kimsenin daha rahat yaşamasındaki rolü nasıl görülmezlikten gelinebilir? Dişi ile, tırnağı ile çalışarak yalnızca alın terinin ürünlerini yiyenlerle, onun bunun verdiklerini yiyen, onun bunun kazandıklarından verilenlerin hazır yiyicisi olanlar nasıl aynı tutulabilirler? Nasıl bilenle bilmeyen bir olmazsa, kazananla kazanmayan, çalışanla çalışmayan da elbette ki bir olamaz ve değildir. Alnının terinin ürününü yiyen ve başkalarına da tasadduk edenlerle, hep başkasına avuç açanların bir olmadığını Resulullah buyurmaktadır: “Alan el ile, veren el bir değildir.”
Evet insanları rengi, ırkı, dili ve yaşadığı coğrafya olarak farklı mütalaa etmeyen ve insan olarak görüp hepsini vahiyden sorumlu tutan Allah, bu sorumluluktan, insan olarak yaratmasına rağmen yalnızca kendilerine akıl vermediklerini istisnâ etmiştir. Bir kavmin adının şu veya bu olması o kavmin aşağılanması veya üstün görülmesi için bir ölçü değildir. Irklar arasında bir üstünlük olmadığı gibi, renkler arasında da bir üstünlük yoktur. Diller arasında üstünlük bulunmadığı gibi, coğrafyalar arasında da bir üstünlük yoktur. Belki coğrafyaların birinin diğerinden farklı oluşları, ilk bakışta birinin diğerinden üstün oluşu gibi görünebilir. Çölün bolca bulunduğu coğrafyalarda tarım zor yapılır hatta hiç yapılamazken, çölün altına verilen zenginliklerin de üzerinde yaşayan insanlar için türü başka fırsatlar olduğu bilinmelidir. Ne var ki, üzeri veya altı nimetlerle dolu bir coğrafya da olsa asıl mes’ele üzerinde yaşayan insanların nasıl insanlar oluşlarındadır. Tembel mi çalışkan mı, akıllarını kullananlar mı kullanmayanlar mı, vahye uyanlar mı uymayanlar mı oldukları önemlidir. Bu önem, coğrafyadan değil insanın kendinden kaynaklanmaktadır. İnsanın seçimlerinden kaynaklanmaktadır. Unutulmamalıdır ki insanlar seçimlerinin ürünleridirler. Kötüleri seçenler ile iyileri seçenler mutlaka biri diğerinden farklıdır. Geniş ve büyük düşünen ile böyle düşünemeyenin de farklı oldukları gibi.
İnsanı insan edenin kabullenilen değerler olduğu bilinmelidir. Düşük değerleri kabullenenlerin düşük kişilik, yüksek değerleri kabullenenlerin de yüksek kişilik sahibi oldukları bilindiğine göre, insanım diyen herkesin seçimini yüksek değerlerden yana yapması gereği kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gerçeğe rağmen, kişi düşük değerleri seçer ve sonuç olarak düşük bir kişilik ortaya koyar ve düşük görülürse, bundan dolayı kimseye bir şey demeye hakkı kalmamaktadır. Zira kendi seçiminin sonucu değerlendirilmekte ve seçimine bağlı olarak tartılmaktadır. Değerlerinin ağırlığı az olanlar için, tartıldığında tartının düşük çıktığı söylenilirse, ne tartılan ne de bir başkası tartanın haddi aşmasından söz etmemelidir. Ederse şayet kendisi haddi aşmış olur. Düşük değerleri kabullenenlerin de haddi aştıkları gibi…
Müslümanım diyenleri Allah kardeş yaptığına göre filan ırkın adını veya falan ırkın adını taşıyan değil, İslâm’ın adını taşıyan devletten yana olmaklığımız gerekir iken yanlış yollar tutulmamalı ve kavim isimleriyle anılan bir yeni devlet daha eklememeliyiz listeye. Zaten bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne adını müslümanlar vermemiştir. Bu devleti İslâm devleti haline getirme için çalışmak dururken bir ulus devlet daha çıkarmaya çalışmanın İslâm kitabında hiç mi hiç yeri yoktur. Allah bizlere koyduğu adı devletimiz için de koymuştur. Başka türlü düşünebilmenin de yolu yoktur. Bütün özelliklerini İslâm’dan alanların devletlerinin, toplumlarının, düzenlerinin de adı elbette ki İslâm olacaktır. Resulullah’ın kurduğu devletin de İslâm’dan başka ve özel bir adı yoktu. Kur’an’daki İslâm’dan sapanların kendilerinin de, devletlerinin de adı İslâm’dan başka olmuştur. Bizim de aynı sapmaya aynı ayrılığa düşmememiz için yapılacak şey Kur’an’daki İslâm’da buyurulduğu gibi düşünmek ve hareket etmektir.
Yukarıda söylediklerimizi kavmi, dili, rengi, yaşadığı coğrafya ne olursa olsun insan olan herkese söylüyor ve özellikle de müslümanım diyenlere söylüyorum. Her kavim sırât-ı müstakimde yarışmalı, yarış pistinden ayrılmamalıdır. Bu pistten ayrılanların yarışları İslâm’da, hayırda yarış olmayacaktır. Allah kendi belirttiği güzergâh üzerinde ve pistte yarışmayanların yarışlarını kabul etmemektedir.
Ne mutlu müslümanım diyene!.. Ve gerçekten Kur’an’daki İslâm’a, vahye teslim olanlara!.. Teslim oldum dedikleri halde teslim olmayanlar için çok kötü yerler hazırlandığını da belirten kitabımız Kur’an, altlarından ırmaklar akıttığı yerlere koyacağı yarışçıları övmekte ve cennetler de yarış pistinden çıkmadan yarışlarını sürdüren yarışçıları beklemektedir..
* 1992 Mazlumder Kürt Sorunu Forumu, Sor Yayıncılık, 1.Baskı, Nisan 1993, s. 219-224
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *