İslâm bir yaşam tarzı (life style) olarak algılanılmadıkça insanda kişilik oluşturmaz. Yamalı görünümü ile önce kendisi rahat edemez onunla, bir itminan, tatmin olma söz konusu olamaz. Bunun doğru ve bütün bilgi ile yakından alakası vardır…
Ercümend Özkan
Nasıl ki insan biyolojisi, insan fiziği dengeli beslenme sonucu sağlıklı olursa; vücud için gerekli gıdaların gerekenlerinin tümü alınır ve tabiidir ki hazmedilirse bu takdirde dengeli bir beslenmeden söz etmek mümkün olabilmektedir. Tıpkı bunun gibi dengeli bir kişilik sahibi olabilmek, dengeli davranışlar ve dengeli düşünceler taşımak için de mutlaka kafa için gereken bilgi beslenmesinin gerektiği kadarı ile beslenmeli, alınan fikirlerin kalması gerekenleri hazmedilmeli ve gerisi ‘dışkı’ olarak atılmalıdır; aslâ kalması gerekenlere karıştırılmamalıdır. Böylesi bir karışıklık tıpkı kana ‘üre’ karışması gibi insanı fikren öldürür, hayatını sona erdirir. Fikrî ölümler biyolojik ölümler gibi gözle kolay görülmediğinden fizîken yaşıyor gördüğünüz insanı çoğu kez fikren de yaşıyor sanabilirsiniz. Ama gerçekten bu durumdaki biri yaşamamaktadır fikren, yalnızca biyolojik yaşamını sürdürmektedir.
Fertler bu durumda olduğu gibi toplumlar da aynı durumda olabilirler. Bu durumda olan toplumlar da ölüdürler; zira ne fertleri ne de toplumun ortaklaşa sahiblenebildiği yaşatıcı değerleri ya kalmamıştır veya fert ve toplum bu değerlerin farkında olmadığından bu değerleri hazmetmeyi; düşünce ve davranışlar halinde benliklerinde yaşatmayı akletmemektedirler. Bu sebeble de bu tür toplumlar da ölü toplumlardır.
Toplumların dirilmesi, içinde fiziken yaşayan fertlerin fikren dirilmeleriyle başlar ve bu süreç sünnetullaha uygun olarak topluma sirayet eder. Başlangıç olarak bir fertle başlayan fikrî dirilme, giderek bu ferdin kendinde gerçekleştirdiği fikrî yaşam boyutlarıyla paralel olarak en yakın çevresinden itibaren ulaşabildiği çevre genişliğiyle genişlemeye, bu genişlik sahiplenenlerinin çoğalması ile de tüm topluma sirayet eder ve toplumu gölgesi altına alır. Biz bu gölgesi altına almaya ‘kamuoyu’ hasıl olması demekteyiz. Bu ‘kamuoyu’ önce global olarak, daha açık ifadesi ile fikrin cinsinin adı ile tanınmaya ve yayılmaya başlar. Toplum bu isimle de olsa kendini ifade etmeye, şahıslarında bunu gerçekleştiremeyenler de aynı kamuoyunun etkisini üzerinde hissetmeye başlar ve onunla alakası daha çok zayıf olduğu halde bile kendini ifade etmekte bu fikrin adını kullanır. Bir fikrin bu boyutlarda kendini fertlere ve topluma kabul ettirmesi, varlığını, ağırlığını hissettirmesi toplumda meydana gelecek köklü değişikliğin ana belirtilerini oluşturur.
Fikri önce esasları, giderek de detayları ile belirginleştiren öncülerin etkisi ile toplumda düşünce ve davranışlardan başlayan köklü değişiklikler yaşanmaya başlanır. Değişim süreci başlamıştır. Bu başlangıç tıpkı rahimde teşekkül eden pıhtılaşmış kan gibidir önce. Giderek bir çiğnem ete, giderek canlanmış bir cenine dönüşür. Giderek de artık ağzı yüzü, eli, kolu, ayağı ve başı belli olmaya, göz çukurları, kulağı, göbeği, ayağı, bacağı belirip teşekkül etmeye devam ederek doğum için gerekli şartların oluşumu tamamlanır. Günün biri gelir ve doğar. Lâkin bu doğuma kadar, sağlıklı bir doğum için, doğanın ve doğuranın sağlığı için nasıl ki her şeye dikkat etmek zaruret ise, fikrî bir doğum için de çook şeylere dikkat etmek, fertlerin ve toplumun sağlığına azamî dikkat gösterilmelidir. Zira beslenme yetersizliğinden, yanlış hareketlerden, kaçınılması gereken davranışlardan kaçınmamaktan, yapılması gerekenlerin yapılmamasından, doğacak olan sakat teşekkül edeceği gibi, doğuracağı da sakat edebilir. Doğumun sakat olmaması için çok dikkat gösterilmelidir.
Toplumun ne doğurması isteniyorsa önce bunun gerektiği belirlilikte ortaya konulması, iyi tarif edilmesi gerekmektedir. Bu, başlangıçta bu işlevi yükleneceklerin işidir. Ortaya konacak şeyin belirginliği insanlara çağrı yapıldığında gelmek isteyenler için büyük avantajdır. İnsanları şekillenmiş şeylere çağırmak, belli şeylere çağırmaktır. Çağrı sahibi çağrısını gerektiği gibi tanımlayamıyorsa, belirlememişse bilinmelidir ki böylesi bir çağrının makes bulması beklenilmemelidir. Yani yuvarlak şeylere çağrıda bulunulmaz. Çağırıcı önce bunu bilmelidir. Ayrıca neye çağırdığını esasları itibariyle bilmesi gereklidir. Çağırdığını iyi tarif edebilmelidir. Net olarak tanımlanmış çağrıların makes bulması daha doğal ve daha kolaydır. Çağrı, içeriği itibariyle hitab ettiği insanların akıllarına yatmalı ve gönüllerinden tasdik alabilmelidir. Aklın ikna olduğunu kalbin tasdik edeceği bilinmelidir. Çağrı sahibinin çağırdığından en küçük bir şüphesi bulunmamalı, her türlü karşı koyuşa dayanabilmelidir. Fikrî bazdaki dayanıklılığın, şüphesiz inanmanın insana fizikî dayanıklılık da verdiği açık olarak bilinmelidir.
Biz bu mücerret görünen yazımızı biraz daha müşahhas hâle getirmeye çalışalım. Ve devam ederek diyelim ki insanları İslâm’a çağırıyoruz. Yapacağımız iş öncelikle, İslâm’ın açık, anlaşılır ve dayanakları sağlam bir tanımlamasını yapmak zorundayız.
‘İslâm nedir?’ sorusunun cevabını net bir şekilde ortaya koyalım. Kelime anlamı itibariyle teslim olma eylemine denilmektedir. Bu hâli ile neye teslim olunacağından ziyade anlamda yalnızca teslim olma işlevi yüklü bulunmaktadır. Bu kelimeye lügattaki anlamına anlam katarak Allah, kendisi tarafından gönderilen vahye teslim olmayı yüklemiş ve içeriğini bir başka şeyin yer alamayacağı şekilde doldurmuştur.
Vahye, yani Allah’ın gönderdiği talimata önce bu talimatın kendisine geldiği kişiler, Allah’ın elçileri teslim olmuşlardır. Bir belirgin sürenin geçmesini takiben kendisine gelen vahye teslim olan, gelenlerin Rabbi Allah’tan geldiğinden şüphesi kalmayan Allah’ın elçileri tereddütsüz olarak inandıkları, emin bulundukları bu mesajın doğruluğunu önce kendi benliklerinde kabul ve tasdik etmelerini takiben en yakınlarından başlayarak fakat daha ziyade de kendilerine gelen mesajı kabul edecek meyilde gördüklerinden başlayarak yaymaya, duyurmaya, anlatmaya, açıklamaya başlarlar. Açıkladıklarını kabul edenler, kabul gösterenleri de yanlarına alarak daha geniş çevrelere; kabul gösterenlerin de yakın çevrelerinden devam ederek toplumun tümünü, kendilerine gelen mesajdan haberdar ederler; anlatırlar, açıklarlar, ikna etmeye çalışırlar. Bu halka, kabul gösterenlerin de en yakın çevrelerindeki öncelikle sürer gider. Tâ ki bütün topluma intikal edene kadar.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız süreç devam ederken, artık mesajı benimseyenler kitlelere de açılmaya, doğrudan kitleleri hedef ve muhatab almaya başlayarak mesajlarını iletmedikleri, duyurmadıkları kimse bırakmamaya, açıklamadıkları tek bir fert bile kalmamasına özen gösterirler. Bu süreçte toplumda fikirle, mesajla muhatab olan kimselerin gündemi oluşmaya, mesaj olumlu veya olumsuz da olsa konuşulmaya başlanır. Muvafıkı, muhalifi artık mesajınızı konuşmaya başlamış, onu bilir-bilmez de olsa tartışma sürecine girmiştir. Mesajınız bu şekilde toplumun gündemine girmiş ve istenilse de istenilmese de mesajınız konuşulur hâle gelmişse yolun mutlaka yarısını katetmişsiniz demektir. Toplum bazında kabaca ortaya çıkan bu şekillenme artık ince işçiliğine sıra gelmiş bir heykel kitlesi gibidir.
Mesajı başından beri bilerek taşıyanların gösterecekleri gayretle bu kaba, ince hatları belirmemiş kitle şekillendirilmeye, insanların onu daha net olarak seçebilecekleri, tanıyabilecekleri, tanıtabilecekleri, tarif edebilecekleri duruma getirilmeye çalışılır. Giderek daha net bir biçimde şekillenmeye başlayan mesaj, ince işçiliği ile uğraşanların yanlış çekiç vurmamaları, özenle işi yürütmeleri, esaslı yanlış yapmamaları, dikkatlerini dağıtmamaları ve daha da dikkatli çalışmaları sonucunda toplumun tümünün gözünde daha belirgin hâle gelir. Artık mesajı dost da, düşman da gerektiği gibi tanıyabilecektir. Zira mesaj bütün detayları ile belirmiştir. Bu suretle neye çağrıldığı konusunda kimsenin tereddüdü kalmayacağı gibi, insanların kimilerinin de neye karşı çıktığı da belirecek ve süt makinasında hız arttıkça süt ile yağın, özgül ağırlıklarındaki farkın zaruri sonucu olarak birbirinden kesin olarak ayrıldığı gibi ayrılacaktır. Bir karışıklık, bir bulaşıklık kalmayacaktır. İslâm söz konusu bulunduğuna göre insanların ilk bakıştaki durumları değişecek ve kimi dost görünenlerin uzak bulunduğu, kimi uzak görünenlerin yakınlaştığı da müşahede edilecektir. Bütün gözler bu aydınlıkta her şeyi daha net olarak görecek ve kimlerin nerede bulunduklarına kendileri karar verebilecekler, aldanmalar azalacaktır ve giderek yol olacaktır. Bugün İslâm olduğu, İslâm’dan yana bulunduğu ve hatta İslâm’ı temsil ettiği sanılanların İslâm’a karşı gerçek konumları öylesine belirecektir ki amâlar bile bunu farkedecektir.
İslâm, tanım olarak mademki vahye teslimiyettir, bu takdirde son peygambere gelmiş vahiylerin toplandığı ve hiçbirini dışarıda bırakmadığı kitabın adı da Kur’an’dır. Son elçi de, içinde vahiylerin tümümün toplandığı bu Kitab’ı, yani Kur’an’ı ahlak edinmiştir. O zaman İslâm’ın ne olduğunun tanımı için Kur’an’dan başka bir kaynak aramak, dayanak bulabilmek, hareket noktası aramak boşunadır. Zira Kur’an Allah’ın kitabıdır. Bu Kitab her şeyi, gereken her şeyi açıklamıştır. Hangi konulardaki her şeyi açıklamıştır? Allah’ın, dünya görüşü ve yaşam biçimi olarak biz insanlar için beğendiği her şeyi açıklamıştır. Esasları ve gerektiği yerlerde teferruatını da açıkladığını bildiğimiz bu Kitab önümüzde, kendisinden yararlanmamızı; dünya görüşümüzü (akidemizi) ve her türlü davranışlarımızın esaslarını, kimi yerlerde de detaylarına varana kadar açıklamıştır. Bizim yapacağımız şey araya başka vasıta sokmadan bu Kitab’ı anlamaktır. Anlamak, bilmek ve hayatımıza geçirmektir. Yaşam biçimi hâline dönüştürmektir. Düşüncelerimizin ve davranışlarımızın hareket noktası, esası haline getirmektir.
Bu noktada Sünnet-i Resulullah’a açıklık getirmeye çalışırsak, yine Kur’an’ın ışığında bakıldığında görürüz ki Resulullah’ın hiç mi hiç terketmediği, sürekli olarak yaptığı, en kapsamlı ve kapsayıcı olarak düşünce ve davranışlarını belirlediği kitab da bu Kitab’dır, yani Kur’an’dır. O zaman biz Resulullah’ın sünnetini Kur’an’a dayalı olarak ve kesinlikle “Kur’an’ı ahlak edinmektir” diye tanımlayabiliriz ve tanımımız aslâ eksik kalmaz, fazla da olmaz. Burada şunu da belirgin bir şekilde vurgulamayı zarurî görmekteyiz ki bu sünneti, yani Kur’an’ı ahlak edinmeyi reddedenler İslâm’ın dışında kalırlar, ya da çıkarlar. Burada belki daha özlü bir ifade ile şöyle de diyebiliriz: Kur’an Allah’ın kelâmı ise, sünnet de bu kelâmı ahlak edinmektir. Bu itibarla da Kur’an’ın ahlak edinilmesi fert ve toplumun hayatının her alanında geçerlilik sahibi olabilmesi, bütün düşünce ve davranışlara rengini, kokusunu, tadını vermesi ile mümkündür. Öfkesine hakim olmaktan sevgisine sınır çizmeye kadar, kişisel davranışlarından devlet yönetimine kadar, kişisel ibadetlerinden başkalarına karşı sorumluluklarının sınırlarını belirtmeye kadar, ekonomik ilişkilerinden komşu hukukunu belirtmeye kadar, hanımının kendi üzerindeki haklarının ne olduğundan kendisinin hanımı üzerinde ne gibi hukuku bulunduğuna kadar, akraba ile ilişkilerinin boyutlarından nefsine tanıyacağı hukuka kadar velhâsıl hayatı tümüyle kuşatıcı bir sonuç verecek ve hiçbir şeyi dışarıda bırakmayıcı kapsayıcılığı ile insanı ve toplumu saran İslâm, şayet bu hâli ile fert ve toplumda var ise bu toplumu İslâm’ın biçimlendirdiğinden söz etmek mümkündür. İslâm dışı şeylerin İslâm olarak bilinmesi ve müslümanım diyenlerin hayatlarında edindiği yeri terketmemesi burada konumuzun dışında kalmakta olduğu gibi İslâm’ın da dışında bulunmaktadır. İnsanların kendilerini müslüman sanmaları aslâ bir ölçü olmadığı gibi sanmanın yani zannın da İslâm’da esas itibariyle bir yeri bulunmamaktadır. Zira “zan gerçekten bir şey ifade etmemekte”dir.
Yazımızın başında kullandığımız dengeli fikrî beslenme deyimi üzerinde durarak bunun nasıl mümkün olacağına açıklık getirmeye çalışalım. Nasıl ki bir vücudun fizikî, biyolojik sağlığı için belli maddelerden belli miktarlarda, oranlarda alınması gereklidir. Alınması yetmeyip hazmedilmesi ve kana karışarak tüm vücudu dolaşması ve bütün organların hücrelerine lüzumlu olan bu gıdaların lüzumu kadarının iletilmesi ve kabulü ile mümkün olabilmektedir. İşte bunun gibi İslâmî bir kişiliğin oluşması için de vahiy gıdası alınması, Kur’an’ın dışında kalan âyetlerin (doğadaki her şeyin de) gerçeğinin anlaşılmaya çalışılması ve gerektiği kadarının alınmasıyla mümkündür.
Kur’an sağlıklı bir İslâmî kişilik için öncelikle akidevî beslenmeden bahsetmektedir. Yani insan, hayat ve kainat hakkındaki esaslı, kendisinden daha öteye bir esas bulunmayan esastaki görüşün sahiplenilmesini söylemektedir. Bu görüş pek özet olarak insanı, hayatı ve kainâtı tek ve eşi olmayan, yardımcısı bulunmayan Allah’ın “Ol!. demekle oldurduğu”ndan bahsetmektedir. Ahiren Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi bulunduğundan, öldükten sonra diriltilip hesaba çekileceğimizden, Allah katında kabul görecek dinin yalnızca İslâm olduğundan, daha önce de Kitab ve elçiler gönderildiğinden, cennet ve cehennemin varlığından, meleklerin varlığından, gaybı yalnızca kendisinin bilip başkasına bildirmediğinden, elçilerine bildirdiği gaybı da bu elçilerin açıklaması sonucunda herkesin bilmesinden, rızka yalnızca Kendisi’nin kefil olduğundan, ecelin Kendisince belirlendiğinden ve ne bir an öne alınamayacağından ne de bir an geriye bırakılmayacağından, Kendisi’nin takdir ettiğinin dışında kimseye ne iyi görülen ne de kötü bilinen herhangi bir şeyin isâbetinin mümkün bulunmadığından ve ilâ âhir açıkça söz etmektedir. Açıklıkla belirtilmesi gerekmektedir ki akideyi yalnızca Kur’an belirleyecektir. Zira bu Kitab’ın Allah’ın kitabı olduğundan kuşku bulunmamaktadır, zanna yer yoktur bu Kitab hakkında. Akidenin ise zanna tahammülü yoktur. Bu Kitab’ta da zan yoktur. Zanna mahal bulunmayan hususta da zannî şeylerin yeri yoktur. Zan konu dışında kalacaktır, yani itikadın zanna tahammülü yoktur. Kim ki itikadına (akidesine) zann karıştırır; temizi pis ile, doğruyu eğri ile karıştırmış olur.
İslâm bir yaşam tarzı (life style) olarak algılanılmadıkça insanda kişilik oluşturmaz. Yamalı görünümü ile önce kendisi rahat edemez onunla, bir itminan, tatmin olma söz konusu olamaz. Bunun, doğru ve bütün bilgi ile yakından alakası vardır. Eğriyi doğru bilenler ile eksiği tam bilenlerde böylesi bir aldatıcı, görsel tatmin görülebilir. Lâkin böylesi tatmin dayanıksız bir tatmin olup kişiyi hayatı boyunca iyiye götürmez. İçine kapanık, dışa kapalı yapar. Zira ondaki sağlaması yapılmamış, teste tâbi tutulmamış eğrili doğrular ve eksikli tamlar dışarıya aksedince hemencecik dökülüverecektir. Bu konuda kendine güveni bulunmaması kişiyi içine kapanık, dışarıya arkasını dönmüş ve kendi yarattığı dünyada yaşar hâle getirir. Müslüman ise mutlaka dışa açık, herkese güvenebileceği bir mesajı bulunduğundan onu sunmaya hazır, düşünce ve davranışlarıyla güvenli kişi demektir. Düşünce ve davranışlarının doğruluğu, sağlamlığını test etmemiş, gerekli basıncı uygulamadığı için patlamayacağını sandığı düşünce ve davranış tüpü herhangi bir basınç gördüğünde patlayıverecektir. Nitekim geleneksel olarak müslümanım deyip duranların özellikle batının kültürel basıncı karşısında dayanamamaları, itikadlarını kaybetmeleri ve davranışlarını değiştirmelerinin temelinde yatan sebeb burada bulunmaktadır. Düşündüğünün ve yaptığının defaatle teste tâbi tutulmuşluğu insana güven verir ve her zaman ve mekanda her türlü düşünce ve davranışla kendi düşünce ve davranışlarını rahatlıkla yarıştırır, güreştirir. Zira esaslı düşünce ve davranışlar aslâ yenilmezler, yarışı kaybetmezler. Ama yenilmez sanılan düşünce ve davranışlar dayandırıldığı esaslara uygunluğunun sağlaması yapılmadıkça, karşı görüş ve davranışlarla husumete girmedikçe yalnızca sağlam sanılırlar, fakat çürüktürler. En azından neden sağlam oldukları taşınanlarınca bilinmediğinden, sağlamlığı test edilmediğinden, gereğince anlaşılıp kavranılmadığından taşıyanlarını mahcub eder, utandırır. Bu utanç ise bu tür düşünce ve tavır sahiplerine taşıdıklarını terkettirir. Zira utandırıcılık insan doğasına aykırıdır. Kimse normal olarak utanacağı bir düşünceyi veya tavrı sahiplenmek istemez. Bu sebeple de en kısa zamanda onu terk etmeye başlar. Hiç değilse ve başlangıçta ele-güne karşı bunları terkeder. Başkalarının yanında böylesi kendisini utandıracak düşünce ve davranışların sahibi bulunduğunun bilinmesini istemez. İçe dönük olarak herkesten uzak kalarak bunları taşımaya devam eder ki böylesi devam bu tür düşüncelerin kişiyi terketmeye, kişide kuruyup yok olmaya yol aldığının göstergesidir. Giderek de kişi, biri kendi içine dönük diğeri de başkalarına karşı olmak üzere iki ayrı kişiliğin sahibi olmaya başlar. Bu hâl ilelebed de sürmez. Zira insan tabiâtı iki kişiliğe mütehammil değildir. Kendisinde barınamayan, kök salamayan ve sahiplenilemeyen düşünce ve davranışlar artık onu terketmeye, yerini ise piyasada geçerli görünen ve kendisindekine nisbetle daha çok savunanı bulunan düşünce ve davranışlara terk eder.
Müslümanım diyenlerin nerede ise iki asırdan beri yaşadıkları süreç bu yukarıda anlatmaya çalıştığımız süreçtir. Müslümanlar kendilerinden on oniki asır önce gelip yaşamış kimselerin bıraktıkları mirası çoğaltarak ve saflaştırarak kendilerinden sonrakilere bırakma yolunu terketmişler ve mütemadiyen bu mirası yemekle, bu mirasla yetinmekle meşgul olmuşlardır. Bu sebeble de hazıra dağ dayanmaz misali gerçekten bu miras dağı da dayanmamış ve tükenmiştir. Bu tükeniş, miras sahiblerinin kendilerine güvenlerini hızla yitirmelerine, giderek de ondan utanmalarına müncer olmuştur. Daha pek yakın bir zamana kadar müslümanlık, müslüman olanları utandıran bir şey olarak algılanmakta idi. Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk otuz-kırk yılı bu utanç ile toplumun bütün katmanlarının yaşadığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu utancın sonucudur ki müslümanlığın alameti sayılan baş örtüleri başlardan atılmış, bu utancın sonucudur ki namaz kılınmaz olmuş, oruç tutulmaz, hacca gidilmez olunmuştur. Hele tahsilli, mevki ve makam sahibi, okumuş kimselerin böylesi işler yapması utanılacak şey haline gelmişti. Toplumu bütün kesitleriyle etkileyen bu süreç Allah’ın lütuf ve keremi sonucu, toplumun içinden çıkardığı kişilerin gayreti ile tersine dönmeye başlamış ve günümüze gelinmiştir. Geride bıraktığımız utanç yılları artık kıvanç yıllarına dönüşmeye başlamıştır. Henüz bir avuç insan bu hâli bizzat yaşamakla birlikte toplumun tümü üzerindeki etkisi ile artık müslüman olmak, modadır. Artık İslâm insanların gündemindedir. Giderek de bu gündemin tümünü doldurmaya, derinlik kazanmaya kapsamını genişletmeye devam etmektedir. Henüz daha bir avuç insan bu gerçeği nefislerinde yaşıyor olmasına, giderek hızlanan süreç boyunca artış geometrik hızla olduğundan daha çok insanın etkisini üzerinde hissedecek hâle gelecektir. Şu anda bütün varlığı kalabalıklardan oluşmasından ibaret bulunan kimi kitlesel birliktelikler, üzerinde bulundukları kuruntularının kofluğu ile yüzyüze gelecekler ve yukarıda bahsettiğimiz utancı duymaya başlayacaklardır. Kendilerini kandıranların bu kandırmaları dayanıklı değildir. Bugün iftihar ettiklerinden yarın utanacaklardır. Zira bir boşluğun üzerinde, esaslı yanlışların İslâm sanıldığı, sahtesinin sahisi ile değiştirildiği şeylere sahib olanlar sahibi bulunduklarını pazara çıkarınca göreceklerdir ki ellerinde bulunanların ancak sahte şeyler olduğu bilinecektir. Kendilerini bu şeylerle zengin görenlerin elleri yanlarına düşecek, inkisara uğrayacaklardır. Sahte paranın bütün geçerliliği onun sahi zannedenleri bulunduğu süresincedir. Aslı ile karşılaştırıldığında sahtesinin alametleri daha çok bilineceğinden sahte artık tedavül etmez olacaktır.
Bizim burada bahsettiğimiz sahteliğin müslümanlığın sahtesi olduğunu açıkça belirtmekte hem zaruret, hem de yarar vardır. Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız sahiplenenini utandıran müslümanlık, mirastan arta kalan müslümanlık toplumun henüz büyük kısmına hakim durumdadır. Toplum kendi halinde bırakılsa, insanımızın akıllarına ipotekler konulmasa inanıyoruz ki mutlaka düşünülecek ve doğrular daha kolay bulunacaktır. Ama, insanımızın bir şey bilmezliği, yüzeysel takıldığı, şekilselliği dindarlık sanıp durduğu gerçeği, yalnız halkın değil, bu halkı bu hâle getirenlerin de ayniyetini göstermektedir. Asırlardan beri bu halkın dinini öğrendiği kaynak din adamlarıdır. Müftülerdir, imamlardır, vaazlardır v.s. Sonucun günümüzdeki gibi oluşu da açıkça göstermektedir ki halkın dinini öğrenmek için emip durduğu memenin sütünde gıda değeri yoktur. Bu yüzden bu halk açlıktan ölümü bekleyen Somalili fakirlere dönmüştür dini açısından. Şayet bu konularda babalarından kalma mirası kullanma rahatlığı ile vaaz kürsülerini, hutbe irad ettikleri minberleri kullananlar oralarda gerçekten Allah’ın dinini, İslâm’ı öğretmiş, Kur’an’daki İslâm’dan bahsetmiş, onu anlatmış ve onu yaşamaya çalışmış olsalardı bu toplumun hâli bugünkü gibi mi olurdu? Aslâ!. Hâlâ da halkın karşısına vaazlarıyla, ağlama şovlarıyla çıkanların din diye anlattıklarının tepeden tırnağa ‘hurafeler’ olduğunu görmeyen var mıdır? Ama hurafenin ne olduğunu bilmeyen çok olduğu için, böylelerinin anlattıklarının hurafe olduğunu değil hak olduğunu sanarak yanıp tutuşanlar, çalışmalarına milyarlar verenler, özel kolejler açmasına imkan tanıyanlar, Türkiye’nin her tarafında ‘öğrenci evleri’ açabilmesi ve barındırdığı öğrencilerin akıllarını ipotek altına alabilmesi için verilen milyarları çook aşan zekatlar sayesinde akılsızlığı başa güreştirmek isteyenler yarın Allah’a nasıl hesab verebileceklerini sanmaktadırlar, doğrusu bu gibiler hesabına biz korkuyoruz ahiret azabından ama, bunlar ahirete gerektiği gibi inanmıyor olmalılar ki kılları bile kıpırdamıyor.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız türden çalışma yapanların Türkiyeleri de aşarak Ortaasya cumhuriyetlerine, Nahcevan’da, Kazakistan’da günlük gazetelerininin baskılarını yapmaya kadar organize olmalarına yardım edenler, öncelikle Türkiye’nin 100 büyük firmasının müslüman zenginleri verdikleri milyarlar zekatlarıyla bu hurafeler ordusunun büyümesinin baş yardımcılarıdır. Bu verdikleri yüzünden sorumluluğu üzerlerinden atmak değil, bilakis boylarına kadar kafaların örümceklenmesine katkıda bulunmalarının hesabını Allah’a veremeyeceklerdir. Bir menfaat şebekesi olarak çalışan bu türden gruplaşmaların ülke ve insanı açısından büyük bir bahtsızlık olduğu kaç kişinin dikkatini çekiyor dersiniz? Yarın kalabalıkları arttıkça, keyfiyetlerinin de arttığını sanan, İslâm adına yalnızca hurafe bilen ve hurafe işleyen bunların, düşünenler için ne türden yobaz bir gelişme olduğunu göreceksiniz. Daha şimdiden bunların milyonlara varan sayıları ile akletmeyi ‘haram’ bilmelerinin ürünlerini görmüyor musunuz? Hemen her yerde kadın-erkek demeden ellerine geçirdiklerinin, sağlayacakları imkana muhtaç olanların karşısında nasıl da şeytan gibi davranıyorlar ve ‘Ver imanını vereyim suyu!’ diyenlere benziyorlar. Kalabalık oluşları yalnızca oy potansiyeli oluşturması bakımından laik-demokrasinin işine gelmekte ve bu oylar rejimin işletme sermayesi olarak kullanılmaktadır. Bu gibi kitlelerin kimlere oy vererek nelerin yürümesini sağlamakta yardımcı olduklarına bakılınca görülmektedir ki Türkiye’de bu gibiler çoğalsın istenilmektedir. Zira hazır oy hazineleridirler, başka da bir kıymet-i harbiyeleri bulunmamaktadır. Seçimlerde kullanılırlar, o kadar. Şimdiden bu oyların daha yeşile boyanmış bir oluşumun su basmanını oluşturması konusunda konsensuslar sağlanmış bulunuyor. Önümüzdeki günler bu gibilerin kullanılarak daha nelerin yapılabileceğini gösterecek günler olarak dikkatli gözlerin önüne birçok gerçeği serecektir.
Bir yandan Kur’an’daki İslâm yeni filizlenirken, bu gibi fosilleşmiş gruplar ve kitlelere çiğnetilerek yok edilmek istenilmekte, diğer yandan statüko sürdürülmek istenilmektedir. Kimi yarım akıllılar da bu oluşuma çanak tutmaktadırlar. Hurafenin gerçekler, kuruntuların Kur’an’daki İslâm karşısında dayanma gücü yoktur ve olmamıştır. Gelecekte, Kur’an’daki İslâm’ın hurafeleri nasıl yendiğini, suyunu çıkardığını hep birlikte göreceğiz. Sürülerin, bilinçliler karşısında hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmadığını önümüzdeki günler gösterecektir.
Allah’ın kullarını kendilerine kul edenlerin akibeti hem bu dünyada, hem de ahirette hüsrâna uğramaktadır. Bu hüsrânın ne çetin bir hüsrân olduğunu Kur’an’ı okuyarak öğreniniz, görünüz ne zelil edici bir hüsrândır. Hurafecilerin semizlemesi için ellerinden geleni yapanların da akibeti aynı zillet olacaktır. Zira Kur’an’daki İslâm’ı yenebilen olmamıştır, yenebilecek de yoktur. Bu İslâm, peygamberimizin ahlak edindiği İslâm’dır. Bu İslâm, asr-ı saadetin yaşanılmasını sağlayan İslâm’dır. Bu İslâm Allah’ın katında kabul görecek olan İslâm’dır. Bu İslâm’ı anlamak, bu İslâm’ı yaşamakla aziz olunur. Hevalarına teslim olanların, kuruntularını ilim edinenlerin eğri mi doğru mu düşünmeden, din adına söylenen veya yapılan her şeyi İslâm sananların İslâm’ı, ancak böylelerinin kuruntularıdır ki hiçbir geçerliği yoktur. Çökmenin, yıkıntı haline gelmenin sebebi bu geleneksel anlayışın ördüğü İslâm’dır ki Allah’ın dini İslâm’la pek az çakıştığı yeri bulunmaktadır. İçinde oturulmaz olduğundan tepemize çöken bu hurafeci anlayışla toplumu yeniden inşa etmeye çalışanlar hurda malzeme ile inşa edeceklerini düşündükleri yapının altında ancak emperyalizme yem olmayı kaçınılmaz son olarak bilmek zorundadırlar. Hayatın gerçeği, eşyanın tabiâtı ve insanın fıtratı böylesi Kur’an’dan uzak İslâm’ı reddetmektedir. Sahiplenenlerini utandırmaktadır böylesi İslâm. Kuruntuya dayanan şeylerin akibeti yok olmaktır. Tıpkı Marksizm gibi, inananlarının ellerini yanlarına düşürücüdür. Gerçeğin ifadesi bulunmayan görüşlerin, Kur’an’ın anlattığı gerçeklere dayanmayanın İslâm diye anılması kadar abes bir şey yoktur ve olamaz. İnsanımız bunu anlamaya başlamıştır. Kur’an İslâmı’nın anlaşılması süreci başlamıştır. Bu süreci kimseler durduramayacaktır. Boyunun bosunun şimdilerde küçük görünmesi aldatıcı olmamalıdır. Keyfiyetin dirhemi kemmiyetin tonlarına bedel değil midir? Kemiyet bir şey olsa idi sürüler halinde dolaşanların da sahibi bulunduğu varlık yalnızca kemiyetleri olduğundan dünyayı onlar idare ediyor olurlardı. Ama gerçek böyle olmamıştır. Kemiyet, her zaman keyfiyete yenilmiş ve yerini terketmiştir. Kur’an’da “Onların çoğu bilmezler” (Zümer S./29-49) buyurulması da bu gerçeğin ifadesinden başka nedir ki!
Evet, hiç kimse boşuna çabalamasın, hiç kimse olmayacak şeylerin peşinde koşmasın. Batı’nın razı olacağı değil, Allah’ın razı olacağı İslâm, Kur’an’daki İslâm insanlarımızı etkilemeye, yönlendirmeye başlamıştır bile.. Hem de önü alınmaz bir şekilde bu oluşum başlamıştır. Belki henüz daha çook fırın ekmeğin yenilmesi gerekmektedir ama, bilinmelidir ki Kur’an’daki İslâm’ın dirhemi bile, hurafelerin oluşturduğu İslâm’ın(!) tonlarını tartar, ondan ağır gelir. Zira birincisi hazâ gerçek iken ikincisi kuruntudur. Batıl ile karıştırılmış hak, haktan bir şey ifade etmemiştir, etmiyor da…
Kur’an İslâmına sahiplenenler! Biliniz ki istikbal Kur’an İslâmınındır. Lâkin yine biliniz ki bu İslâm şakaya alınacak, ihmal edilecek şey de değildir. Gereğinin yerine getirilmesiyle mürüvveti görülebilir. İhlas ile, dürüstlük ile, dini yalnızca Allah’a has kılmakla bu dinin mürüvveti görülebilir. Mürüvvetini görmek istiyorsak, eteklerimizdeki taşları atalım. Akıllı olalım. Olur olmaz nedenlerle birbirimizden uzaklaşmayalım. Kur’an üzerinde birliktelikler oluşturalım, organize olalım. Oluşturacağımız bu keyfiyetteki birlikteliğin bir diğer ortağının, baş yardımcısının Allah olacağını aslâ unutmayalım. Doğru düşünenler, Kur’an’daki İslâm’ı yaşamak ve yaşanılmasını isteyenler olarak geliniz birlikte hareket edelim. Kur’an’daki İslâm’ın gücünü birlikte gösterelim hurafecilere, Kur’an’daki doğruları birlikte ve cesaretle savunalım. Birlikte yaşayalım, birlikte düşünelim, birlikte hareket edelim. Hayat kısadır ve çabucak bitiveriyor. Ahiretimizi aziz etmenin yolunda birlikte yürüyelim. Bu yolda yürümenin bu dünyada da bizleri aynı izzetle izzetlendireceğini aslâ unutmayalım… Allah, ikinin ikincisi, üçün üçüncüsü, dördün dördüncüsü olarak bizimle olacaktır.
(İktibas, sayı 167)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *