Artık Türkiye beş vakit namaz kılan, cumalara giden cumhurbaşkanları dönemine girmişken, elbetteki mescitsiz hiçbir okulu, hastanesi, devlet dairesi ve bakanlığı da kalmayan bir ülke olmalıdır…
Ercümend Özkan
Türkiye’de 12 Eylül ile birlikte köklü politikalar uygulanmaya ve uygulanan politikalarda köklü değişiklikler yapılmaya başlandı. 1989 yılının Kasım ayında yayınladığımız yorumumuzda da detaylarına inmeden açıklamaya çalıştığımız gibi artık T.C. hükümetleri İslâm’ın karşısına doğrudan çıkmayacak, bilakis onu yanına alarak, ilgi göstererek birlikte hareket edecektir. Hâlâ ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun Kur’an İslâmı’ndan haberdâr olmayışı T.C. Hükümetlerinin şu anda en büyük avantajı gibi görünüyor. Atalarından kendilerine intikal eden geleneksel İslâm’da kelime-i tevhid getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek ve zekât vermenin İslâm’ın beş şartı bulunduğu bilgisi, bunları kendisinde gördüğü hükümetleri desteklemek ve ondan yana çıkmak için yeterli görünmektedir.
Geleneksel İslâm’da, İslamcılıktan ziyade anti-komünistlik uzun bir süreden beri müslümanları tatmin etmek için takib edilen politikalar olmuştur. Bu sebeble de 12 Eylül’ün Amerikancı subayları halkı memnun etmek ve desteğine sahib olabilmek için anayasaya din derslerini mecburen okutulacak dersler cümlesinden görmüş ve koymuştur. 12 Eylül aynı zamanda anti-komünizmin en belirgin ifadesinin yaşandığı dönem olmuş ve bütün komünistler en ağır cezalara çarptırılmış, adeta suları kesilmiştir. Ülkücülüğün de özlemlerinin iktidara getirildiği fakat kendilerinin yine en ağır cezalara çarptırıldığı dönem 12 Eylül dönemi olmuştur.
12 Eylül’e kadar T.C. Hükümetleri giderek azalan bir hızla da olsa dine, yani İslâm’a karşı daha sıcak, daha yakın davranmışlardır. Bu süreç resmen 1950’lerde başlatılmıştır. Otuz yıllık bir süreç, 1950 öncesinin katı uygulamalarını unutturmaya yönelik tavizlerle geçiştirilmiş ve halkın beyninde yer eden din düşmanlığı imajı silinmeye çalışılmıştır. Bu süre içinde, ülkede sayıları 400’lere varan İmam-Hatib okulları açılmış, Kur’an Kursları yaygınlaştırılarak 10 binlerin üzerine çıkarılmış, İslâm Enstitüsü adıyla 10’a yakın yüksekokul açılmış ve sonradan bunlar İlahiyat Fakültelerine çevrilmiştir.
1950 öncesi hiçbir seçim yoktur ki din bir oy aracı olarak kullanılmış bulunsun. Ne var ki 1950’lerden itibaren bu motif değişmiş ve hemen her seçim, hattâ askerlerin yaptıkları darbeler bile din motifini işlemeyi ihmal etmemişler, edememişlerdir. O kadar ki, mübarek sayılsın için darbe günleri bile cumalara rastlatılmıştır. Günlerin olayları mübarekleştirmediği, ancak mübarek işlerin, yapıldığı günlere anlam kazandırdığı bilincinden yoksun olan halkı bu yolla da kandırmayı, gönlünü almayı ihmal etmemişlerdir.
1960’lardan itibaren Türkiye’de temel politikalar Amerikancı çizgiye kaydırılmış ve İngiliz hakimiyeti sona erdirilmiştir. Giderek yoğunlaştırılan Amerikancı politikalar, bilhassa İngilizlerin Türkiye’yi seçerek kullanageldiği İslâm’ı kazıma, yok etme anlayışını da terketmiş ve müslümanları yanına alma gereği duyarak dünya üzerinde uyguladığı politikalarla paralellik kurmuş ve bir genel konsensus sağlamayı hedeflemiştir.
Bilhassa 12 Eylül 1980’lerden itibaren artık Türkiye’de hükümetler, bir bakıma devlet, kendini bu yeni politikaya uydurma gereği duymuş ve bu yeni politikalara daha münasib hükümetleri işbaşına getirecek sistemleri de geliştirmiş ve kanunlaştırmıştır. Bahanesi olarak da 12 Eylül öncesinin istikrarsız koalisyon dönemlerinin tekrar tekrar yaşanmasının ülke yararına olmadığı gösterilmiştir. Bu politikanın sonucu olarak, halka daha soğuk görünen askerler siyaset sahnesinden göreceli olarak uzaklaşmış, perde arkasına geçmiş ve sahne beş vakit namazlı sivil politikacılara bırakılmıştır. Yapılan ilk seçimlerin sonucunda Turgut Özal’ın başında bulunduğu ANAP iktidar edilmiş ve bugün hâlâ muhalefet ne derse desin iktidarını sürdürmektedir. Bu arada cumhurbaşkanlığını boşaltmak durumunda kalan Evren’in yerini de bu partinin genel başkanı almıştır.
Türkiye, katı laiklerin bürokrasi arasında, devletin yüksek makamlarında ve bilhassa da askerler arasında hâlâ bulunduğu bir ülke olarak bir dönemeci yaşamaktadır. İslâm’a en fazla düşman olunduğu yıllarda bile herhangi bir laik bürokrat, devlet adamı veya subayın müslümanlarca öldürüldüğü, suikasta kurban gittiği görülmemiştir. Kaldı ki bu katı İslâm karşıtı politikaların terkedildiği, halka daha munis ve namazlı devlet başkanlarının devlet olduğu dönemde ülkenin ileri gelen laiklerinden Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok ve daha pek yakında anti-İslamcı tavrıyla orduda temayüz eden Korgeneral İsmail Selen iki yıl içinde suikasta kurban olanlardandırlar. Bugüne kadar olduğu gibi bugün de bu gibi kişilerin, ne kadar kızarlarsa kızsınlar müslümanlar tarafından öldürüldüğünü söyleyebilmek mümkün olmamıştır. Bunu suikastı yaptıranlar da, yapanlar da, suikasta uğrayanların yakınları da pek alâ biliyorlar. Beyanlarında bu hususu açıklamışlardır zaman zaman. Üstelik bu kişileri öldürenler bugüne kadar bulunamadığı gibi, mutad olduğu üzere bazı zanlılar bulunarak üstlerine de atılamamıştır. Şu anda fail-i meçhul cinayetler, suikastlar olarak durmaktadır.
Öyle görünüyor ki, işlenen cinayetlerde kullanılan silahların ve cinayet yöntemlerinin daha önce benzerine rastlanmamış olması da bu cinayetlerle ilgili olarak, profesyonel eller vardır bu cinayetlerin arkasında.
Şimdi değişen devlet politikası, yani müslümanlara daha şirin görünmek ve mutabakatlarını almaya yönelik hâle gelmiş devlet politikası ola ki çeşitli kademelerdeki bazı ‘horozlar’ tarafından anlaşılmış ve de kabul görmüş değildir. Bu sebebledir ki, devletin yeni politikaları şayet uygun görülmüş ve uygulanacaksa bu denli tehlikeli olabilecek sesler kısılmalı, kısmıyorlarsa da kesilmelidir. Müslümanlarla kol kola bir politikanın yaygın ve ahat uygulanmasına karşı çıkanlar susturulmalı, öyle düşünmeye meyilli olanlar da caydırılmalıdırlar. Tabiidir ki bu suikastların temelinde böylesi bir anlayışın ve uygulamanın yattığına işaret etmek istiyoruz. Sahibinin ötmesinden hoşlanmadığı ‘horozların’ başı sahibinin kesmesine hazır demektir. Sahibi istemese de öten horoz bunu hakediyor denilmez mi?
Artık Türkiye beş vakit namaz kılan, cumalara giden cumhurbaşkanları dönemine girmişken, elbette ki mescitsiz hiçbir okulu, hastanesi, devlet dairesi ve bakanlığı da kalmayan bir ülke olmalıdır ki, hâlâ Cumhuriyet Halk Partisi’nin İslâm’a ve müslümanlara karşı katı politikalar yürüttüğü devirleri bütün canlılığı ile yaşayan yaşlıları ve onlardan tevarüs ettiği bilgiler ile zamanının en az 30 yıl gerisinde yaşayan orta yaşlı müslümanları doyuran politikalar izlenmiş olsun. Ne var ki aşağıdan yeşerip gelen yeni nesil, genç nesil artık Kur’an’la tanışmıştır. Henüz istenilen düzeyde algılayamamış olsa da bu tanışma bu nesle bir yön vermiş, en azından müslümanlığın babalarından duyduğu beş şartından fazla şeyler olduğunun farkına varmaya başlamıştır. O denli yaygın bir anlayış ve yönleniş olarak gelişmiştir ki gençler arasındaki bu gelişmeler baş edilmez haldedir.
Kur’an İslâmı ile, halka babalarından miras kalan İslâm arasındaki farkı kapatmaya yönelik yaygın anlayış giderek derinleşmekte ve evrensel boyutlara ulaşmaktadır. İşte bu noktada yeni hükümet politikalarının hesabı, babalarından tevarüs ettikleri İslâm’la ve bunun tümünü kendinde bulduğu hükümetlerle birlikte bulunmayı tercih edeceğini düşündüğü geleneksel müslümanlara arka çıkarak; Kur’an İslâmı’nın bütünlüğüne kavuşmak isteyen dinamik, köktenci müslümanlara karşı çıkarmak, birincilerle ikincileri savmayı düşünmektedir. Artık her defasında yara aldığı salvolarını kendi yapmayacak, müslümanı müslümana karşı çıkararak İslâm’ı önlemeye yönelecektir. Hattâ ufak çapta da olsa bunun emareleri şimdiden bile görünmeye başlanmıştır. Hükümetlerin yanında bulunan İslamcı grupların, aldıkları tavizlerden mukabil oylarıyla kendilerini destekledikleri hükümete yardımcı olmak, daha fazla taviz alabilmek uğruna Kur’an İslâmı’nı gündeme getirenleri ihbar ettikleri, Sünnet İslâmı’nı canlandırmayı amaçlayanları hiç de dost gibi görmedikleri bilinen olaylardan olmuştur. Tabii gerekçeleri de kendileri nezdinde geçerli olan bu gruplar, ‘Belamızı mı istiyorsunuz, bu kadarını bulduk da bunuyor muyuz? Sizler İslâm’a zarar veriyorsunuz’ gerekçeleri ile Kur’an İslâmı’na yönelmeleri, henüz tamamı taleb etmenin zamanı gelmediği gerekçeleri ile suçlayabiliyorlar ve her türlü engeli çıkarmayı düşünüyorlar.
Şu anda daha kalabalık halde bulunan bu gruplar, İslamizasyoncu hükümete oy ve personel desteği vermeleriyle de tanınıyorlar. Bu hükümetin hemen bütün bürokratlarının, teknokratlarının namazlı oruçlu bulunmaları da bunun açık göstergesi halindedir. Daha dün ANAP genel başkanlığı ve sonuç olarak da başbakanlık için yarışan iki ANAP’lının yapılan genel kongrelerindeki sözleri bunu açıkça göstermeye yeterlidir. Bunlardan Yıldırım Akbulut “Ayasofya’yı ibadete açacağız” vaadi ile seçmenin karşısına çıkarken, Mesut Yılmaz “Benden mucize beklemeyin, mucize ancak Allah’ın işidir” beyanı ile seçmenine dindarlık imajları, mesajları göndermesi manidardır. Olayları yakından ve atlamadan izleyenler için aşikâr olarak görünen gerçekler bunlardır.
İktidarda olan artık muhafazakârlıktır, milliyetçiliktir, mukaddesatçılıktır Türkiye’de.. Halk İslâmı’nın yanındaki hükümetlerin bir süre daha idare edeceği Türkiye’de, muhalefet partileri de SHP’si dahil, İslamcı olmak, halk İslâmı’ndan yana bulunmak zorundadır. Aksi halde iktidar yüzü göremeyecekleri gibi umamamaktadırlar da. Türkiye artık o noktaya döndürülemez bir şekilde gelmiştir ki, Türkiye Birleşik Komünist Partisi bile Kurban Bayramı mesajları yayınlamakta, tebrikleri göndermek durumunda bulunmaktadır. Esastan reddetmek durumunda bulundukları şeyleri tebrik gereği duyanlar, esaslı bir şeyler kaybetmeye başlamışlar demektir.
(İktibas, sayı 151)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *