Kur’an’a uymayan rivâyetlere, ona ters düşen rivâyetlere itibar olunmaz. İtikadda Kur’an dışında bir kaynak kabul edilemez. Zira sağlam tek ve yegane kaynak odur. Bu gerçekler ışığında (Kur’an gerçeklerinin ışığında) herkes inançlarını gözden geçirmelidir.
Ercümend Özkan
Rasûl, elçi anlamındadır. Peygamber farsça bir kelime olup, haberci genel anlamını taşır. Nebî ve Rasûl kendisiyle insanlara haber (mesaj) gönderilen insandır. Ki hepsi de seçilmiş(meb’ûs)lerdir.
Günümüze kadar gelen bilgiler kitleleri geleneksel olarak etkilemiş, üzerinde düşünülmedikçe de etkilenmelerde sapmalar olmuştur. Zaten ilk peygamber(elçi)den bu yana, insanlar kendilerine gönderilenleri hep saptırmışlar, eksiltmişler, değiştirmişler, yanlış anlamışlar ya da anlamamışlardır. Bu sebeble de, gönderilen mesajın insanların zihnindeki yeri sağlamlaştırılmak istenilmiş ve tekrar tekrar peygamberler (rasûl ve nebîler) gönderilmiştir. Bunların bir kısmının ismi belirtilmiş ve bizlere belletilmiş bir kısmının da adı anılmadan gönderildikleri zikredilmiştir. Adı anılan ve en son olarak gönderilen Rasûl ise Abdullah’ın oğlu, Âmine’den doğma Muhammed (s.a.)’dir.
Bildiğimiz gibi Muhammed, şahıs olarak kendini kötülüklerden koruyan, yine aynı mahiyetteki iyilikleri şahsında bulundurmaya çalışan bir fert olarak Kureyş’in içinde, Ebû Bekir gibi temayüz edenlerden biriydi. O yüzden de hulku (ahlâkı) kendisininkini tutan Ebû Bekir ile yakın arkadaş idi. Zaten arkadaşlıklar ahlâk yakınlıkları üzerinde otururlar.
«Kitab nedir, imân nedir, bilmez halde…»(42/52) iken Rabb’i onu göndereceği tebliğ için seçmiş ve bildiğimiz gibi de ona tebliğ(açıklama)de bulunmuştur. «Ne yapacağını bilmez halde iken doğru yolu göstermiştir.»(93/7) ki bu doğru yol vahyedilerek bildirilmiş ve insanlara bildirmek üzere öğretilmiştir.
İnsanlardan bir insan iken Rabb’i tarafından seçilen Muhammed (s.a.) «kendisine indirileni duyurmakla emrolunmuştur. Eğer bunu yapmazsa O’nun elçiliğini yapmamış olacağı (bunu yaparken) Allah’ın kendisini insanlardan koruyacağı..»(5/67) bildirilmiştir.
Peygamber, kendisine Rabb’i tarafından bildirilenlerin onda korunduğu kişidir. Yani Allah vahyettiklerini koruma taahhüdünde bulunmaktadır. «Senden önce hiçbir elçi göndermedik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman şeytan onun arzusu içerisine mutlaka (bir şey) atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır…» (22/52)
Peygamberler de yaptıklarından sorulacak kimselerdir.(7/6) Bu şu demektir ki masum (yani günahtan mecburi olarak korunmuş) kimseler olmayıp, bilâkis kendilerini günahtan alıkoyan, koruyan kimselerdir. Bu özellikleri vesilesiyle de insanlara «kendilerinde güzel bir örnek bulunduğu bildirilen»(60/4) kimselerdir.
Bu haliyle de peygamberler birer masal kahramanları değil, gerçek birer kahramandırlar. Zira üzerinde bulundukları yol gerçektir. Gerçeklere uyduklarından dolayı gerçek birer kişilik sahibidirler. Masal kahramanları ise olağanüstü vasıflar sahibi ve hep olağanüstü işler yapan kimseler iken peygamberler normal (tabii) insanlardır ve yaptıklarında da doğaüstü bir şey bulunmaz. Ne var ki istisnâî olarak bazılarına (ki Muhammed (s.a.) özellikle bunlardan değildir) tabiâtüstü özellikler verilmiş, gaybtan haber bildirilmiş, ölüleri diriltmek, hastaları iyileştirmek gibi, inkâr edenlerin inandırılması için bazı olaylarla techiz edilmişlerdir. Evlerinde yedikleri yemeklerden haber vermek gibi, ki Kur’an’a bakıldığında bu tür olayların örnekleri Musa (a.s.), İsâ (a.s.) için ve daha bazıları için zikredilmiştir.
Hz. Muhammed’e ise yalnızca Kur’an verilmiştir. Kur’an okuma kitabı demektir ki okundukça, gerçekleri nasıl açıkladığını okuyanlar, defaatle okuyanlar görebilmekte, anlayabilmektedirler. Muhammed (s.a.) de kendisine Rabb’i tarafından belletilen Kur’an’ı okudukça anlaşılabilir olduğundan manasını anlıyor ve gereklerine riâyet ediyordu. Aslında peygamberler gerçek kişiler, herkesin olabileceği gibi kişilik sahipleri olmasa idiler, onlar insanlar için benzenilmesi mümkün olmadığından örnek gösterilmezlerdi. Örnek gösterildikleri noktasından hareketle de aynı sonuca varmak ve kendilerine benzenebilir kişilik taşıdıkları açıklıkla söylenmelidir.
Kur’an’da korumak, korunmak, sarılmak, tutunmak, düşmemek, uzak durmak anlamlarında kullanılan Ma’sumiyet ve Berea kelimelerinin geçtiği âyetlere bakıldığında: «Allah seni insanlardan korur.»(5/67), «Allah’tan kim korur!»(33/17), Nuh’un oğluna söylediği «…bugün Allah’ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur.»(11/43), kötü iş işleyenler için «…Onları Allah’tan kurtaracak hiç kimse yoktur»(10/27), ahiretteki azabtan söz edilerek «O gün arkanızı dönüp kaçmak istersiniz ama sizi Allah’ın azabından kurtaracak kimse yoktur.»(40/33) buyurulmaktadır.
«Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’a yapışanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar…»(4/146), «…O’na yapışanları…»(4/175), «…Kim Allah’a sarılırsa, muhakkak ki o doğru yola iletilmiştir.»(3/101) âyetlerinde görülen yapışmak, sarılmak irade ile yapılan şeyler olup, insanlar bunu yapmakta mecbur (ıstırar halinde) değillerdir, ancak irade ile yapılan fiillerdir yapışmak veya sarılmak. Yine «Ve topluca Allah’ın ipine sarılın..»(3/103) âyetindeki sarılın kelimesi insan isteği ile yapılacak ya da terk edilecek işlerdendir. Ki öncelikle peygamber bu isteğe uygun hareket etmiş ve gerçekten Allah’ın kendisine uzattığı ipe yapışmış, sımsıkı sarılmıştır. Onunla birlikte aynı işi (sarılmayı) gerçekleştirenler de âyetin sonunda söylendiği gibi «ayrılmama» gerçeği ile karşı karşıya gelmişlerdir. Zira onlar ayrılıktan, nifaktan, birbirine düşman olmaktan şikayetçi idiler. Kendilerine ayrılmamanın yolu «Allah’ın ipine sarılmak» olarak gösterilmiştir.
Hangi âyete bakılırsa bakılsın rahatlıkla görülür ki Muhammed (s.a.) diğer insanlar gibi bir insandır; içgüdü ve uzvî ihtiyaçları vardır. Olağanüstü bir yaratık değildir. Kendisine vahiy indirilmiş, o da bu vahyin gereklerine uymuştur. Kur’an’ın ifadesi ile «ilk teslim olan»dır Rabb’inden gelenlere ve diğer insanları da kendisinin teslim olduklarına teslim olmaya çağırmaktadır. Muhammed (s.a.) Rabb’ine teslim olmuş, O’nun gönderdiği vahye uymuştur. Kendi teslim olduğuna teslim olmaya ve uyduklarına da uymaya çağırmaktadır. Diğer insanlardan farkı budur. Bu itibarla da yükü ağırdır, sorumluluğu fazladır. Zira içinde yaşadığı toplumu, insanları Rabb’ine teslim olmaya çağıranların ilkidir. Şahidi isbatı yoktur. Yalnızca kişiliği ve söylediği sözler (okuduğu vahiy) vardır. İnsanlar bu sözlerle mütemadiyen düşünmeye sevkedilmekte ve düşündürülmek suretiyle ikna edilmeye çağrılmaktadırlar. Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in ona inanması da aynı surette olmuştur, diğerlerinin de. Zaman içinde peygamber, günümüzde de bazılarının yaptığı gibi, olağanüstülüğe itilmek, bir masal kahramanı haline getirilmek istenmiştir. Elimizdeki rivâyetler bunu açıkça göstermektedir. Daha beş yaşında bir çocuk iken, üzerinde gölgelik yapan bulutların gezdiği rivâyetlerini bizlere kadar intikal ettirenler, Uhud harbinde aynı peygamberin dişlerinin kırıldığına ve yanağından yaralandığı çelişkili haberlerini de bizlere kadar intikal ettirmişlerdir. Ve düşünmemişlerdir daha herkes gibi anasının karnından hiçbir şey bilmez halde çıkarılmış bir insan olan Muhammed (s.a.)’in hiç kimseden farkı bulunmadığını. Rabb’i ona görev verdikten sonra Onun yaralanmasına engel olmamış, bu engel olmayı kendisinin ve savaştaki arkadaşlarının tedbirlerine bırakmıştır.
Peygamber olağan bir insan idi; acıkıyordu ve yiyecek arıyordu. Kimin yanında yiyecek var diye arkadaşlarını, kızını dolaşıyordu. O da bir nefis idi ve her nefis gibi ölümü tadacaktı, tattı da. Bazılarının yine bizlere kadar getirdiği rivâyetlerde olduğu gibi halâ yaşıyor değildir. Bu tür rivâyetler insana Hızır’ı, Mehdi’yi (!) ve daha başka masal kahramanlarını ve hıristiyanlar gibi Mesih’i yaşatan bâtıl inançlılara karşı: «Bizim peygamberimiz bunların hepsinden büyük olsun da bunların büyükleri gibi yaşamasın» yarışına girenlerin yaşatması olarak görünmüştür hep. Allah’ın Kitab’ında «Bütün canlılar ölümü tadacaktır», «…ölür veya öldürülürsen dönecekler mi!» meâlindeki âyetlere rağmen nasıl olur da Kur’an’a aykırı olarak peygamberi yaşatırlar, düşünebilmek bile abestir.
Hz. Muhammed en önemli bir görevle, vahyi artık kaybolmayacak şekilde toplayıp (yazılı) Kitab hâline getirmekle görevlendirilmiş bir insan olduğu Kur’an’da belirtilmesine ve insan olarak bütün vasıfları taşıdığı ve öldüğü de bilinmesine (kesin olmasına) rağmen nasıl olur da Mesih, Mehdi veya Hızır gibi şahısların ölmediğine inanılır. Böylesi inançlar İslâm’dan değildir. İslâm dışı inançların İslâm’a karışmış hurafeleridir. Peygamber kendisine —ki kendisi en son vahyedilendir, peygamberlerin sonuncusudur— gönderilen vahyin Allah tarafından korunduğu ve fakat vahyin gösterdiği istikamette kendisini koruyan olduğu halde nasıl olur da peygamber dışındaki kişilerin masumiyeti söz konusu olabilir. Eğer Kur’an İslâm’ın kaynağı, dayanağı ise.. Kur’an’a uymayan rivâyetlere, ona ters düşen rivâyetlere itibar olunmaz. İtikadda Kur’an dışında bir kaynak kabul edilemez. Zira sağlam tek ve yegâne kaynak odur. Bu gerçekler ışığında (Kur’an gerçeklerinin ışığında) herkes inançlarını gözden geçirmelidir. Ona uymayanlardan kendilerini arındırmalı, diğerlerini de Kur’an’a uydurmaya azmetmelidir. Bunu mutlaka yapmalıdır. Çünkü itikadda yalnızca Kur’an’ın âyetlerine ve bunların ifade ettikleri kadarına inanmak esastır. İtikad şüphe götürmeyen, şüpheye tahammülü olmayan bir şey olması itibariyle yalnız Kur’anî olmalıdır. Ki Kur’an’ın Allah’tan olduğu şüphesizdir.
Kur’an, peygamber için de tek kaynak idi, ki Rabbi Ona vahyediyor ve kalbine yerleştiriyordu. O da onlara uyuyor, insanları da uymaya çağırıyordu. Bunu yaparken de onlar gibi bir insan olduğunu söylüyor fakat yalnızca Rabb’inin kendisine vahyettiklerini onlara duyurduğunu söylüyordu.
Peygamber olanların da yanıldığını, daha da önce gönderilen peygamberlerle ilgili âyetlerden rahatlıkla anlayabiliriz. «Güneşi doğarken görünce; ‘Budur Rabbim, bu daha büyük’ dedi. (O da) batınca dedi ki: ‘Ey kavmim ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım (ber’iyim)’»(6/78), «Eğer seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.’»(10/41), «Yoksa, ‘O (Kur’an’ı) uydurdu mu’ diyorlar? De ki: ‘Eğer uydurmuşsam suçum banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.’»(11/35) ve emsali âyetler peygamberin de yaptıklarından sorumlu yani masum olmadığını ancak kendisini koruduğunu anlatmıyor mu? Bu durum karşısında yani peygamberin söyledikleri (vahiyler) ile ilgili olarak ona diyorlardı ki: «Seni tanrılarımızdan biri fena çarpmış demekten başka bir söz bulamıyoruz. De ki: ‘(Söylediklerimin bana vahyedilenler olduğu konusunda) Ben Allah’ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki ben sizin (Allah’a) ortak koştuklarınızdan uzağım..’» (11/ 54)
«Biz peygamberlerden (verdiğimiz elçilik görevini yapmak ve hak dine davet hususunda) kuvvetle ahidlerini almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsâ’dan (evet) onlardan sapasağlam söz almıştık. Böyle yaptık ki Allah o doğrulara doğruluklarından sorsun. Kâfirlere de acı bir azab hazırlanmıştır.»(33/7-8) buyuran Allah; salihler, doğrular, sıddıklar olarak nitelediği kendilerinden söz aldığını söylediği peygamberlerden (doğrulara, doğruluklarından) sorsun diyor ve her halde peygamberlerin de diğer âyetlerde olduğu gibi, sorulacaklarını belirtiyor. Halbuki masum olana soru sorulmaz. Kendisine gönderilen vahiy konusunda masum olduğu (korunduğu) için bu vahiylerle ilgili olarak, neden böyle bir âyet okudun, neden şöyle bir âyet söyledin diye elbette sorulmaz. Zira vahiy gönderen Allah’tır. Bu vahiyleri hangi sıra ile istemişse o sıra dahilinde gönderen de O’dur. Allah, kendi işinden ötürü kuluna sormayacaktır, peygamber de olsa. Zira O müstağnîdir, yaptıklarından hesaba çekilmeyendir.
Tekrar ve özet olarak belirtmek gerekirse, peygamber yalnızca kendisine gönderilen vahiyler konusunda korunmuş (masum), vahiyler doğrultusunda ise peygamber kendisini Allah’ın azabından korumuştur. Böyle olmasa idi bizlere örnek olarak gösterilmezdi. Zira kendisi gibi olamayacağımız, yaptıklarını yapamayacağımız bir insanın örnek gösterilmesi, erişilmesi imkânsıza erişme emri olurdu ki bu da zulüm olurdu. Allah’a ise zulüm aslâ yaraşmaz, O her türlü zulümden uzaktır ve kullarına merhametli olandır. Eğer peygambere ondan sâdır olan her söz ve hareket vahiy sonucu olsaydı, bu takdirde yanılmazlığı da söz konusu olabilirdi ki Kur’an bunun aksine şahitlik etmektedir. Örneğin Bedir esirleriyle ilgili uygulamada, örneğin «Az daha onlara meyledecektin» buyurulan âyette ve daha nicelerinde olduğu gibi. Bu da göstermektedir ki peygambere yalnızca Kur’an vahyedilmiştir, başkası değil. Kur’an dışındaki sözleri ve hareketleri kendisindendir. Ne var ki Allah peygamberini bir yanlış üzerinde bırakmadığından Onun yanlışlarını düzeltmektedir. Öyle olmasa idi bizler doğruları, Allah’a ait doğruları nasıl ve kimden öğrenirdik, imkânımız olmazdı.
«Bir peygamberin ganimet malını gizlemesi aslâ (doğru) olmaz. Kim emânete hıyanet eder, aşırırsa kıyamet günü aşırdığını boynuna yükleyip getirir. Sonra herkese tastamam verilir, hiç haksızlığa uğratılmazlar.»(3/161) buyuran Allah masum olan (yani günah işlemekten cebri olarak uzak tutulan) birine böyle söz söylemesi fazla olurdu. «Hiçbir elçi Allah’ın emri olmadan bir âyet getiremez.»(40/78) buyuran Allah bu âyetleri «…kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.»(16/44) diye gönderdiğini de belirtmekte ve açıklamaktadır.
(İktibas, sayı 131-132)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *