Elçilik ve Allah’ın Elçiliği

Elçilik ve Allah’ın Elçiliği

İnsanlar, özellikle Allah’ın elçilerini kendilerinden farklı görmeye meyilli olmalarına rağmen Allah insanlara hep kendileri gibi birini elçi olarak göndermeyi, terk etmediği bir sünnet (âdet) olarak benimsemiştir.

Ercümend Özkan

Elçi, yani resul, tasarruf hakkı olmaksızın, birinin sözünü olduğu gibi bir başkasına bildiren kimseye denilmektedir. Vekil ve kefil veya vasî gibi elçiliğin anlamıyla yer yer içiçe girebilen anlamlar taşıyan kavramların delâlet ettiği anlamlardan elçiliğin, en bâriz olan yanı (anlamı) elçide tasarruf hakkı bulunmamasıdır. Bu sebebledir ki elçiler görevlidirler ve görevlerini, verildiği gibi yerine getiren elçiler, bu işlerinden ötürü sorumlu değillerdir. Tabii ki herhangi bir sorumluluk söz konusu olduğunda bu elçiden değil, onu gönderenden sorulacak anlamına gelmektedir. Bu sebeble de ‘Elçiye zevâl yoktur’ şeklinde deyimleşmiştir elçinin sorumsuzluğu. 

Elçiler, tarihin yazdığına göre insanlık tarihinin bilindiği günden bu yana hep bulunmuşlardır. İnsanlar arasında, aileler arasında, kabileler arasında, toplumlar arasında ve devletler arasında karşılıklı olarak ve ihtiyaç duyuldukça başvurulan bir kurum olageldiği gibi savaşlar çıkmadan veya savaşlar sırasında da başvurulma gereği duyulmuş bir kurumdur. Her halde elçilik, bizzat halledilemeyen ya da halledilme gereği duyulmayan veya kendisi vasıtası ile halledilebilecek işler için gerek duyulan bir kurum olarak, insanlık tarihi kadar eskidir ve bütün toplumların bildiği bir kurumdur. En ilkel kabileden, en gelişmiş toplumlara kadar herkesin başvurma gereği duyması bu kurumu doğallaştırmıştır. Veya denebilir ki, doğal oluşu onu yaygın olarak başvurulan bir kurum yapmıştır. 

Elçiler, insanlar arasında da, insanlarla Rabb’i arasında da bilindiği günden bu yana hep görevli olarak algılanılmışlar fakat kâh hafife alınmışlar, kâh ciddî karşılanmışlardır. Elçilerin hafife alınmaları nasıl onları gönderenleri hafife almak manasına geliyorsa, itibar edilmesi de kezâ yine adına elçilik yaptıklarının ciddiye alınması anlamına gelmektedir. İnsanların birbirlerine gönderdikleri elçiler, Rabb’lerinin insanlara gönderdiği elçilerden daha çok kabul görmüşlerdir. Peygamberler tarihi bunun aksine herhangi bir bilgi kaydetmemiştir. İnsanların, birbirlerinin elçilerini daha iyi karşılamalarında, gönderen ve gönderilen(elçi)in insan olması belki büyük önemi hâiz olmuştur, bu kabulde. 

İnsanlar, zayıf ve âciz olduklarından akletmekten çok (34/28) vehmetmeye meyletmişler, kuruntularını ilim haline getirmeyi yeğlemişlerdir. «Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz.» (10/36) 

İnsanların birbirlerine ya da Rabb’imizin insanlara gönderdiği elçiler arasında bir takım müşterek vasıflar vardır. İnsanlar nasıl birini elçi olarak başkalarına göndereceklerse onun güvenilir, en azından gönderen açısından güvenilir olmasına özen gösterirse, Rabb’imiz de elçi olarak seçeceğine Kendisinin güvenmesi ve gönderilenlerin de güvenebileceği birisi olmasına özen göstermiştir. Elçiler mutlaka güvenilir insanlardan seçilirler demek zorunludur. Öylesine güvenilirlik gereklidir ki elçi seçilecek için o, hem kendisini seçenin güvenini kazanmış olmalı, hem de kendilerine gönderileceklerin güven ölçülerine uygun vasıflar taşımalıdırlar. İki tarafın (hem gönderen, hem de gönderilen) güvenine mazhar olmak elçi olmak için olmazsa olmaz bir şarttır. 

Elçinin sağlıklı ruh yapısına sahip, normal, herkes gibi biri olması da gereklidir. Yani diğer insanlarda rastlanmayan, hiç bilinmeyen vasıflarla vasıflanmış değil, diğer insanların da bildiği, tanıdığı, itibar ettiği ölçülere uygun olması gerekmektedir. Dürüst olması, aldatıcı olmaması, insanları sevmesi, onların iyiliğini isteyen (hased etmeyen) huyları bulunması gereklidir. Zira bu ve benzeri anlamdaki vasıflar kendilerine elçi olarak gönderilecekler için önemli olduğu gibi, elçinin elçiliği açısından da önemlidir. Elçinin geniş anlayış sahibi, mürüvvetli, olgun ve günlük hayatın insanı eğip-büken olaylarının şekillendirdiği zayıf bir kişilik taşımaması gereklidir. Oturmuşluk ve ne istediğini bilmek, en azından ne ile mutmain olunacağı hususunda ucuz tatminler peşinde olmayacak kadar ciddî olması gereklidir. Elçi, bu vasıflarıyla, gönderildiklerine güven kazandırıcı olacaktır. 

İnsanların çoğu bilmedikleri, yanlışlar içinde yüzdükleri, yanlışları bir hayat tarzı olarak kabullenmiş olmalarına rağmen bu vasıflardan uzak ve olunması gereken gibi olanlara hayranlıkları, imrenmeleri, iyiyi, doğruyu bilip kabul etmeye yatkınlıkları ile de bilinirler. Onların pek azı normalin üstünde ve yine pek azı normalin altındadırlar. Bu fırsatları sebebiyledir ki dürüst olmayanlar bile örneğin dürüstlüğe muhtaçtır ve dürüstlük, dürüst olmayanların da beğenisini kazanmaktadır. Dürüstlükten en uzak durumda bulunanların bile (ki birkaç hırsızın bir evi müştereken soymaları söz konusu olduğunda birbirlerine duyacakları güven kadar bir başka şeye ihtiyaç duymadıkları bilinir) ne kadar dürüstlüğe ihtiyaç ve beğeni beslediklerini biliyoruz.

İnsanlar arasındaki elçiliklerde seçilecek elçinin götüreceği sözü veya bir başka emâneti, götürülmesini istediği gibi götürüp teslim etmesi nasıl gerekli ise ve bunun için kendisine güven duyulması elzem ise, bütün iyiliğine rağmen verilecek vazifenin cinsine göre onu becerip beceremeyeceğine duyulacak güven de aynı derecede önemlidir elçi seçiminde.

Elçi, elçilik görevi boyunca hevâ(arzu, hoşlanma)sının değil, kendisine tevdi edilen görevin kendisinden istediği yönde hareket etmesi gereken kişidir. Aksi takdirde kendisiyle gercekleştirilecek görevin mahiyeti ve niteliği değil, hevâsı onu yönlendirir ve görevini yapmaktan alıkoyar. Daha açık olması bakımından söylemek gerekirse elçi, hoşlanmasa da kabul ettiği veya kendisine yüklenen görevi yerine getirmek durumunda olan kişidir. Hevâsını görevine karıştırandan elçi olmaz. Bu intibâı uyandırmış kişiden elçi seçilmez. Kendi istediklerini değil, kendisinden istenileni iletene elçi denilir. Görüldüğü gibi elçilik bir âmiriyyet makâmı değil, memuriyyet makâmıdır. Elçilikte asıl olan bu(memuriyet)dur.

Elçi görevi alandır, görevlendirilendir, görevlendiren değil. Bu itibarla kendisini görevlendirenin isteğine tâbidir. Kendisini görevlendireni memnun (râzı) etmek zorundadır. Zira görevi ondan almıştır. Tüm mükellefiyeti görev aldığına karşıdır. Yerine getirmekle sorumlu bulunduklarından öncelikle ve kesin olarak görevlendirenine karşı sorumludur. Görevlendirenini râzı etmesi ise ancak onun iradesi istikametinde hareket etmesiyle mümkündür. Korkacaksa da görevlendirenden korkmalıdır.

‘Elçiye zeval olmaması’ asıl olmakla birlikte istisnâen de veya çokça da olsa elçiler, kendilerine gönderildikleri insanlar tarafından sorumlu tutulmuşlar ve hatta cezalandırılmışlardır. Gerek Allah’ın elçileri, gerekse insanların, devletlerin birbirlerine gönderdikleri elçilerin başına bu cezalandırılma çokça gelmiştir. Bu sebeble de elçilik şerefli olmasının yanında güç, rizikoları bulunan bir görevdir. İnsanlar, kendilerine gelen elçileri ister Allah katından, ister bir diğer insan katından gelmiş olsun hakir görmüşler, alaya almışlar(43/7), yalnızlığa itmişler, garipsemişler, zaman zaman da cismânî zararlar vermişler, işkenceler yapmışlar ve giderek öldürdükleri de olmuştur. Elçilerin gördükleri bu muamele gerçekte onu gönderene gösterilen muameledir. Elçinin getirdiklerinde bir suç da olsa meziyet de bulunsa her ikisi de gönderendendir. Gönderenin maruz kalacağı muameleyi ilk ağızda, gönderileni getiren görmektedir. O yüzden elçilik aynı zamanda cesaret işidir, cesur bir kişilik de ister. Diğer bir tâbirle korkaktan elçi seçilmez. 

Elçilik uzun ve külfetli bir işi de içerebilir. Bu münasebetle yorucu, uzun ve dayanıklılık isteyen, sabırla, görevini unutmadan, bezmeden yapılması gereken, görevini sevmeyi gerektiren bir iştir. Sevilmeyen, benimsenmeyen bir işin başarılması güç, hattâ imkânsızdır da. Onun içindir ki elçiler, görevlendirildikleri işi ve mesajı içeriği itibariyle yapılması gerekli, elzem iş olarak görmelidirler. Elçilerin başarısında bu inanc(iman)ın büyük payı bulunduğu bilinip, kabullenilir. Görevlendirildiğinin gerekliliğine ve doğruluğuna inanmayan elçilerin başarılı oldukları görülmemiştir. Taşıdıkları mesajın gerçekliğine inanan elçilerin başarılarında bu inanç(iman)larının payı mutlaka vardır. 

Elçiler, gönderildikleri nezdinde kendilerini gönderenleri düşündüreceklerinden gönderenin büyüklüğü, haysiyeti itibarı ile, gönderilenin ölçüleri göz önünde bulundurularak seçilmektedir.

Elçi akıllı, hafızası yerinde, olgun yaşta, istikrarlı, sabırlı, dayanıklı, azimli, sebatkâr, her şeye tahammülü olan yapıda olmalıdır. Aksi takdirde görevini yerine getirmesi tehlikeye girecektir. Elçinin kişiliği ve o kişiliği meydana getiren unsurlar elçiliğe müsait bulunmalıdır ki onu elçi seçenin eklemeleri ve takviyesi ile daha mukavim hâle gelsin ve görevini, istenilen sonuca ulaştırabilsin. 

Elçiler, kendilerine gönderileceklerin kolay kabul etmelerinin sağlanması için onlardan biri veya onlara yakın biri olarak seçilirler. Böyle olması elçilerin kabullenilmelerini kolaylaştırmak içindir. İnsanların bir diğerine elçi gönderirken bunu gözetmesi gibi Allah da kullarına elçi gönderirken kendilerine elçi gönderdiklerinden birini ve onların tanıdığı birini göndermesi bu yüzdendir. 

Elçiler, kendilerine gönderildikleri toplumun ya da kişinin diliyle konuşurlar, asıl olan budur. Böyle oluşu da yine kabullerini kolaylaştırıcı bir unsur olarak algılanmalıdır. 

Elçiler olağanüstü kişilerden seçilmezler. Hele Allah’ın, kullarına gönderdiği insanlar, gönderildikleri insanlar gibidirler. İnsanlar, özellikle Allah’ın elçilerini kendilerinden farklı görmeye meyilli olmalarına rağmen Allah insanlara hep kendileri gibi birini elçi olarak göndermeyi, terk etmediği bir sünnet (âdet) olarak benimsemiştir. Gerekçesini de: «De ki: “Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı elbette onlara gökten bir meleği elçi gönderirdik.»(17/95) diyerek açıklamaktadır. Allah’ın elçileri kendilerine gönderilen insanlar gibidirler: «Yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.»(25/20) Gönderdiği elçilerin yiyip içmeye ihtiyaç duymayanlardan ya da ölümsüzlerden olmadığını(21/8), güzel şeylerden yiyip, yararlı işler yapmakla öğütlendiklerini(23/51), Rahman’dan başka tapılacak tanrılar yapmadığını (43/45) bildirmekle görevlendirildiklerini biliyoruz. 

Elçilerin görevlerine ihanet etmeleri hâlinin cezalandırmayı mucib olduğunu da biliyoruz. Elçilikle görevlendirdiğinin, kendisine yüklenilen görevi yerine getirmemesi, ya da ona bir şeyler katması halinde şiddetle cezalandırılacağı (69/44-46) Allah katından bildirilmektedir. Bu cezaya hiç kimsenin engel olamayacağı (69/47) da eklenmektedir. 

Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara sorulacağı gibi, elçilere de elçiliklerini yapıp yapmadıkları sorulacaktır. (7/6) 

Elçi, elçilik görevinin kapsamına giren ne varsa, hepsini, kendisini elçi seçenin öğrettikleriyle öğrenendir. Kendiliğinden (hevâsından) ona bir şeyler katmayandır. Zira elçilik görevi buna elvermez. Elçiyi seçen ve görevlendiren ona görevinin ne olduğunu da öğretendir. Elçilik görevdir ve bu görevi ve sınırlarını elçiyi seçen belirler. Ona yapacağı ve kaçınacağı şeyleri de öğreten yine elçiyi seçendir. 

Elçi, görevini kendini seçenden öğrenen, kendini seçeni râzı etmekle yükümlü, gönderildiklerini değil, göndereni hoşnûd etmesi istenilen kişidir. Esas olarak elçi kanun ve kaide koyucu değildir. Belki kanun ve kaideler koyucunun elçisidir. Elçiyi seçen ve gönderen, elçiden üst rütbelidir daima. 

Elçi korunmuştur, masumdur. Kendisine yüklenilen elçilik görevini yerine getirmeyi sağlamak, onu elçi gönderene aittir. Elçi ile bildirilenin kaybolmaması, eksilmeyip, artırılmaması, yanlış veya fazla olarak söylenmemesi konusunda elçi korunmuştur. «Acele etme, onu senin kalbine yerleştirecek olan Biziz»(75/16-17) denilmesi de bu yüzdendir. Elçi, elçiliği dolayısıyla elçiyi gönderenin korumasındadır. Fakat bu koruma, Onunla gönderilenin zayi olmamasını sağlamakla sınırlıdır.

Evet elçi, kendisiyle gönderilenlerin kaybolmaması, eksilmemesi, fazlalaşmaması velhâsıl aynen korunması konusunda korunmuş(masum)dur. Diğer yandan yiyen, içen, çarşılarda gezen, insanlarla konuşan, acıkan, susayan, uykusu gelen bir varlık olan insan elçiler (Allah’ın insanlardan seçtiği elçiler) diğer insanlar gibi hasta olurlar, uyurlar, ibadet ederler, namaz kılarlar, hanımlarıyla muaşeret ederler, oruç tutarlar, yemek de yerler. Savaşta yaralanırlar da. Uhud savaşında Resulullah (s.a)’ın yanağından yaralandığını, birkaç dişinin kırıldığını biliyoruz. Yani Allah’ın elçileri uyduruk (hayal mahsulü) kişiler veya kişilikler değildir, gerçek kişilerdir ve insandırlar. «De ki ben de sizin gibi biriyim»(1) ifadesinden ve konu ile ilgili olarak, bazılarını dipnotta verdiğimiz âyetlerin meallerinden rahatlıkla anlaşılacağı gibi, Allah’ın elçileri ve elbette son elçisi Muhammed (s.a.) de Allah’ın kullarından bir kul ve kulların insan olanlarından biridir.

Allah’ın elçilerinin insanlardan seçilmiş olması o elçilerin kabul görmemesinde başlıca âmil olmuştur. Kendisini, içinden çıkarıldığı (seçildiği) insanlara Allah’ın elçisi olarak tanıtanlar hemen her keresinde o insanlar tarafından ve öncelikle insan olması bakımından elçiliğine itiraz edilen kişiler olagelmişlerdir. İtiraz üslublarından rahatlıkla anlaşılmaktadır ki kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu açıklayan kişi eğer kendileri gibi insansa —ki hep öyle olmuştur— kendileri gibi olan bir insandan nasıl olur da Allah elçi seçer diye bir türlü kabul göstermek istememişlerdir. Allah’ın elçisi olduğunu açıklayanlardan insanüstülük bekleyen insanlar, onda bunu görmedikleri sürece inad ederek onların elçiliklerini bir türlü kabul etmemişlerdir. «Kendilerinin konuştuğu dil ile konuşan’», «kendileri gibi yiyip içen», «çarşılarda pazarlarda dolaşan», «altından, inciden köşkleri olmayan», «meleklerden muhafızları bulunmayan» elçi (insan), elçi olarak kabul edilmemektedir.

Allah’ın elçisi olduğunu söyleyenlerin savaşlarda yaralanması, zaman zaman mağlup olmaları, başarılarının gecikmesi (ya da gerçekleşmemesi), ittihaz ettikleri bazı tedbirlerinin isabetli olmaması, yanılgıları, gaybı bilmemeleri onların elçi olmalarına engel olmayan şeylerdir. Bunlara Allah kitabında defaâtle örnekler getirmektedir. Ayrıca biz Peygamberimiz (s.a.)’in hayatından söylediklerimizin örneklerini açıkça bilmekteyiz. 

İnsanların gösteregeldikleri bir yaygın zaaf olarak öyle görülmektedir ki insanlardan peygamberler kolay kabul görmemektedirler. İnsanüstülük aramanın doğru olmadığına işaret eden âyetlere rağmen, bu sebeble müslüman olmayanlar bir yana, müslüman olanların bile bir büyük zaaf olarak peygamberlerinde insanüstülük aramaları, bulamamaları halinde uydurarak, gerçek insanlar olan peygamberleri esâtir kahramanları gibi olmadık vasıflarla vasıflandırarak kabule meyilleri, müslümanlıklarının başta gelen zaaflarındandır. Rabb’leri onlara hiçbir zaman, gönderdiği peygamberlerin insanüstü olduğunu söylemediği halde, Rabb’lerinin sözlerine itibar etmeyip kendi hevalarına itibar ederek sapmaları, onları bühtâna, açık iftiralara, büyük yanılgılara ve giderek şirke ve küfre düşürmüştür. Müslümanım demekle bırakılıverilmeyecekleri kendilerine hatırlatılan insanlar, bütün ikazlara rağmen yine de gerek kendi hevalarının, gerekse İslâm dışı kültürlerden taşınan kalıntıların akıl ve vicdanlarında yer etmesine meydan vermelerinin sonucu olarak, bitkiyi sarıp gelişmesini önleyen yabânî otlar gibi dinlerinin boğulup, gelişmesine engel olmaktadırlar. Bunun çetin sonucunu gereği gibi düşünebilselerdi ne yapar yapar tırnaklarıyla da olsa o yabanî otları söküp temizlerler ve Allah’ın gönderdiği dinin kendilerinde dal-budak salıp gelişmesine ve hayatlarını kapsamasına yol açarlardı. 

Başından beri değinmeye çalıştığımız gibi Allah’ın elçileri insanüstü varlıklar değil, insan olan varlıklardır. İnsan olmaları itibariyle de her şeyleri insanlar gibidir. Yalnızca «Rabb’lerinden kendilerine bildirilene uyan kimseler»(6/50)dirler. 

İslâm Dini, Allah’ın gönderdiği dindir. İlk Peygamberi Hz. Adem (a.s.)’dir. Arada, Allah’ın Kur’an’da isimlerini andıkları ve anmadıkları dahil tam miktarını bilemediğimiz birçok peygamberi ilkini takib etmiş ve nihayet Hz. Muhammed (s.a.) ile de peygamberler halkası tamamlanmıştır. Yani Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Hepsinin tebliğ ettiği din İslâm’dır ve tevhid dinidir. Hepsi, bir olan Allah’ın elçisidir. Kendilerine bildirilenlere uyan ve içinden çıkarıldıkları toplumlarını, kendileriyle gönderilenlerle inzar eden, müjdeleyen ve korkutanlardır. Kendilerine gönderilenler konusunda kendilerine itaât edilmesini taleb edenlerdir. Peygamberler kendileriyle gönderilenlere ilk itaât edenler olduklarından, kendilerinin itaât ettiklerine itaâte davet etmeleri kadar doğal bir şey de olamazdı. 

Peygamberlerin getirdiklerine inananlar ilk peygamberden bu yana hep bulunagelmiş ve peygamberlerin Allah katından getirdiklerinin esas ve füruğa ait olanlarından birçok şey, o peygamberler gelip geçmiş olmalarına rağmen insanlar arasında nadiren olduğu gibi, daha çok da deforme olarak yaşayagelmiştir. Toplumlar iyiyi, doğruyu bildikleri halde ona uymakta gösterdikleri ihmal ve gevşeklik doğruları az itibarlı ve uygulanır kılmıştır. 

Bu cümleden olarak Kureyşliler de «Allah’ı biliyor», «Fakire, düşküne yardım etmenin sevilen bir hareket olduğundan haberdâr bulunuyor», «Akraba ile alakayı kesmemenin övülecek bir davranış olduğunu söyleyebiliyor»du. Kâbe’yi tavaf etmeyi, Arafat’ta vakfe’yi, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyi, Hz. Muhammed’e o konudaki âyetler gelmeden de biliyor ve işliyorlardı. Kezâ kurban kesme de İbrahim (a.s.)’den bu yana biliniyor ve işleniyordu. Salat (Namaz-Dua) da az işlenmesine rağmen biliniyordu. Zira Salat yalnızca Hz. Muhammed’le ilk defa insanlara bildirilen bir şey değildi. Zira Allah Kur’an’da yalnız namaz konusunda değil, oruç ve başka ibadetler (kulluğa tealluk eden birçok davranış) için de «Sizden önceki ümmetlere farzolunduğu gibi»(2/183) ifadesini kullanmaktadır. 

İnsanlar kendilerine gelen doğruları oldukları gibi korumakta ciddiyet göstermiyorlar ve mutlaka onlara bazı şeyler kattıkları gibi, onlardan bazılarını da eksiltiyorlar. Bu sebeble de Allah’ın elçilerinin kendilerine getirdikleri, değişikliklere uğruyor, asıldan uzaklaşılıyor. Asıldan uzaklaşıldıkça da asıl olmayana yaklaşılıyor elbette. İşte gönderilenler böylece eksiliyor, kayboluyor.

Hepimiz biliyoruz ki Allah bugün kendilerine Musevî diyenlere böyle bir din göndermemiştir. Musa (a.s.) da Allah’ın elçisidir ve içinden çıkarıldığı topluluğa ve insanlara Allah’ın dini olan İslâm’ı açıklıyor ve ona davet ediyordu. Ona inandığını söyleyenlerin o günden bu yana işi nerelere getirdiğini bizler gördüğümüz gibi Kur’an’da işaret ederek Allah’ın dinini bozduklarını belirtiyor. Uzeyr-ibn-ullah demeyi Allah’ın onlara öğretmediğini biliyoruz. Uzeyr’e Allah’ın oğlu demeyi kendileri uydurdular. Tıpkı hıristiyanların da yarış edercesine İsa (a.s.)’ya Allah’ın oğlu demeleri gibi. Peygamberimizin kendisine inananları(sahabesi-arkadaşları)nı kendi sözlerini yazmaktan alıkoymasına gerekçe olarak gösterdiği sebebin, ümmetini daha önceki ümmetlerin düştükleri yanlışlara düşmekten alıkoymak olduğunu biliyoruz. Buna rağmen Ümmet-i Muhammed’in bugün yine aynı sebeble (yazılmasını yasakladığı ve bu yüzden tâ yüz yıl sonra tedvinine başlanan sözleri veya davranışları olduğu söylenen sözlerini) yazmaları üzerinde toplanan ihtilafların şahidi durumundayız. Şiâ ile Sünnîliğin, Hanefîlik ile Şafiîliğin, İbadiyye ile Zahirîliğin, Haricîlikle-Batınîliğin yani mezhebler üzerindeki ihtilafların ana kaynağını Kur’an değil, hadisler (Peygambere ait olduğu söylenen sözler ve davranışlarla ilgili haberler) teşkil etmektedir. Yani Peygamberimiz (s.a.)’in defaatle ‘yazmayınız’ deyip durduğu ve bir türlü kimselere dinletemediği sözlerinin (söylenmesinin üzerinden bir asır geçtikten sonra) ağızdan kulağa, kulaktan ağıza değişen, metin tenkidi yapılmadan ve yalnızca rivâyet tenkidine itibar olunarak tedvin olunan haberler Kur’an dışı kültürlerin etkisi ile peygamberin anladığı ve uyguladığı İslâm’dan çok farklı sonuçlar çıkarmıştır ortaya. Namaz gibi, Hacc gibi hem kavlen, hem de fiilen günümüze kadar asliyetini koruyarak gelen mütevâtir rivâyetlerle, Kur’an nasslarının ruhu paralelindeki rivâyetler bir yana, diğer rivâyetlerdeki çelişkiler İslâm’ı başka görüntülere sokmaktadır.

Elbette ki bir dinin açıklayıcısı olan peygamber, o dini gereğine en uygun şekilde anlayan, anlatan ve uygulayan kimsedir. Öyle de olmalıdır ki başka bir alternatif söz konusu olamaz. Lâkin yine bilinmelidir ki o da bir insandır. İnsan olması münasebetiyle eksikleri, yanlışları olacaktır, olmuştur da. İşte bu insanın yani peygamberin diğer insanlardan görevi itibariyle farklı olması gereken bu konumu Onun eksikliklerinin tamamlanması, yanlışlarının düzeltilmesi ve Allah’ın kullarına gönderdiği dinin tam ve itmam edilmiş olarak bırakılması bakımından zaruridir. Bu zaruret peygamberleri, peygamber olmayanlardan farklı kılan sebebtir. Ve Allah elçilerinin yanlışlarını düzeltir. Zaten onlar kişilikleri itibariyle yanlışlara en az düşecek şekilde olgun kişilik sahipleridir. Buna ilave olarak da Allah’ın gözü onların üzerindedir. Yani yanlışlarını tashih eder. Ki dini yanlışsız olarak kullarına intikal edebilsin. 

«Kitab nedir, imân nedir bilmeyen kulu»(42/52)’ndan Kitab’ı ve imânı öğrettiği kulunu insanlara elçi gönderen O’dur. «Ne yapacağını bilmez halde bulduğu ‘kuluna’ doğru yolu gösteren O’dur.»(93/7) Ve peygamberin teslim olduğu (İslâm olduğu) da O’dur. O’nun Kitabı’dır peygamberin tâbi olduğu. O’nun Kitabı’dır peygamberinin riâyet etmeye çağırdığı.. Önce kendisi uymuştur o kitaba ve sonra da insanları uymaya çağırmıştır.

Peygamberin kendisine itaâte çağırması, kendisinin Allah’a itaât eder oluşundandır ve itaât ettiğine itaâte çağırmaktadır. Ona ek olarak da o Kitab’tan anladığı ve uyguladığına çağırmaktadır. Böyle olması kadar da tabii bir şey olamaz. 

Peygamber yine Kur’an’ın ifadesi ile Kur’an’a ilk uyandır. Allah’a ilk teslim olandır, ilk müslüman olandır. Bu ifade Kur’an’ın inişi ile ilgili olup, daha önce hiç vahiy gelmemiş ve ona hiç uyan olmamış anlamında değildir. Yine Kur’an zikretmektedir bunu. Kur’an’ın vahiylerinin indirilişi Muhammed (s.a.)’e olmuş ve O, kendisine indirilene ilk inanan (teslim olan) olmuştur anlamındadır. Allah Ona, gönderdiği vahiyle Kureyş’e hitaben, ‘Size söylediğim şeylere ilk teslim olan benim’ dedirtmektedir.

Peygamberin Kur’an dışındaki sözleri de vahiy olsa idi bu takdirde Allah onların da korunmasını üzerine alır ve peygamber de kesinlikle kendisine vahyedilen ve Kur’an olarak anılan sözlerinin dışındaki sözlerini titizlikle kaydettirirdi. Peygamberimiz bilakis hayatında titizlikle yazılmasını istemediği kendi sözlerinin yazılmasından bu sebeble kaçınmış ve çevresindekileri de kaçındırmıştır. Nitekim O vefat ettikten takriben bir asır sonra tedvin edilmesine yol bulunmasının nedeni, artık insanların peygamberin sözleriyle Kur’an’ı karıştırması ihtimalinin kalmadığı gerekçesi olmuştur.

Evet, hadislerin gerçekten artık Allah’ın sözleriyle metin olarak karışması gerçekten söz konusu değildir ve kıyamete kadar da bu böyle sürecektir. Hem Allah, Kitab’ını korumaya aldığından bu böyledir, hem de hiçbir hadis Kur’an metni içinde değildir. Lâkin insanların sakınması gereken asıl tehlike bu olmadığına göre, yani Allah böylesi bir tehlikeyi bertaraf ettiğine göre, sakınılması gereken bir husus vardır ve o da Kur’an metinlerine rağmen peygamberin denilen sözlerin (hadislerin) teori ve pratikte onların yerine veya önüne geçirilmesi tehlikesidir. İşte bu tehlike asırlardan beri müslümanlar arasında hayatiyetini idame ettiregelmiştir. 

Kur’an’da ihtilaf çıkaramayanlara Allah’ın Resulü (s.a.) benim sözlerime sarılıp da ihtilaf etsinler diye söylememiştir sözlerini. Peygamberin sözleri olduğundan emin olduğumuz hiçbir sözün, kendisine gönderilen Kur’an’a aykırılığı söz konusu olamayacağına, bir yanılma olsa bile Allah’ın bunu düzeltmesi gerektiğine göre —ki örneklerini biliyoruz— nasıl olur da peygamberin sözleri denilen sözlerin (hadis) içinde Kur’an’ın başka türlü anlaşılmasına yol olmayan naslarına aykırı bulunan sözleri olabilir? Mesela Kur’an’da Allah: «Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın üzerine bir borçtur. Gerek Tevrat’ta, gerek İncil’de, gerek Kur’an’da (Allah, yolunda çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir.) Allah’tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu büyük başarıdır.»(9/111) buyurmasına rağmen nasıl olur da ücreti bu kadar yüksek olan cenneti O’nun elçisi bize Onun sözü diye bildirilen bir habere (hadis) göre: «Bir kimse akşam namazlarının birinci rek’atında Fatiha’ya Kâfirûn, ikinci rekatında da İhlas suresini zammederek namazını kılarsa denizlerin köpüğü kadar günahı olsa affolunur» diyerek ucuza dağıtabilir? Mümkün görüyor musunuz? Yani Allah’ın elçisi, Kur’an’da ücreti çok yüksek olarak belirlenmiş bir alışveriş konusu(cennet)nu ucuza vaadedecektir, bunu mümkün görüyor musunuz? Bu hâl, bilmem kaç milyon liralık bir eşyayı on-yirmi liraya satmak gibi değil midir ve mümkün olur mu?

Bizim kanaatımız odur ki Peygamber Kur’an’a herkesten çok riâyet (itaât) edendir. Allah’ın hadlerini korumakla birinci derecede görevli olandır. Ve böyle bir söz söyleyemez, söylememiştir. Zira böyle bir söz Kur’an’a aykırıdır. Eğer cennet böylesine ucuz (kolay) elde edilebiliyorsa neden Bedir’e çıktılar, neden Uhud’da, Hendek’te ve daha nicelerinde canlarını ve mallarını (Kur’an’a uygun olarak) verip cennet almaya tâlib oldular? Bir mal ucuz satılırken, kimse (cahiller hariç) onu gidip pahalıya almaz. Müslüman olanlar da cahil olmazlar, cehaletten kurtulanlara müslüman denilir.

Yukarıda alıntıladığımız cinsten sözlerin Resulullah adına uydurulduğu bir gerçektir. Zira Kur’an’a aykırıdır. Bu konuyu şimdilik ışık tutucu gördüğümüz yukarıdaki hususlara değinerek bitiriyor ve müslümanların dinlerini gereği gibi öğrenmeleri ve düşünmelerini diliyoruz. Zirâ akletmekle dindar olunabilir ancak.

Dipnot

1) Bakarâ 2/151, Al-i İmrân 3/79-80 ve 164, En’âm 6/50, 89, 130; Yusuf 12/109, Râd 13/40, İbrahim 14/11, Nahl 16/36 ve 43, İsrâ 17/76 ve 94, Enbiyâ 21/7-8 ve 34, Hacc 22/75, Mü’minun 23/51, Furkan 25/20, Neml 27/45, Mü’min 40/15, Sâd 38/4, Fussilet 41/6, Tegâbün 64/6 

(İktibas, sayı 125-126)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Şerafettin keleş
    15 Nisan 2020, 12:13

    Namaz ve hac cın doğru bir şekilde geldiğini iddia etmenizi yadırgıyorum. Salatın arap literatüründe ki anlamı, bir için altına getirerek, o işi ayağa kLdırmak için tüm gücünü ortaya koymaktır. Salat, kuranda, yüze yakın ayette geçmesine rağmen hiçbir ayette şelsel ibadet olarak geçmiyor. İslam dini, baştan beri, şekiller dini değil, hayatta yapılmaması ve yapılması gerekenlerin bilirilği bir nizami ilahi dir.

    REPLY