Velayet ve Velilik

Velayet ve Velilik

İslâm ıstılahında Veli, yalnızca Allah’ı razı etmeye yönelik, O’nun belirlediği inanç (imân) esaslarına sahib olmak ve ek olarak da O’nu razı edici ma’ruf (tüm farzlar öncelikle) ile emretmek ve münkerden (haramlardan öncelikle) uzak durmakla kazanılan bir sıfattır.

Ercümend Özkan

Arabca ‘velâ’ veya ‘veliyye’ kelimesi ‘yakın olmak’ anlamındadır. ‘Veli’ kelimesi sözlükte dost, ahbab, arkadaş, yardımcı, komşu gibi akraba manalar taşımaktadır. Sahib anlamına da gelen bu kelime, bir hukuki terim olarak bir çocuğun her türlü hareket ve halinden sorumlu olan kimse anlamına da gelmektedir. Koruyucu, kollayıcı, kayırıcı, efendi (Mevlâ) manasına da kullanılan bu kelimenin çoğulu ‘Evliyâ’dır…

Kur’an’da çokça geçen kelime Allah’ın 99 isminden biri olarak da kullanılmıştır. Erkek ismi olarak kullanıldığında Veliyyullah, Veliyyüddin (Allah’ın dostu, dinin koruyucusu) gibi manalara kullanılmaktadır.

Bugün toplumumuzda kullanılan Veli (ve daha çok Evliyâ) kelimesi, ne lügat manasıyla ne de Kur’an’da kullanıldığı mana ile değil, daha çok bu kelimeye sonradan kazandırılmış manasıyla kullanılmaktadır. Bütün bu manaları örtecek kadar kalın bir tabaka halinde, kelimenin lügat ve Kur’an’daki manalarının ters yüz edilerek ortaya çıkarılan manasıyla Veli (veya Evliyâ): «Benliğini Allah’ta yok etmek suretiyle bir takım üstün vasıflar kazanarak, harikulâde şeyler gösterebilen büyük insan» manasına alınmış ve kullanılmaktadır. Ki kelimeye kazandırılan mana, Allah adına kainâtın idaresini tedvire kadar varan, kainâtın idaresinde nerede ise «Allah’ın yapabildiklerini yapabilen» şeklinde bir anlam kazanmış ve bu anlamı ile de yaygın olarak hemen bütün nüanslarıyla kullanılmaktadır.

Şunu unutmamak gerekir ki Veli kelimesi lügatın ve Kur’an’ın dışındaki bu manasını; İslâm’ın Allah katından geldiği ve Resulullahça da gereğince yaşandığı, özel tabiri ile Asr-ı Saadet denilen zamandan çok sonraları, İslâm dışı kültürlerin sürükleyip İslâm gölüne akıttığı ve zamanla Haliç’teki adalar gibi oluşmuş habis urlardan biri olarak el’an İslâm dışı kültürlerin İslâm’a kattığı hayatiyet giderici bir unsur olarak kazanmıştır. Veli (veya Evliyâ) kelimesi bugün nerede kullanılırsa, genellikle kullanan da dinleyen de, asırlardan beri üzerine gidilmemiş İslâm dışı anlamıyla onu anlamakta, dinlemekte ve öyle kullanmaktadır.

Bu bahsettiğimiz haliyle Veli (veya Evliyâ) kelimesinin, Kur’an’daki asıl manasıyla uzaktan yakından hiçbir alakası bulunmadığını mutlaka belirtmek gerekir. Ne var ki halk müslümanlığında (halk üzerinde birinci derecede müessir olmuş) en hakim unsur, yukarıda belirtmeye çalıştığımız İslâm dışı anlamıyla Veli kavramıdır. Kur’an dışı, İslâm dışı dinlerin motiflerinden örülmüş bir Velâyet kavramı yalnızca velâyete değil, hemen dinin tümünü oluşturan en esaslı unsur olarak karşımızda durmaktadır.

Biz burada bazı açıklamalar yaparak genel bir fikir vermek istiyoruz. İslâm(Kur’an)’ın tariflediği Veli kelimesi ve anlamıyla bugün müslümanlarda yaygın biçimde varlığını sürdüren Veli kavramının kapsamını, bu kapsamın Kur’an’ın çizdiği hududları nasıl ve ne kadar aştığını belirtmeye çalışacağız. Bunu yaparken de kabil olduğunca halktaki Veli kavramının kapsamını oluşturan unsurların, genel ve özel kaynaklarına da değineceğiz.

İslâm’ın, Resulullah (s.a.) zamanında indiriliş ve uygulanış yıllarında bu motiflerin hemen hiçbirine rastlanmıyorken, Kur’an’da zikredilen fakat çok kısa olarak sözü edilen mucizelerin, daha evvel gönderilmiş peygamberlerin o zamanda yaşayan ümmetleri ile içiçe yaşıyor olmalarının doğurduğu sonuçla, bazı müslümanlarca o zamanda bile kendilerine müracaatla bu mucizeler hakkında daha geniş bilgi alma arzularının, tâ başlardan beri İslâm’a giren Kur’an dışı kültürlerin akıntıları olduğunu görüyoruz. Nitekim «Tefsirde İsrailiyyat»(1) adı ile yayınlanan kitabta konu ile ilgili çokça bilgi bulmak mümkündür. Bu bilgilerin Kur’an tefsirlerine karışmasının yanında, hadis kitaplarında da tekrarlandığına şahit olmaktayız.

Tasavvuf kültürünün rüknünü teşkil eden bu veli kavramı; Yeni Eflatunculuk’tan Maniheizm’e, Şamanizm’den Budizm’e, Hıristiyanlık’tan Yahudiliğe, Paganizm’den Zerdüştlüğe kadar hemen bütün İslâm dışı dinlerin kültürlerinden oluşmaktadır. Tabiidir ki bu bezeme yapılırken İslâm’dan da bir şeyler bulundurulduğunu, başka bir ifade ile, İslâm’daki kelime, kavram, şahıslar ve olaylar kullanılarak, İslâm dışı anlayış ve inanışların bu esaslar üzerine bezenerek onların hem görünüşlerini hem de mahiyetlerini değiştirerek günümüze gelindiğini bilmekteyiz. İslâm dışı Din ve Kültürlerin İslâm’a taşınmasının sonucu olarak bir yaratılış felsefesi geliştirmeye çalışanların, Kur’an’la uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan Vahdet-i Vücud, Tenasüh, Sihir ve Büyü, Gaibten Haber Vermek, Tanrı’nın İnsan Şeklinde Görünmesi, Tabiât Kuvvetlerine Hâkim Olmak, Ateşe Hükmetmek, Kemiklerden Canlı Yaratmak, Kadın-Erkek Müşterek Ayinler, Tahta Kılıçla Savaşmak, Don (Şekil) Değiştirmek, Havada Uçmak, Su Üzerinde Yürümek, Bereket Getirmek, Körleri Gördürmek, Nefes Evlâdı (Cibril’in Meryem’e üflemesine telmihen) Edinmek, Irmağı-Denizi Yarıp Geçmek, Az Yiyecekle Çok Kişiyi Doyurmak, Suyu Kana Çevirmek, Ölmeden Önce Göğe Çekilmek, Kuru Odunu Yeşertip Ağaç Yapmak, Halka Felaket Musallat Etmek, Yerden veya Taştan Su Fışkırtmak ve benzeri nice şeyi İslâm’a soktuklarını, tasavvuf dairesi içinde bütün bu yanlışları yaşattıklarını biliyoruz. Halkın İslâm olan dinini, Kur’an ve uygulaması Sünnet’in yerine ikame ederek esastan değiştirip Tevhid Akidesi ile bağdaşması mümkün olmayan bir duruma sokanların da bunlar olduğunu biliyoruz. Adı İslâm kalmış lâkin mahiyeti hemen tamamına yakın şekilde İslâm dışı din ve kültürlerin unsurlarıyla tahdid edilmiş bir başka din olarak karşımızda durmaktadır.(2)

Aşağıda 2 numaralı dipnotta adı verilen kitaplarda, gayet güzel hazırlanmış mukayeseli cetveller verilerek, hangi tür inançların sünni veya şii kesimlerde bulunduğu ayrı ayrı gösterildiği gibi, müştereken kabul edilenler de belirtilmiş, bu inançların menşeleri hakkında ayrıntılı bilgiler de verilmiştir. Konu Tevhid açısından çok önem arzettiği için müslümanların (ya da müslüman olmak isteyenlerin) konuyu gereğince araştırmalarına yardımcı olmakta zaruret görmekteyiz. Zira neyin İslâm, neyin İslâm dışı olduğu delilleriyle gereği gibi bilinmedikçe, müslüman olunduğu zannedildiği halde ve bir koca hayatı öyle sanarak yaşadığı halde insan müşrik olarak yaşamış ve ölmüş olabilir. Buna meydan vermemenin de tek yolu araştırmak, tahkik etmek, özellikle Kur’an’ı iyi anlamak, Resulullah (s.a.)’ın Kur’an’ı gereğine uygun olarak anlayıp uygulamaya koyduğu Sünnetini iyi bilmek gerekmektedir. Karşımıza İslâm kisvesi (elbisesi, görüntüsü) ile çıkan nice amel ya da inanışın İslâm’la uzaktan yakından alakası bulunmadığına da böylece vakıf olunur ve bunlardan arınmanın da (tabii isteyenlerce) ancak bu tahkik sonucu mümkün olacağı söz konusu olur.

Sorumluluklarını bilmeyenlerin, kendileri sorguya çekildiklerinde verebilecekleri doğru dürüst bir hesapları olmayacaktır. Sorumluluklar ise müslümanlar için Allah’ın Kitabı’nda belirtilmiş, Resulullah’ın sünnetinde açıklanmıştır. Burada bulunanların dışında herhangi bir şey sorumluluk dairesinde bulunmadığı gibi, bilâkis insanın başına iş açan, başını belaya sokan ve altından kalkamayacağı bir yükün altında da bulundurur. Müslümanım diyenin kendini (inançları ve amelleriyle) elden geçirmesi, Kur’an’la sağlamasını yapması ve bunu ömrü boyunca hiç terk etmemesi gerekmektedir ki sonuç (akibet) hayırla neticelensin. Yaşadığımız toplumda bu o kadar az insan (müslüman) tarafından yapılmaktadır ki genel görüntüde hiç yapılmıyor dedirtecek kadar miktarları azdır, yapanların. Bunu yapmayanlar hüsrana uğrayacaklardır. Yapanlar ise necat(kurtuluş)’a ereceklerdir. İşte meşhur tabiri ile fırka-i nâciye de (kurtulanlar fırkası) bunlar olacaklardır.

Veli, Allah’ın isimlerinden biridir demiştik yukarıda. Allah, Kendisinin ‘Veli’ olduğunu söylemektedir. Kur’an’da: Koruyucu, Kollayıcı, Dost, Yardımcı, Yakın, Sahib, Efendi manasında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise, Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahib ve efendi edinen ezcümle Allah’ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, onu sevmekte, ondan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah’a yakınlığı ile mümtaz bir mevkii bulunmaktadır Veliyyullah’ın. Bu mümtaziyet o kişinin Kur’an’ı ahlak edinmişliğinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlak sahibi bulunuşu münasebeti ile, insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, eşyanın tabiâtını tersine döndürmek suretiyle değil, bilakis eşyanın tabiâtı gereğince, onun işlerinin asân (kolay) olmasının, başarıya ulaşmasının —ki başarı Allah’ı râzı etmektir— gerçekleşmesidir.

Bütün peygamberlerin, aynı zamanda Allah’ın Veli kulları olduğunu bilmekteyiz. Zira öncelikle ve ilk olarak onlar Allah’ı râzı edecek tevhid görüşüne sahib olmuşlar, münkeri ve ma’rufu tanımış ve hayatlarında uygulamış kimselerdir. Ki onlarla başlayan şey, diğer insanlara tebliğ yoluyla yine onlar tarafından açıklanmıştır. Peygamberlerin Allah’ın elçileri olmaları münasebeti ile, insanlar içinde vahye ilk muhatab olmaları ve buna insanları inandırmaları için insanların talebleri neticesi kimince gösterilen mu’cizeler bakımından esasta farkları bulunmaktadır. Gelip geçmiş peygamberlerin kimisinden bahsederken Allah, pek kısa bir şekilde onların bazıları vasıtası ile gösterdiği mu’cizelerden de bahsetmekte ve sırf ibret almamız için bunları andığını (ve anmamız gerektiğini) bildirmektedir.

Gerçek anlamıyla tek Veli yalnızca Allah’tır. «İşte o durumda velilik yalnız Hak olan Allah’a mahsustur. O’nun vereceği sevab da daha hayırlıdır, sonuç da daha hayırlıdır.»(18/44) Müslümanların yalnızca Allah’ı veli edinmesi gerektiğine işaret eden âyetler çoktur. Bunlardan, «Ey inananlar! Eğer imâna (emin olunana) karşı küfrü (emin olunanın tersini) seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli (dost) tanırsa işte zalimler onlardır»(9/23) âyetinde, insanın kendisinin en yakını bulunan baba ve kardeşlerinin dahi kendisinden uzak olduğu şartlar açıklanmaktadır. «Zalimler birbirlerinin velileridirler. Allah da takva sahiplerinin dostudur.»(45/19), «Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler, işte onlar birbirlerinin velisidirler.» (8/72)

«O’ndan başka veli edinenleri Allah kollamaktadır. Sen onların üzerinde vekil değilsin.»(42/6), «O halde de ki; O’ndan başka, kendilerine dahi bir fayda ve zarar veremeyen veliler mi edindiniz?»(13/16), «İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı kendilerine veliler yapmaları(nın fayda vereceğini mi) sandılar? Biz kâfirlere cehennemi konak olarak hazırladık.»(18/102), «Kim Allah’ın yerine şeytanı veli edinirse, muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır.»(4/119), «İnkâr edenler birbirlerinin velisidirler.» (8/73)

Evet görüldüğü gibi Kur’an’da Veli kelimesi, akraba anlamlarda kullanılmaktadır. Dost, Yakın, Koruyucu, Yardımcı, Sahib, Efendi manaları da birbiriyle akraba manalardır.

İnsanlar arasında sevginin, yakınlığın, dostluğun doğuşunda nasıl aynı şeyleri sevme, aynı temayüllere sahib olma ve bilhassa da güzel özellikleri taşıma ön planda rol oynuyorsa, Allah’ın da kullarını sevmesi O’nun bildirdiği güzellikleri şahsında bulundurmakla mümkündür. Ki bu özellikler karşılıklı râzı olmayı bünyesinde bulunduran özelliklerdir. Bir cömert insanın, cimri bir insanı (cimriliğinden ötürü) sevmesi, sevebilmesi beklenemez. Nitekim bu mümkün olsa idi, sevdiği özelliği kendi üzerinde de bulundurmak isterdi insan. Eli açık insan, eli açık insanı mutlaka daha çabuk ve kolay sever. İşte bu eşyanın tabiâtı, Allah’ın sünneti dediğimiz şeydir ve onun gereğidir.

Allah’ın öncelikle sevdiği (râzı olduğu, hoşlandığı) şey doğrulardan emin olma, yani imândır. Buna ek olarak, ma’ruf diye isimlendirdiği tüm iyi şeyler ki Kur’an’da nelerin iyi olduğunu bütün anlaşılırlığı ile ortaya koymuştur. Resulullah (s.a.) da bundan esinlenerek kendisinin ve toplumun hayatına bu ma’rufları teşmil etmeye, hâkim kılmaya çalışmıştır. Ma’rufu işlemekten râzı olduğu gibi, Münker ismini verdiği, ma’rufun tersi (kötü) şeylerden kaçınmaktan da râzı olacağını bildirmiş ve râzı olmaktadır. Kişi ve toplumun sahih bir imana ek olarak (Amenü ve amilussâlihâti..) ma’ruf ile emretmesi ve münkerden nehyetmesi (kendi nefsini ve başkalarını) Allah’ın râzı olduğu; sevmesinin, korumasının, yardım etmesinin, böyle yapanları dost edinmesinin vazgeçilmez ve başlı başına sebebini teşkil etmektedir. Hâl yani gerçek bu iken, lazım ve kâfi olan bu esasa ilave edilebilecek herhangi bir şeyin mevcudiyeti söz konusu olmamak gerekir.

İslâm ıstılahında Veli, yalnızca Allah’ı râzı etmeye yönelik, O’nun belirlediği inanç (imân) esaslarına sahib olmak ve ek olarak da O’nu râzı edici ma’ruf (tüm farzlar öncelikle) ile emretmek ve münkerden (haramlardan öncelikle) uzak durmakla kazanılan bir sıfattır ki Allah yalnızca böylelerinin Kendisinin ve birbirlerinin velisi (dostu) olduğunu belirtmektedir. Gerçekten sahih imân sahibi olmaya ek olarak ma’ruf ile emretmek ve münkerden nehyetmenin üzerinde bir büyüklük, Allah’ın belirlediğine göre kulları için söz konusu değildir. Zira bunları da kullarını yaratan belirtmiştir. Bu büyüklüğün adı Kerâmet’tir. Bunun üzerinde bir kerâmet (büyüklük) ancak Allah’a mahsus bir büyüklüktür, kullarına değil. İslâm’a göre Kerâmet Allah’ı râzı etmedir, su üzerinde yürümek değil. İslâm’da kerâmet, Allah’tan korkarak yetimin malına el uzatmamak, faizden uzak durmak, zinadan, içkiden kaçınmaktır, havada uçmak değil. Evet İslâm’a göre kerâmet başkalarının da iyiliğini istemek, bunun için çalışmak, onlara İslâm’ı anlatmak, her işini Allah’ı râzı edecek şekilde ve O’nun elçisinin yaparak gösterdiği gibi yapmaya çalışmaktır; gaybtan haber vermek, bereket yağdırmak, kalblerden geçeni bilmek değildir. Eğer Allah’ın koyduğu ölçüyü yegâne üstün biliyorsak bu böyledir. O’ndan başkalarının koyduğu ölçüleri üstün bilenlere gelince, böyleleri ölçüsünü üstün bildiklerini Rabb edinmişlerden olacaklar, «Veli yalnız Allah’tır» gerçeği karşısında onları veli edinmiş olacaklardır.

Müslümanın müslümanın velisi olduğuna gelince mes’ele hiç de bugün anlaşıldığı gibi değildir. Zira âyetlerde geçen Veli kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine (hak yolunda) yardımcı, malından yediren, birbirine bağışlayan, bir vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını korumaya yönelik bir birliktelik kasdedilmektedir. Bu yorumu elbette ki afaki olarak yapmıyor, birbirlerinin velisi olduğu bildirilen kişiler arasındaki ilişkilerin mahiyetine bakıyor ve öyle söylüyoruz. Muhacir ve Ensar’ın peygamberi veli olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velisi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve peygamberin de onları veli (dost) edinmesi ile ilgili olarak elimizde bulunan sağlam bilgiler bizi dosdoğru Allah’ın dinini kabullenen ve bu dinin gereklerinde birleşen insanlar arasındaki dostluktan söz edildiğini göstermektedir. Bu velilerin hiçbiri gaybı bilmediği gibi, hiçbirinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duygularının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine (!) rastlamamaktayız. Hattâ o kadar rastlamamaktayız ki Hz. Hamza Uhud Harbinde kendisini öldürmek için kollayıp duran ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Hind’in kölesi Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz isimli Ebu Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak, kendisini öldürmek için namaz kıldığı camide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman bin Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi. 

Resulullah (a.s.)’ın, kendilerine İslâm’ı öğretmesi için göndermesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu, tarihi bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in de, Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve özellikle ileri gelen sahabenin, özellikle Muhacirlerin ve Ensar’ın, âyetlerle sabit bulunduğu üzere, yaptıklarından ötürü Allah’ın dostluğunu (hoşnudluğunu) kazandıklarını biliyoruz. Velayetlerinden emin olduğumuz insanların hiçbirinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, kuru ağacı yeşerttiği, gaybı bildiği ile ilgili elimizde sahih sayılabilecek bir malumata rastlamak mümkün değildir.

Tasavvuf edebiyatının kendini İslâmileştirme gayretleri bir takım zorlamalarla götürülerek Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ali’ye bağlanmaya kadar vardırılır. Bu bağlanma o kadar kıl ipliği iledir ki ufacık bir tazyike tahammülü yoktur ve bir iki (gerçek) sözle kopuverir. Hepimizin bildiği şu meşhur, Peygamberimiz (s.a.)’in Hicret arkadaşı Hz. Ebu Bekr (r.a.) ile Mekke’den çıkışlarında kendilerini takip edecekleri ve Medine’ye gitmelerine engel olmak isteyeceklerini bildikleri için tedbir olarak Medine istikametinin tersine bir yol tuttukları sırada Mina civarında girdikleri mağarada, Peygamberimizin bu sırrı (ne sırrı ise!) Hz. Ebu Bekr’e verdiği ve mes’elenin oralardan başladığı anlatılır durulur. Damadı Ali (r.a.)’ye de böyle bir özel muamele yapıldığı söylentisi de diğer bir ana tarikat kolunun dayandığı çürük temellerini oluşturur.

Peygamberler insanlara Allah’ın vahiylerini açıklamak için gönderilmiş kişilerdir. Mesajları umumidir. Bütün insanları kapsamına alırlar. Peygamberler de insandırlar ve elbette özel (şahsi) sırları da olabilir. Lakin din konusunda onlarla gönderilen sır değildir ve sır olarak da kalamaz. Hele insanlar içinde bazıları seçilerek yalnız onlara bunun tebliği ve diğerlerine açıklamaktan kaçınma peygamberliğe aykırıdır. Bunu yapmalarına Allah izin vermez. Mağarada Hz. Ebu Bekr’e dinle ilgili bir açıklamada bulundu ise bunu Medine’ye varır varmaz diğer insanlara (müslümanlara) da bildirirdi. Zira Allah’tan insanlara gönderilen herhangi bir mesajın bu insanlar içinde yalnız birine bildirilmesiyle peygamberlik görevi yerine getirilmiş olmaz ve Allah da öyle peygamberinin peygamberliğinden râzı olmaz. Böyle bir şey olmaz ve olamaz. Yalnız Hz. Ebu Bekr’e tebliğ edilen bir hükümden de (sırdan) yalnızca onun sorumlu olması gerekirdi Kur’an’ın açıklamalarına göre.. Kaldı ki Peygamberin ve sahabesinin yaşadığı dönemde hiçbir kimse, ne Hz. Ebu Bekr’e ne de Hz. Ali’ye böyle bir şey söylendiği ile ilgili bilgi sahibi değildi. Sonradan ve tamamen yabancı kültürlerin taşımasıyla İslâm’a sokulan tasavvuf kültürü kendini sağlama alabilme endişesiyle bunu uydurmuşlardır. Allah’ın dininde hiç kimsenin imtiyazı yoktur ve olamaz da.

İslâm dininde, Kur’an’daki açıklamalara göre Allah katında yalnızca takva ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler ki bu yol (Allah’ın azabından korunma, rızasını kazanma endişesi) herkese açıktır. Kim Allah’a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve Salih Amel işlerse işte kurtulanlar yalnız bunlar olacaklardır.

Te’vil metodunu kullanarak olmadık manaları âyetlere yükleyenler, aslında huzurullahda kaldıramayacakları bir yükü kendi sırtlarına yükleyenlerdir. Bu halleri ile kendi hesaplarını veremeyecek duruma kendilerini düşürenler nasıl olacaktır da bu yola soktukları ve arkalarına taktıkları insanların hesabını verebileceklerdir? Azabın çetin olduğu o günde ne kendileri, ne de peşlerine taktıkları insanlar kurtuluşa eremeyeceklerdir.

Kur’ani bir kavram olan Veli kelimesi, Kur’an dışında kazandırıldığı anlamı ile Hıristiyanlıkta ve diğer dinlerdeki ‘Aziz’ kelimesi ile öylesine eşdeşleştirilmiştir ki Veli denilen kişiye bakıldığında İslâmi özellikler yerine bu dinlerin azizlerinin özellikleriyle bezendiği rahatlıkla görülür. İslâmi anlamda Veliliğin Kur’an’da belirtilen elle tutulur, gözle görülür, takvaya dayalı özellikleri yanında İslâm dışı din ve kültürlerin oluşturduğu Veli kavramında veli denilenlere bakıldığında, var olduğu sanılan hemen tüm özelliklerin, Kur’an’da yeri bulunmayan, Sünnet-i Resulullah’da işareti bulunmayan, gerçek veliler olduklarına inandıklarımızda belirtisi bile bulunmayan, akıl almaz, Kitab’a sığmaz nice motiflerle dolu olduklarını görüyoruz. İslâmi anlamda Velilik, Kur’an ve onun en doğru uygulaması olan Resulullah’ın sünnetinde belirlenen esaslara dayalı olduğu halde, tasavvufun benimsediği ve velilikte ağır basan unsurların hemen tamamı şahitsiz, isbatsız, rüyalara —ki İslâm’a göre aslâ delil değildir— dayalı ve halkın arasına salınıp, olmadık şekiller almasına özel olarak yol verilen nice Sünnetullah’ta bulunmayan temalarla işlendiğini görüyoruz. Yazımızın sonunda bulacağınız(*) konu ile ilgili kaynaklar gereği gibi incelendiğinde söylediklerimizin rahatlıkla anlaşılır şeyler olduğu görülecektir. Bu konuda, sokağa hakim laflarla yetinmeyecek derecede dinini ciddiye alanların üzerinde duracaklarına inanıyor ve mevzuu enine boyuna araştırmalarını diliyoruz.

Çıkardığımız İktibas Dergisi’nde, geleneksel kültürün İslâm Büyüğü olarak tanıtıp geldiği kişilerin eserlerinden yaptığımız alıntılar hakkında hiçbir bilgisi bulunmayanlardan bize gelen tepkiler başlıca «O öyle söylememiştir, tercümede yanlışlık vardır» veya «Nasıl olur da böyle söyleyebilir bu kişiler, hiç düşünmemiştik…» türündendir. Büyük bildiklerini, şahıslarıyla ilgili bir bilgiye mi dayandırdıklarını veya eserlerini okuyarak mı bu kanaata vardıklarını sorduğumuzda ise aldığımız cevaplar «Hayır» oluyor. Peki «Neye göre (neye dayanarak) onları büyük biliyorsunuz?» sorumuza aldığımız cevap ise tıpkı kocakarının Köroğlu’na verdiği cevap(3) gibi oluyor: «Herkes öyle diyor, biz de öyle biliyoruz!» Bildiğimiz gibi İslâm’da «Herkes öyle diyor» diye bir şey doğru olmadığı gibi, «Herkes tersini biliyor» diye de doğru yanlış olmaz. Değişmez doğruları Allah Kitabında belirlemiş, Resulullah da bunları insanlara açıklamışlardır. Dinde bunların dışında doğru yoktur ve onları belirlemeye de Allah’tan başka kimsenin yetkisi bulunmamaktadır. Dosdoğru müslüman olmak istiyorsak, Din Günü hesabımızı kolay vermek istiyorsak ciddi olarak her mes’elenin üzerine eğilmeli, gereken araştırmaları yapmalı, söylenen ve yazılanları Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün sahih Sünneti ile sağlamasını yapmalıyız. Rasihûndan olmak, Allah’ın râzı olduklarından olmak böyle mümkündür. Daha önceki kavimlerin de helaklerinin sebeplerinden önemlisi; böyle yapmamak, dinlerini bir oyun ve oyuncak haline getirmekti. Hemen bütün ciddi araştırmacıların ittifak ettikleri, araştırmalarında gösterdikleri şey odur ki İslâm’da Velilik bugün ve asırlardan beri bilinen gibi değildir. Kur’an ve Sünnet’in belirlediği ölçülere göre velayet Allah’ı râzı etmekle kazanılan bir sıfattır. Bunun için de kerâmet göstermek (Sahih şekilde Allah’a ve O’nun bildirdiği şeylere yeterince inanmak ve salih amel sahibi olmak) gerekmektedir. Zira Tevhidi bir inanca sahip olmak ve münkerlerden kaçınarak ma’ruf ile emretmek(haramlardan uzak durup farzları yerine getirmek)’ten daha büyük bir büyüklük (kerâmet) Allah’ın kulları için söz konusu değildir. Bunu belirleyen ve hududlarını tayin eden Allah’tır. Bunları yapabilmek ise bazı kişilerin inhisarında olmayıp, herkese (tabii ki isteyen ve çaba gösteren herkese) açık, herkes için mümkündür. Kim Allah’tan korkmak isterse, kim Allah’ı râzı etmek isterse bunu yapabilir.

Allah yalnız kendi kitabı için «Alemlerin Rabbinden indirilmiştir.»(56/80), «Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz.»(56/79), «Onun koruyucusu elbette Biziz.»(15/9) buyurmaktadır. Diğer yandan yine biliyoruz ki, O’nun resulü ve peygamberlerin sonuncusu (33/40) da Hz. Muhammed (s.a.)’dir. İslâmi gerçekler bu iken Resulullah’tan takriben 700 sene sonra yaşayan bir adam çıkıyor ve yazdığı şiir kitabı için aynı sözleri söylüyorsa(4) bizler bir ikilem karşısındayız demektir. Ya Allah’ın Kur’an’ında söyledikleri doğrudur, ya da Celaleddin’in Mesnevi’sinde söyledikleri doğrudur. Herkes bilmelidir ki biz müslüman olarak Allah’ın Kur’an’ında söylediklerinin doğruluğuna inanıyoruz. Hem de hiçbir kuşkumuz olmadan. Bu takdirde Celaleddin yalan söylüyor demektir ki üstelik de bu yalanını Allah’a karşı söylüyor, Allah’ı tekzib ediyor. Bu durumda olan bir insan için ne denmesi gerektiği için ise Kur’an’a bakılmasının yeterli olacağını belirtelim. Yukarıda belirttiğimiz sözleri söyleyen, bu inancı taşıyan kişiler kendilerini yeniden elden geçirmeli ve ölüm gelip çatmadan (müslüman olarak ölmek istiyorlarsa) kendilerini Kur’an’ın belirlediği yönde değiştirmelidirler. Bize kızmak onları kurtarmayacağı gibi bizi de batırmaz. Müslüman olarak böyle iddia sahiplerine karşı tavır koyacağı yerde bu gerçekleri açıklayanlara tavır koyanlar da bilmelidirler ki yaptıkları işin hesabını veremeyeceklerdir.

Bugün halk arasında yaygın olarak bilinen Veli kavramının kapsamı Hıristiyanlık ve diğer dinlerdeki ‘Azizlik’le hemen hemen beraberdir. Muhtelif Hıristiyan tarikatlarının benzeri durumuna giren bugünkü tarikatlar, onların mürid ve şeyhleri, Kur’an’ın tarif ettiği ve Resulullah’ın yaşayarak gösterdiği velayetten çok Budizmin, Hıristiyanlığın azizlerinde var bilinen özelliklerle bezenmiş durumdadırlar. Haklarında çıkarılan her çeşitten kerâmet göstermişliği gizli bir zevkle kabullenmeleri, işittiklerini olsun tashih etmemeleri, uçar-kaçar bilinmeleriyle çevrelerindeki insanları sömürmeyi sürdürmeleri, halkın uydurdukları yetmiyormuş gibi, kendilerinin yazdıkları kitablarda da ipe-sapa gelmez, İslâm’la bağdaşması mümkün olmayan ve çoğu kez şirke kayan itikadların yayılmasına yataklık etmeleri müslümanların bugün her bakımdan acıklı hale gelmiş olmalarının ana sebeplerinden başlıcasıdır. Bunlar çevrelerinde topladıkları insanlarda ilk iş olarak aklı bir kenara çeker ve devreden çıkarırlar.

Aklın bir kenara çekilmesi yani devreden çıkarılması demek akletmemek, düşünmemek demektir. Düşünmedikten, akledemedikten sonra ne yapabilir insan? Doğruyu eğriyi nasıl anlayabilir? Hakk’ı bâtıldan nasıl ayırabilir? Pisin, temizin farkına nasıl varabilir? Bütün bunları yapabilmek için akıl ‘olmazsa olmaz’ bir gerçek değil midir? Kur’an’da da Allah yalnız Aklı olanları dininin sorumlusu tutmuyor mu? Aklı olmayanın nesi olur, ırzı mı, malı mı, canı mı? Aklın kıymetini (kendisine verilmeyenlerin halini görerek) daha da yakından bilebilelim ve bize akıl verildiği için Rabbimize şükredelim.

Çokça yaygın olarak bilindiği gibi «Şeyhini hangi halde görürse görsün kalbine en ufak bir şüphe getirmemesi» yani aklının kurcalanmaması istenmektedir has (!) müridlerden.. Bunu bilmeyeniniz yoktur. ‘Zahir ve Bâtın’ sözcüklerinin arkasına gizlenenler her türlü rezilliklerini emsalsiz bir hilekârlıkla örtmeye çalışmaktadırlar. ‘Şeyh’i içki sofrasının başında görse, fuhuş halinde bulunsa dahi sadık müridin kalbine şüphe düşmemesi, aklının kurcalanıp da «Bu neyin nesi, bu ne haldir, bu şeyhliğe yakışır mı?» demesinin önüne geçilmektedir. Zira mürid onların lügatında henüz mübtedidir ve ancak zahirle hükmeder. ‘Bâtın’ı bilemez. Müridin gördüğü ‘Zâhir’dir ve zâhir gerçek değildir. Kendisine o halde görünen şeyh gerçekte (Bâtında) müridin bilemeyeceği kim bilir ne haldedir.

Yukarıda özet olarak vermeye çalıştığımız ve tasavvufta (biraz resmi biraz da gayr-ı resmi olarak) kullanılan ölçüye itibar edilmesi halinde Hak ve Bâtıl kalır mı, doğru ve eğri birbirine karışmaz mı? İnsanları sapıttırmanın yolu değil mi bu? Böyle hareket edersek haram-helâl kalır mı? Velhâsıl Allah’ın dini yeryüzünden (insanlar ondan uzaklaştırılmış olmaz mı) kalkmaz mı? Hem Kur’an’ın neresinde böyle bir ölçü vardır? Resulullah (s.a.)’ın sünnetinde bunun izine rastlamak mümkün müdür? Sıkıştıkları zaman söyledikleri «Şeriât’ın zahirine aykırı hiçbir şey tasavvufta makbul ve meşru’ değildir» sözü, karşılaştıkları İslâm engelini aşmak için kullanılmaktadır. Gerçekten, yukarıda vermeye çalıştığımız ölçüye göre hareket ediyorlarsa, o ölçünün gerekleri Allah’ın Kitabında ve Resulullah’ın sünnetinde belirtilmiştir ve onların da hiçbir yerinde Velilerin ölüyü diriltecekleri, kuru ağacı yeşertecekleri, göğe çekilecekleri, su üzerinde yürüyebilecekleri, gaybı bilebilecekleri, ruhların beden değiştirecekleri (tenasüh), ateşe hükmedecekleri, gezdikleri yerlere bereket yağdıracakları, kendilerinin Allah olduklarını söylemeleri (Enel Hak), havada uçabilecekleri, körleri gördürmeleri ve kainâtı idare (Kutb’un riyasetinde) ettiklerine dâir bir belirti yoktur. Müslümanlık laf ile değildir. Nasıl ki Resulullah (s.a.) da laf ile değil amelleriyle de İslâm’ı bize öğretmiştir. Resulullah’ın Uhud’da dişi kırılır bu velilere bir şey olmaz, Resulullah gaybı bilmez bu veliler bilir, Resulullah bereket yağdıramaz bu veliler yağdırır, Resulullah ölüleri (örneğin Hz. Hamza’yı ya da oğlu İbrahim’i) diriltemez bu veliler diriltir, Resulullah kılıçla-kalkanla savaşır bu veliler üfürükleriyle savaşır ve bunları uzatabilirsiniz. Soruyoruz birazcık aklı olanlara ve elbette birazcık da olsa Kur’an’dan ve Sünnet’ten haberi bulunanlara, bunları veya benzerlerini Kur’an ve Sünnet’in neresinde buluyorlar?

İslâm gerçektir. Alemlerin Rabbi onu göndermiştir insanlara. Ve gerçek olmayan bir şey yoktur İslâm’da. Uyduruk şeylerin tozuna bile rastlamak kabil değildir İslâm’da.

Evet müslüman olacaksak dosdoğru olalım ki Allah’a hesabımızı verebilmeyi umabilelim için bunların bilinmesini istiyoruz. Nice kimse var ki bir koca hayatı müslüman olarak yaşadığını sanıp müşrik olarak geçip gidiyor. Biz bunlara acıyoruz ve Allah’ın dini olan İslâm’ı bilsinler, kendilerini İslâm dışı pisliklerden arındırsınlar da ahirette pişman olanlardan olmasınlar. Levmedilsek de biz farz olduğu için açıklıyoruz bunları. Doğru sözü işitip de kulak verenlere ne mutlu.

Okuyucularımızı konuların içine sokan, ilgilenerek araştırmalarına, karşılaştıkları ve çelişki gibi görünen hususları açığa çıkararak bize iletmelerine ve her şeyi yerli yerine koyma endişesi taşımalarına yazdıklarımızla bizi vesile kılan Allah’a hamd ediyor, dinlerini anlamak ve araştırarak yaşamak isteği taşıyanlara Allah’ın râzı olmasını diliyoruz.

Velayet kavramı, kendisi ile ilgili görülen veya görünen benzeri konular hakkında da açıklamaları beraberinde bulundurmalı ki konu kendi çerçevesinde nisbi de olsa bir bütünlüğe kavuşsun. Bize yazarak konuya ilişkin görülen olayların da mahiyetinin (en azından usul açısından) açıklanmasını isteyen okuyucularımıza minnetlerimizi sunuyor, Allah’ın dinine duydukları ilginin giderek daha da artmasını, eksilmeden devam etmesini, diğerleri arasında da yaygınlaşmasını diliyoruz Rabbimizden.

Kur’an’da, «Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya’yı da o(nun makamı)na memur etti (veya Zekeriyya da onun bakımını üzerine aldı). Zekeriyya onun yanına, mabede her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden?’ derdi. (O da) ‘Bu, Allah tarafından!..’ derdi. Zira Allah dilediğine hesapsız rızık verir.»(3/37) âyeti bu konuda anlattıklarımızla çelişki teşkil ediyormuş görüntüsü veren bir ifade taşımaktadır. Konuyu biz eskilerden günümüze kadar yapılagelen tefsirlerin ele aldığından —ki dayanaklarını ciddi bulmuyoruz— farklı olarak ele alıyoruz. Şöyle ki:

Yukarıda metnini verdiğimiz âyette gayet vazıh bir surette ifade olunmaktadır ki Meryem, yanında bulunan yiyeceklerin (rızık) nereden geldiğini soran Zekeriyya (a.s.)’ya «Bu Allah tarafından!..» diye cevap vermekte ve «Allah dilediğine hesapsız rızık verir» diye de eklemektedir. Her iki ifadenin (Meryem’in cevaplarının) de Sünnetullah’ın dışında bir yönünü görmemekteyiz. Birinci olarak zaten (hem de hesapsız şekilde) rızık verici Allah’tır. Hz. Meryem de bunu ifade etmektedir. «Yarattıklarının tümünün rızkı O’nun üzerinedir»(11/6) âyeti bunu göstermektedir. Yarattıklarını, ta’yin ettiği ecel süresince yaşatacak rızkı tekeffül eden, üzerine yüklenen Allah’ın bizzat kendisidir, âyet bunu açıklamaktadır. İkinci olarak da Hz. Meryem’in, «Bu Allah tarafından» diye verdiği cevabı yine aynı manada, Zekeriyya’nın onun yanında bulduğu (gördüğü) rızkın, dilediğine hesapsız rızık verici olan Allah tarafından olduğunun ifadesinden başka bir şey olmadığı açıkça görülmektedir âyetin ifadesinden.

Nitekim bizler de günlük hayatımızda ve özellikle umulmayan bir zamanda umulmayan bir şeyler yer veya içer iken bir yakınımız geldiğinde ve yiyip içtiğimize şaşırıp «Hayırdır!.. Bu nereden?» diye sorduğunda cevaben «Allah gönderdi, gel buyur ye!..» diye açıklama ve mukabelede bulunmakta değil miyiz? Bu demek midir ki yiyip içtiğimiz şey bize gökten sofra ile indirilmiştir. Hayır bu manaya gelmemektedir, hepimiz kullanıyoruz ve ne manaya kullanıldığını da biliyoruz. Böyle derken, biz de muhatabımız da biliyoruz ki gerçekten her türlü rızık Allah’tandır. Saniyen her türlü rızkı hesapsız olarak dilediğine veren de O’dur. Salisen o anda yiyip içtiğimiz fakat muhatabımızın ummadığı şeyi bize gerçekte rızıklandırmak için veren Rabbimizdir. Lâkin bir kulunu buna vesile kılmakta ve o kul eline geçen yiyecek veya içeceğin örneğin bir kısmını «Filana göndereyim de o da tatsın» diye düşünmüş ve göndermiştir. Allah bize de o rızıktan kısmet etmiş olduğundandır ki o kulun hatırına bizi düşürmüş ve bizim de nasiplenmemize o kulu vesile kılmıştır. Günlük hayatımızda hemen sık sık olup duran bu tür olayları doğal karşılarken, Hz. Meryem için olanı neden doğadışı bir olay olarak ele alıyoruz bunu anlamak zordur. Zira mezkûr âyette olayın doğa dışı bir yanı olduğuna hiçbir işaret de yoktur. Bu tür yanlış anlamalara, İsrailiyyât’ın da etkisi ile âyeti tefsir edenlerin yaptığı katkılar neden olmaktadır. 

Nitekim İbn-i Kesir tefsirinin bu âyetle ilgili bölümünde Resulullah (s.a.)’ın gününden bir olayı aktararak demektedir ki:

«Hafız Ebu Ya’lâ diyor: Bize Sehl (ya da Süheyl) ibn Zencele… Câbir’den rivâyet etti ki: ‘Bir keresinde Resulullah (s.a.) birkaç gün yemek yemeden durdu. Sonra bu ona ağır gelmeye başladı. Hanımlarının evlerine uğradı. Onlardan hiçbirinde de bir şey yoktu. Onlardan çıkıp kızı Fatıma’ya geldi ve ‘Kızcağızım! Yanında yiyebileceğim bir şey var mı? Karnım aç.’ buyurdular. O da ‘Anam babam sana feda olsun, yok” dedi. Resulullah (s.a.) Fatıma’nın yanından çıktıktan sonra bir komşusu Fatıma’ya iki ekmekle bir parça et gönderdi. Fatıma bunları aldı ve bir kaba koyarak, ‘Allah’a yemin ederim ki Allah’ın Resulü’nü kendime ve yanımdakilere tercih ederim’ dedi. Halbuki hepsi de bir parça yemeğe çok muhtaç idiler. Hasan’ı veya Hüseyin’i Resulullah (s.a.)’a gönderdi.. O (s.a.) geri geldi. Fatıma, ‘Anam babam sana feda olsun. Allah bize bir şey gönderdi, ben de onu sana sakladım’ dedi. (…) Resulullah (s.a.) onu görünce Allah’a hamdetti ve ‘Kızcağızım bu sana nereden geldi?’ diye sordu. O da, ‘Ey babacığım, bu Allah katındandır. Muhakkak ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır’ dedi. Resulullah (s.a.) tekrar Allah’a hamdetti ve ‘Kızcağızım, seni İsrailoğullarının kadınlarının efendisi olan Meryem’in bir benzeri kılan Allah’a hamdolsun. Allah, Meryem’i rızıklandırıp da bundan sorulduğunda ‘Bu, Allah katındandır. O dilediğini hesapsız rızıklandırır’ derdi buyurdular (…)»(5)

Yukarıda naklettiğimiz haber de bize göstermektedir ki Hz. Fatıma’ya rızkı (et ve iki ekmeği) bir komşusu göndermişti.. Hz. Fatıma burada Hz. Meryem’in Kur’an’da söylediği gibi söyleyerek «Allah katındandır (ve devamı)» demek suretiyle kendisine et ve ekmekleri gönderen komşusunu zikretmek istemiyor değil, komşusunu vesile kılarak kendilerini açlıkları sırasında rızıklandıran (hem de ummadıkları et ve ekmekle, ki değerli yiyeceklerdir) Allah’ın adını anmakta ve O’nun gönderdiğini söylemektedir. Bu olayda da bu et ve ekmeğin Hz. Fatıma’ya gökten inmediğini görmekteyiz. Yani olayda buna dâir hiçbir işaret olmadığı gibi, bilâkis bir kulun (komşusunun) ona gönderdiğini de görmekteyiz. Resulullah (s.a.) da kızının, rızkı veren Allah’ı öncelikle anmasından ötürü kıvanmakta ve onu İsrailoğullarının kadınlarının (Allah’tan korkan, sakınan olduğu için) efendisi olan Meryem’in söylediklerini söylemesinden dolayı da Allah’a tekrar tekrar hamdetmektedir.

Bu konuda bizim kanaatımız odur ki bundan başka ve fazla şeyler söylemek işi asıl ve esasından çıkarmak olacaktır ki tarih boyunca çokça yapılmış ve bu yüzden de müslümanlara bu yanlışlar yayılıp müzminleşmiştir.

Biz bilmeliyiz ki özellikle bizim için gayb niteliğinde olan olaylarla ilgili Kur’ani beyanlar, anlatıldığı kadarı ile iktifa edilmesi gereken beyanlar olup, ziyadesine ihtiyaç bulunsa idi Rabbimiz daha da ziyade ederdi açıklamalarını. Bizler için bu kadarını kâfi gördüğüne göre bununla yetinmek, gerisinde kalmamak gerektiği gibi ilerisine de gitmemek gerekmektedir. Her halde de ‘Orta Yol’dan çıkılmakta, sapılmakta, akidenin sıhhati korunamamakta, bulanmaktadır. Hz. Meryem’de gördüğü yiyecekleri soran Zekeriyya’ya verdiği cevapta Hz. Meryem’in dediklerini Hz. Fatıma da demekte, daha doğrusu Hz. Fatıma, Allah katında sevgili kulu olduğu Kur’an’da belirtilen Hz. Meryem’in dediği gibi diyerek onun gibi müslüman olmaya özenmektedir. Hepimiz için de Allah’ın salih kullarına benzememiz, benzemeye çalışmamız emredilmiş değil midir? Konu budur ve bu kadardır. Ziyade edebilmek için (sofra olarak gökten indiğini, yazın kış meyvelerinin, kışın yaz meyvelerinin Meryem’in yanında bulunduğunu söyleyebilmek için) elimizde hüccetimiz yoktur. Âyetlerde böyle açıklamalar bulunmadığı gibi sahih sünnette de böyle açıklamalar yoktur. İsrailiyyât karıştırılmasının sonucudur ortada dolaşanlar.

Hz. Süleyman (a.s.) ile ilgili olan Kur’ani açıklamalara gelince de keyfiyet yukarıda anlattıklarımızdan fazla değildir. Usul bakımındandır kasdımız. Şöyle ki: Mezkûr âyetlerde (metin olarak ifadelerde) «Yanında Kitab’dan bir ilim bulunan kimse» ifadesi, o kimsenin kim olduğuna açıklık getiren bir ifade değildir. «Yanında Kitab’tan bir ilim bulunan»ın kim olduğundan Kur’an’da bahsedilmemiştir. Şu veya bu tefsirde bunun Hz. Süleyman’ın veziri veya Hızır olduğuna dâir açıklamalar hiçbir gerçeğe dayanmamaktadır. 

Bunlar İslâmi bilgiler değildir, İsrailiyyât’tandır. Biz her konuda olduğu gibi bu konularda da Kur’an’ın açıklamaları ile iktifa etmek zorundayız ve dinimizi ancak böyle ‘aslında olduğu gibi’ koruyabiliriz.

Âyette zikre konu olan kişinin kimliği (Rabbimizin kullarından bir kul olmasının dışında, ki cinler de, melekler de O’nun kullarıdır, insanların O’nun kulları olduğu gibi) hakkında bir açıklama yoktur. Zaten olaya Hz. Süleyman (a.s.)’ın da yaklaşımı ‘o kimse’nin kişiliği (ve kişiliğini tanıma açısından değil) şahit olduğu olayın, Rabbi’nin büyüklüğünü, kudretini göstermesi açısındandır. Nitekim «Yanında Kitab’tan bir ilim bulunan kimse de: ‘Sen gözünü yummadan ben onu sana getirebilirim’ dedi. (Süleyman) Tahtı yanına yerleşmiş görünce, ‘Bu Rabbimin lütfundandır. (Lütfuna) şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de.. Rabbim müstağnidir. Çok kerem sahibidir.’ dedi.»(27/40) Allah’ın elçisi olduğunu bildiğimiz Hz. Süleyman’ın, bu olayı Rabbi’nin her şeye kâdir olduğunun eseri olarak algılaması, kendisinin sınanmasına bir vesile olarak değerlendirmesi ve şükretme için telâkki etmesi, bizim için geçerli ölçü değil midir ki bizler tamamen tersine hareket ediyor ve ‘o kimse’nin kimliği (kim olduğu) üzerinde duruyoruz. Hz. Süleyman (a.s.) âyette de gördüğümüz gibi bu kimsenin kim olduğu üzerinde hiç durmuyor ve büyüklüğü (kerâmeti) onda görmüyor iken ve tüm büyüklüğü Allah’a hasredip, yalnız O’na şükür vesilesi telâkki ediyor iken, sonrakiler mes’eleyi tamamen yanlış yönde mütâlea etmişler ve olay asıl amacından uzaklaştırılmış olarak değerlendirilmiş, tefsirlere ve giderek de halkın belleğine geçmiştir. Bu şekildeki değerlendirmeler kesin olarak yanlıştır. Zira âyette açıklık bulunmayan, bizlerden de birkaç bin yıl evvel cereyan etmiş bir olayı, Allah’ın bize haber verdiği kadarı ile bilip kabul etmek yerine onu esasından uzaklaştırarak değerlendirmenin insanları sapkınlığa sürükleyeceğini iyice bilmeliyiz. Dikkat edilirse âyet metninden Hz. Süleyman (a.s.)’ın da bundan korktuğu (endişe ettiği) ve hemen bu şahit olduğu olayın, Rabbi’nin kendisini denemek (sınamak) için olabileceği ve ancak O’na şükrünü artırması gerektiği şeklinde ele alışı ve bu tarz telâkkisinin de tashih edilmediği (düzgün bir ele alış, değerlendiriş olmalı ki düzeltilmeye ihtiyaç bulunmasın) görülmektedir.(6)

Yine aynı paralelde gündeme gelen ve getirilen ve Kehf suresinde anlatılan, Musa (a.s.) ile Allah’ın «Kullarımızdan bir kul» diye andığı kişi (sözgelişi kişi diyoruz) arasında geçen olaylar hakkında da aynı şekilde düşünmek mümkündür. Daha doğrusu, başka türlü düşünmeye bir yer bulunmamaktadır. Hele bu ‘kul’un insanlardan bir veli olduğunu düşünmeye ise hiç mi hiç yol vermemektedir âyetlerin ifadeleri. (18/65 ila 82) Allah’ın kullarını yalnız insanlar sanmak yanlıştır, göremediğimiz, bilemediğimiz ve yalnızca Allah haber verdiği için varlıklarından emin olduğumuz diğer kullarının da bulunduğunu Kur’an’dan bilmekteyiz.

Kur’an kendisine tercüme, tefsir ve meallerde ‘karıştırılanlar’dan arındırılarak ve nüzul tarihi itibariyle ve asıl metnine itibar olunarak okunduğu ve anlaşılmaya çalışıldığı takdirde hiç de anlaşılmayacak bir Kitab değildir. ‘Anlayalım için’ gönderilmiş bir Kitab’tır. Resulullah (s.a.)’ın Kur’an’dan anladıkları ve açıkladıkları da hiçbir zaman Kur’an’a ilaveler olmayıp, Kur’an’ın açıklamalarıdır ve Kur’an’a aykırı değildir, olamaz da.. Sahih sünnette, Kur’an’ın anlattıklarını aşan, onunla tearuz halinde bulunan hiçbir ifade yer almamıştır. Sonrakilerin tefsirlere karıştırması, hadis olarak kendilerine ulaşan başka kültürlerle karıştırması sonucu ortaya çıkan ve İslâm’ın duruluğunu bulandıran, anlaşılmasını zorlaştıran, çelişkili gibi hallere sokan unsurlardan Kur’an’ı ve Sünnet’i soyutlamadıkça Allah’ın râzı olduğu din üzerinde bulunabilmek kabil olmayacaktır.

Allah’ın kendilerinden râzı olmalarını uman ve buna ihtiyaç duyan kullarını, bunu yapmaya sevk etmek istiyor ve bu cümleden olarak naçizane bir şeyler söylemeye çalışıyor ve Rabbimizin affına sığınıyoruz. Elbette her şeyi gerçeği ile mutlak manada bilen yalnızca O’dur.

 

(*) 1- İslâm’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi; Prof. Muhammed Ebu Zehra, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, Yağmur Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 1970.

2- İslâmlıktan Önceki Türklerde Tek Tanrı İnancı; Prof. Hikmet Tanyu, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 148, 1. Baskı, Ankara 1980.

3- Melamilik ve Bektaşilik; Prof. Cavit Sunar, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 125, 1. Baskı, Ankara 1975.

4- Farabi ve İbni Sinâ’ya Göre Yaratma; Prof.Dr. Hüseyin Atay, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 114, 1. Baskı, Ankara 1974.

5- İslâm Felsefesinin Yunan Kaynakları ve Kozalite Mes’elesi; Prof.Dr. Cavit Sunar, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 112, Ankara 1973.

6- İslâm Düşüncesi Hakkında Araştırmalar; Prof.Dr. İbrahim Agâh Çubukçu, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 106, Ankara 1972.

7- İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri; De Lacy O’leary, Çev: Hüseyin Yurdaydın-Yaşar Kutluay, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 102, 1. Baskı, Ankara.

8- İbn Al-Kalbi (Putlar Kitabı) Kitab’ül Asnâm, Beyza Düşüngen, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 84, 1. Baskı, Ankara 1969.

9- Türklerde Taşla İlgili İnançlar; Prof.Dr. Hikmet Tanyu, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 81, 1. Baskı, Ankara 1968.

10- Muhyiddin İbn’ül Arabî’nin Menkabeleri; Ebu’l-Hasen Ali b. İbrahim el-Kâri el-Bağdâdi, Çev: Dr. Abdülkadir Şener-Dr. M. Rami Ayas, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 109, 1. Baskı, Ankara 1972.

11- Anadolu Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu; Doç.Dr. Saim Sakaoğlu, Kültür Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları: 29, Halk Edebiyatı Dizisi: 5, 1. Baskı, Ankara 1980.

12- İslâm’da Felsefe Tarihi; Prof.Dr. T.J. De Boer, Notlar Ekleyerek Çev: Dr. Yaşar Kutluay, Balkanoğlu Matbaacılık Ltd. Şti., 1. Baskı, Ankara 1960.

13- Ehl-i Sünnet ve Şia; Prof.Dr. Hüseyin Atay, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 159, 1. Baskı, Ankara 1983.

14- Çağımızda İtikadi İslâm Mezhepleri; Doç.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Selçuk Yayınları, Hicri 15. Asır Külliyatı, No:1, 1. Baskı, İstanbul 1980.

15- El-Fark Beyne’l-Firak; el-İmam Ebu Mansur Abdülkadir b. Tahir b. Muhammed el Bağdâdi, Çev: Doç.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kalem Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 1979.

16- İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi; Prof.Dr. Bahaeddin Ögel, Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sa. 42a, 2. Baskı, Ankara 1984.

17- Sülemi ve Tasavvufî Tefsiri; Dr. Süleyman Ateş, Sönmez Neşriyat A.Ş. Yayınları, Umumi Neşriyat, No: 22, İslâmi Tedkikler… Hususi No: 1, 1. Baskı, İstanbul 1969.

18- İslâm’da İmam Ca’fer Sadık Mezhebi ve İmam Ca’fer’in Buyrukları; Ahmed Sabri Hemedanî, Çev: Yakub Kenan, Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi, 1. Baskı, İstanbul 1974.

19- Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik; Abdülbaki Gölpınarlı, Derin Yayınları: 6, 1. Basım, İstanbul 1979.

20- Risâletu’l-İ’tikadati’l-İmamiyye, Ebu Ca’fer Muhammed b. Ali İbn Bâbeveyh el-Kummî “Şeyh Saduk”, Notlarla Çev: Doç.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları: 141, 1. Baskı, Ankara 1978.

21- Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar; Prof.Dr. Fuad Köprülü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. Basım, Ankara 1966.

Not: Bu konuda kaynaklar elbette yukarıda zikredilenlerden ibaret değildir. Yüzlerce eser ismi vermek kabildir. Diğer kaynakları katar ve incelerseniz sağlıklı sonuçlara varacağınızdan eminiz. Tabiidir ki bu kaynaklarda belirtilen hususları, İslâm’dan diye gösterilen motifleri, Kur’an ve Sünnet’in sahih ölçülerine vurduğunuzda her şey açıklıkla anlaşılacaktır. Bunu yapınız aziz okuyucularımız. Zira okumazsak, araştırmazsak, inceleyerek bir şeyi ölçülerine vurmazsak nasıl doğrulara ulaşacağız? Bize miras yoluyla intikal eden bilgilerin doğrusunu eğrisinden ayırmak, doğrularına sahiplenip eğrilerini terke mecburuz. Bunun için de işittiklerimizle, öyle denilip gelen bilgilerle —ki aslında haberimiz olmayan şeylerdir çoğu— iktifa etmek, bir dereceye kadar cahil ve araştırmaya gücü yetmeyenler için mazur görülürse de okur-yazar insanlar için asla affedilir şey değildir.

İslâm’ın değişmez doğruları dururken ne idüğü belirsiz görüşleri sahiplenmek, insanı kurtarıcı değil batırıcıdır. Ahirette kimse hesabını veremez bunun. «Babalarımızın üzerinde bulunduğu yol üzere bulunmak» prensip olarak men edilmiştir Kur’an’da. Bu ölçüyü yitirmeyelim ki doğru yoldan ayrılanlardan da olmayalım. İnsanlar kızarmış, alışkanlıklarına ters geldiği için kınarmış, levmedermiş umurumuzda olmamalıdır. Allah’ı razı eden gerçekler üzerinde olunca yalnız Allah bize yetmez mi? Yalnız Allah’ı razı etmek bize yetmez mi? Kur’an’da Allah: «Yeter.. Kâfidir!» diyor. Biz de inanıyoruz O’na, elhamdülillah.

Neniz var neniz yok güneşe, havaya çıkarınız, havalandırınız. Sağlam olanları geri alınız kafanıza, kalbinize. Çürük ve sizin olmayanları atınız ki hesabını veremeyeceğiniz şeylerden kurtulabilesiniz. Allah hepimize bu yolda göstereceğimiz gayretlerde yardımcı olacaktır.

Dipnotlar

1) Tefsirde İsrailiyyât, Dr. Abdullah Aydemir, Diyanet İşleri Bakanlığı Yay., 1. Baskı, Ankara 1979.

2) Konu ile ilgili geniş bilgi için:

1- Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri; A.Yaşar Ocak, 1 Cilt, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları: 48, Halk Edebiyâtı Dizisi: 7, 1. Baskı, Ankara 1984.

2- Bektâşi Menkabelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri; A.Yaşar Ocak, 1. cilt, Enderun Yayınları: 16, İstanbul 1983.

3- Mehdilik; Avni İlhan, 1 cilt, Kaynak Yayınları, 1. baskı, İzmir 1976.

4- Babâiler İsyanı; A.Yaşar Ocak, 1 cilt, 1. baskı, İstanbul 1980.

5- Babâiler Ayaklanması; Abdullah Tekin, 1 cilt, Karacan Matbaası, Ankara 1978.

Yukarıda adını verdiğimiz kitapların Bibliyografya bölümlerinde çokça kaynak adı zikredilmekte olup, yararlanmak isteyenlerin başvurabilecekleri ciddi incelemelerdir.

3) Yukarıda sözünü ettiğimiz Köroğlu hikayesi şöyledir: Köroğlu dağda atıyla gezerken bir gün, çalı çırpı toplayarak ateş yakmak için uğraşan bir kadına rastlar ve yaklaşır ki kadının ağzında bir söz «Gözün kör olsun Köroğlu! Gözün kör olsun Köroğlu!» deyip durmaktadır bu yaşlı kocakarı.. Köroğlu’nun dikkatini çeker ve atından inerek «Anacığım!» der. «Sen Köroğlu’nu hiç gördün mü?» Kadın, «Hayır evladım» der. Köroğlu yine, «Peki Köroğlu’nun bir zararını gördün mü, sana bir zararı dokundu mu?» der. Kadın yine «Hayır evladım!» der. Bu defa Köroğlu «Deminden beri ağzından düşürmediğin o söz nedir? Neden, ‘Gözün kör olsun Köroğlu’ deyip duruyorsun?» Kadının verdiği cevap ise şöyledir: «Vallahi yavrum herkes deyip duruyor, ben de diyorum!..»

Genç, orta yaşlı veya yaşlılarımızın genelde hali bu kadının halini hatırlatıyor. Zira, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz nice şey için şöyle veya böyle konuşup duruyoruz. Bu kocakarı gibi mi olmalıyız? En azından, birisi için eğer ‘gözün kör olsun’ diyeceksek, neye dayalı olarak dememiz gerekiyor bunu bilmeli değil miyiz? Kaldı ki ‘gözün kör olsun’ mu demektir görevimiz bu da elbette ayrı bir konudur. Resulullah (s.a.)’ın buyurduğu gibi «Bir kimseye işittiği bir şeyi, delili var mı yok mu tahkik etmeden ona buna söyleyip gezmenin günahı tek başına yeter.» Kaldı ki delilini bilsek bile bir kimsenin örneğin hırsız olduğunu yayıp durmanın da sevabı olmasa gerektir. Hele aslı olmayan, hüccetiniz bulunmayan, hakkında hiçbir bilginiz bulunmayan şeyleri yayıp durmanın insanı (müslümanı) götürüp sokacağı azab ona günah olarak yeterlidir.

4) Ayrıca Mesnevi’nin müterciminin Celaleddin-i Rumi evladından ve Mevleviliği ile ma’ruf Veled İzbudak olduğunu da bilmeyenlere hatırlatalım ve tercümeye bilhassa dikkatle, yanlışlardan koruyacak şekilde titizlik gösteren birisi olduğunu belirtelim burada. Kabullenemediğimiz şeyleri tercüme hatalarına yıkmakla gerçekten kurtulamıyoruz görüldüğü gibi. Eserin aslında (Farsçasında) da aynı şeyleri söylemektedir Celaleddin-i Rumi.

5) Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Yayınları, cilt 4, sayfa 1240, İstanbul 1984.

6) Konu ile ilgili âyetlere, asıl metinde bulunmadığı halde yapılan ilavelere itibar etmeden bakınız. Neml 27/15’ten 45. âyete kadar.

(İktibas, sayı 107, 108, 109)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *