Demekten maksad ne olmalı? Niçin demeli insanlara bir şeyleri, bazı şeyleri? Ne için diyor oluşunuz da size ‘Nasıl demeniz gerektiğini gösterecektir.
Ercümend Özkan
İnsan bir şeyi karşısındakine nasıl demeli, nasıl söylemeli? Ne miktar ve ne zaman söylemeli? Ve tabii ki ‘Nasıl Demeli’ ile eşdeğerde olmak üzere ‘Ne Demeli’dir? Bizim burada bilhassa üzerinde durmak istediğimiz husus ‘Nasıl Demeli’ hususudur. Siz dilerseniz buna, konuşmada tarz ya da belki daha doğrusu açıklama (tebliğ) da metod deyiniz.
Demekten maksad ne olmalı? Niçin demeli insanlara bir şeyleri, bazı şeyleri? Ne için diyor oluşunuz da size ‘Nasıl demeniz gerektiğini gösterecektir.
Ne diyecekseniz, ne maksatla diyecekseniz işte bu ‘nasıl diyeceksiniz’in de cevabını belirleyecektir. Vereceğiniz haber, haberi iletmeniz gereken için aciliyyet (acele) mi ifade ediyor, bunun ifade tarzı kısa ve çabuk ve anlaşılır şekilde demek iken, tabiatı itibariyle zaman isteyen, anlaşılıp hazmedilmeye muhtaç bir konuda, bu kadar acele demenize gerek yoktur. Üslûbunuzun, konuyu hazmedilir şekilde tayin edilmesinde zaruret vardır. Maksadınız ‘ben söyleyeyim’ ise, bir başka üslub, hem ‘söyleyeyim hem de anlatabileyim’ ise elbette bir başka üslûbun sahibi olacaksınız demektir. ‘Hem anlatabileyim, hem de anlasın ve kabullensin’ ise maksadınız bu takdirde yine başka bir üslûb kullanacaksınız demektir.
Sahibi bulunduğunuz bir gerçeği insanlara iletirken, bu gerçeğin ait bulunduğu bütün içindeki yerini gereğinde değerlendirmek de onun iletilme zamanını tesbitte bir rol oynayacak demektir. Öncelik, sonralık mes’elesi karşınıza çıkacak anlatımınızda bir sıra oluşacaktır. Çok önemli de olsa söyleyeceğiniz bir şeyi zamansız yani öncelik ve sonralığına dikkat etmeden söylemeniz maksadınızın hâsıl olmamasında birinci derecede önemli olabilir. Çoğu kez de bunu görürsünüz. Söyleyeceğiniz şeyi dinleyenin söyleme biçim ve zamanından ziyade söylediğiniz şeyin önemini kavramasını beklemeniz çoğu kez gerçekleşmemektedir. Aslı kavrayıp füru’daki yanlışınızı geçiştirmesini çoğu defa karşınızdakinde bulamadığınız olacaktır.
Kısa vadeli hedefleri gerçekleştirmek daha komprime bilgileri daha çabuk iletmeyi gerektirirken uzun vadeli amaçlara ulaşmak, amacın bütününün kavranmasına rağmen öncelik sonralık sırasına konularak ve uzun vade içinde gerçekleştirilebilirler. Sökülecek bir şeyin sökümü en dıştan başlanarak sökülürken, aynı şeyin yeniden monte edilmesine en içten, yani sökülen en son parçanın takılmasından başlanılması zorunluluktur. Eski hâle getirmede başka bir yöntem yoktur. Kim olursanız olunuz buna uyacaksınız demektir. Uymaz iseniz, istenilen sonucu yani takılıp eski hâlini almasını istediğiniz şeyi tekrar aynı hâle getiremezsiniz demektir.
Eşyanın bir tabiatı vardır. Bu tabiât sizi kendisine uymaya icbâr eder. Eşyanın tabiâtını kendinize uyduramazsınız. Ben yaparım olur da diyemezsiniz. Zira olmaz o tabiata uymadan yaptığınız ve yapacağınız istenilen sonucu vermez. Bu tabiât o denli istikrarlıdır ki Peygamberler dahil bu tabiata uymak zorunda kalmışlar, belki bu tabiatı en iyi bilenler olarak ona uygun hareket edenlerin başında bulunmuşlardır. Kimse kendini eşyanın gerçeğinden müstağni sayamaz, göremez. Görürüm derse ulaşmayı umduğu sonuca erişemez. Boşuna gayret sarf eder, boşuna zaman geçirir ve kendini en çok, başladığı yerde bulur. Bu sonuç bile en iyi sonuç sayılmalıdır. Zira uygulamada daha çok insan kendini başladığı yerde bile bulamamakta, bilakis karıştırdığı işleri düzeltmek için zaman harcamak, çevresindeki olumsuz intibaları tashih etmek için ayrıca zaman harcadıktan sonra başladığı yere ancak gelebilecektir. Böylesi ise iki kat ziyan demektir. Akıl sahibi insan için ziyanda olmak istenilmemesi gereken bir neticedir.
Konunun teorik yanını fazla uzatmadan öyle ise ‘Ne Yapılmalı, Nasıl Demeli’nin cevabını açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Hoş göreceğinizi umarak da bir misal ile konuya aydınlık kazandırmaya bakalım.
Deyiniz ki elinde kırık bir şişe ile oynayan, bunu oyuncak edinmiş bir çocuk var karşınızda. Bu oyuncak onun için zararlıdır, tehlikelidir, bir yerlerini kesecektir oynadıkça. Üstelik oyuncak denilecek hâli bile yoktur. Lâkin çocuk bunu bulmuştur oyuncak olarak ve kendini ısındırmıştır oynaya oynaya oyuncağına. Belki bu oyuncak ona kendinden öncekilerden kalmıştır. Anıları da vardır oyuncağı ile, kolay terkedilmeyen alışkanlıklar oluşturmuştur oynayanda. Oynamaya devam ettiği sürece kendisine zarar vereceğini gördüğünüz, bir yerlerini kesip kanattığına şahit olduğunuz, vücudunun mikrop kapıp başka hastalıklar da doğurduğunu görüp durduğunuz bu oyuncağın çocuğun elinden alınması gerekmektedir sizce. Hattâ yalnız elinden alınması değil, belki eline daha güzel bir oyuncak tutuşturmanız gerekmektedir. Ki bununla hem kendine bir zarar vermesin, hem birlikte oynadıklarına zararı dokunmasın, hem de oyuncaktan umulan zekâyı geliştirme özelliği de bulunsun.
Yine diyelim ki sizde de bu çocuk için gerekli olan oyuncak vardır. Bundan ona da vermek, onun da sizdeki ile oynamasını sağlamak da istiyorsunuz. Hattâ birlikte oynamak istiyorsunuz sizdeki oyuncakla.
İşte burada karşımıza iki şık, iki ihtimal çıkıyor, çocuğun elindeki oyuncağın alınması ve sizdeki daha güzeli ile oynanmasının sağlanması konusunda.
Birincisi, doğrudan çocuğun elinde gördüğünüz bu zararlı oyuncağa hemen el uzatıp, elinden almaya yeltenmek ve onu oyuncaksız bırakacağınız, oyuncağını elinden alıp ağlatacağınız, üzeceğiniz izlenimini vereceğiniz hareket tarzıdır. Böyle yapmanız halinde oyuncağına alışmış başka bir oyuncak da bilmeyen böylesi karşısında durumunuz mutlaka kötü insan, kötü arkadaş, kötü niyetli birisi olmaktır. Zira yaptığınız şey karşınızdakinin elindekine saldırmak onu oynadığından mahrum bırakmak, el hâsıl onu oyuncaksız bırakmaktır. Bunu karşınızdakine başka türlü izah edemezsiniz, zira yaptığınız yalnızca görüneni ile bu anlama gelmektedir. Gücünüz yetip elindekini alsanız bile sonuçta onun iyiliğini düşünerek böyle yaptığınızı söyleyip sanmanıza rağmen onun nazarında mutlaka kötü bir kişilik sergilediğinizdir. Elindeki oyuncağı da kendisine çok gören, onu da elinden alıp kendisini ağlatan, gücendiren ve de güvenini yitirdiğiniz birisini bulacaksanız karşınızda. Böyle yaptıktan sonra artık ona çok daha güzelini de sunsanız oyuncaklarını sizden almayacaktır. Sizinle oynamayacaktır. Size küsecek, darılacak, kırılacaktır. Zira hatırını kırdınız, canını acıttınız, keyfini kaçırdınız onun.
İyiye yorabileceği, düşünse bile lehinize yorabileceği bir haliniz olmamıştır onun karşısında. Kaldı ki hatırını kırdığınız, düşmanca görünen tavrınızla hoşnutsuzluğunu kazandığınız kişiden hayrınıza yorum yapmasını beklemek de elbette fazla olacaktır. Görünürde böyle mütalea edilebilecek bir haliniz de bulunmamaktadır. Yani bu durumda ne onu o kötü, zararlı oyuncağından ayırabileceksinizdir, ne de oynadığının zararlılığını ona düşündürtebileceksinizdir. Arta kalan yalnızca onu kırdığınız, üzdüğünüz, elindekinde gözünüz olduğu, onu da kendisine çok gördüğünüz ezcümle sizin bu tavrınızla ilgili bir burukluk olacaktır. Küskünlük ve iyi niyetinizle ilgili herhangi bir şey bulunmayacaktır onda.
Aynı kişinin daha iyi bir oyuncakla oynamasını istiyorsunuzdur halbuki. Sizdeki güzel oyuncakla onun da oynamasını istiyorsunuzdur. Asıl amacınız budur ve elindeki kötü, kendine de başkasına da zarar verecek oyuncağı terk etmesi de bunun sonucu olarak gerçekleşmesini istediğiniz amacın bir parçasıdır elbette. Bu takdirde ne yapılmalı, nasıl davranılmalıdır ki istenilen bu sonuç gerçekleşsin; oyuncağınıza ısınsın, onunla oynamaya başlasın, birlikte oynayınız hattâ ve sonuçta da elindeki zararlı oyuncağı terk etsin?
Durum onu gösteriyor ki elindekini önce alıp sonra kendinizinkini verseniz bile kırıp küstürdüğünüz, canını acıttığınız muhatabınız, artık vereceğiniz şey ne kadar güzel de olsa tavrınızın tersliğinden ve bu sebeble size duyduğu hiç de iyi olmayan duyguları nedeniyle ne verirseniz veriniz almamaktadır onu. İstememektedir, kabul etmemektedir kendisini kıranın, canını acıtanın, kendisini ağlatanın, elindekine göz dikenin vereceği, beraber oynayalım diyeceği şeyi artık. Oyuncaksız kalır da artık ondan bir şey kabul etmez hâle gelmiştir zira.
Bu halde diyalog kopar, temaslar azalır, belki selamlar bile kesilir. Bir arada oturabilmek, konuşabilmek, tartışabilmek ve daha önemlisi biri diğerinin hüsnüniyetinden emin olmak kalmamıştır ki düşünmeye yol bulunsun. Giderek bir yalnızlık, bir kabuğunda kalma, dışarı açılamama ve dünya birkaç aynı şekilde düşünen insandan ibaretleşir. Bu hal insanın ruhunu sıkar, tedirginlik verir, hırçınlıklara sebeb olur ve artan huzursuzluk hem muhatabı, hattâ hem de kendisi gibi düşünenlere karşı bile anlayışsızlık hâkim tavır halinde tezahür eder. Çember daralır, dünya küçülür de küçülür. Yüzbinlerin içinde yaşasanız bile yapayalnız kalırsınız. Yalnızlık ise insanın tahammül edebileceği en güç işlerdendir. Zira yalnızca Allah buna tam anlamıyla tahammüllüdür, O’na mahsustur yalnızlık çünkü. Bu hale kendini kendi eliyle getirenler için çıkış yolu o kadar daralır ki oraya sığıp da çıkabilmesi mümkün görülmez ve orada biter, kalır. Halbuki ne iyi niyetleri vardı, neler neler düşünüyordu ve ne iyi gelecekler umuyordu…
Aynı durumda bulunan bir insan için ikinci yol, yaklaşım tarzı üzerinde duralım. Bakalım durum ne gösteriyor.
Elindeki oyuncağı atıp kendi elindekiyle birlikte oynamasını istediği çocuğun yanında insan kendi güzel oyuncağı ile oynamaya başlasa.. Zararlı oyuncağı elinde bulunanın elindeki oyuncakta hiç gözü yokmuş gibi davransa ve kendi güzel oyuncağı ile onun dikkatlerini kendi oyuncağı üzerine çekse ve onu ‘elimi elletir mi, bana da oynatır mı’ diye düşündürtse bu düşüncelerle ve gözünün ucuyla kendisine bakana güven vererek ‘tabii ki elleyebilirsin, tabii ki oynayabilirsin’ intibaını verse bir güzel yaklaşım başlamış demektir. Başlangıçta ürkeklik, çekingenlik olacak ve bir oynamada bunlar hemen gerçekleşivermeyecektir. Sabırla böyle yapması halinde yani her karşılaşmasında böyle davranmakla günün birinde istenilen noktaya gelinecek ve kendi elindeki güzel oyuncak ortak oyuncak haline gelecektir. Rahatlıkla bu yeni ve güzel oyuncakla oynayabildiğini gören ve her zaman da oynayabileceğine güven gelen diğeri, zaman içinde yalnızca bu güzel oyuncakla oynayacak ve sıkı sahib olduğu eski zararlı oyuncağını kendiliğinden bırakacaktır. İyisini görmüş, oynayabilmiş ve istediği zaman da oynayabileceği kanaati yerleşmiştir artık kendisinde. Böyle olunca da elindeki eski oyuncağının oyuncak bile sayılamayacağını kavrayacak, artık onu kendi isteği ile terkedecektir. Hattâ siz zaman zaman onunla oynayalım deseniz bile bu defa o öyle oyuncak mı olur, artık elime bile almam deme noktasına gelecektir.
İşte istenilen sonuç hâsıl olmuş, eline gerçekten oynaması gereken oyuncağı vermiş ve oynamaması gerekeni de terlettirdiğiniz noktaya geldiniz demektir. Artık ondan sonrası belki birlikte başkalarına karşı, elindeki oyuncak yaramaz olanlara karşı aynı üslub ile yaklaşmak iyi oyuncağınızla onları da oynatır hale gelmek ve ellerindeki yaramaz oyuncakları terk ettirme sürecini devam ettirmektir. Zira sizin için cinsinden örneği çevrede bulunmayan yola ilkini kazandınız demektir. Artık onunla, yani iki kişi olarak aynı yoldan gide-gele bu yolu daha işlek hale getirme çabası sürmelidir. Sürecektir de.. Şayet inanıyorsanız sabırla ihtiyatla, yıldırmadan, güven vererek, tek de kalsanız bu yolda gidip gelecek, başkalarına da bu yolu, orada daha uygun bir yol olduğunu diliniz ve halinizle göstermeye devam edeceksiniz, bunu yapmaktan tek başınıza da kalsanız sorumlusunuzdur. Zira hesab gününde insanlar tek tek ve her yaptıklarından hesaba çekilecekler gerekeni yapmaları halinde rıza kazanacaklar lâkin doğru olan yola başkalarını getirip getirememekten, ya da gelenlerin sayısına göre puan alacak değillerdir.
Daha düne kadar örneğin kendisi de Cum’a namazı kılan birinin bugün Cum’a kılanlara ‘dırar mescidi’ne giriyormuş gözüyle bakmasına ne herhangi bir şer’î delili vardır, ne de Cum’a kılmamak daha doğru ise de bunu onlara anlatabilmesine imkân vardır. Nasıl kendisi de Cum’a kılıyor iken kimsenin kendisine o gözle bakmasına tahammül edemez idiyse bugün de kendisinin başkalarına aynı gözle bakmasına kimseyi tahammül edebilir bulamayacaktır. Tavrının tersliği ile telleri koparacak ve sesi artık kimselere ulaşmayacaktır. Belki onun sesinin duyulması, söyleyeceklerinin bilinmesinde başkaları için hayatî önem bulunsa da böyle olacaktır. Bir bakıma mesaj sahibinin ‘intiharı’dır bu hâl. Yaşadığı halde ölmesidir. Ki intiharın, hesabı sorulacak ve sorumlu tutulacak işlerden olduğunun bilinmesi, unutulmaması da gerekli hattâ olmazsa olmaz bilgilerdendir.
Neden düşünülmüyor ki kendisi de Cum’a kılarken onu, dininden önemli bir şey sayması yüzünden kılıyordu. Bu hal kendisi için hak idi de başkaları için hak değil midir? Böyle davranılması halinde nereye varıldığını ise en iyi yine bu halin sahipleri bilmekte, yaşamaktadırlar. İçinde bulundukları huzursuzlukların, sıkıntıların tarifini yapamıyor, sebebini anlayamıyor oluşları kendilerini o sıkıntılardan kurtarıyor mu? Kesinlikle hayır! Bakınız kendinize, görünüz halinizi ki güneşte kalmış dağarcık gibi büzülmüş, içine bir şey sığmaz hale gelmiş değil misiniz? Bu daralmışlıkla nasıl olup da genişliğe ihtiyacı olan bir işin altından kalkabileceksiniz? Mümkün görüyorsanız anlatınız bize ki bilelim, öğrenelim ve işleyelim.
Muhatabınızın elinde dininden zaten birkaç parça bir şey var, kendisiyle yaşadığı, hemhâl olduğu.. Sizin bunlardan da kendisini mahrum bırakmaktan başka amacınız olduğunu göstermekten mahrum tutumunuz onu size düşman etmekte, elinden onu da alıp büsbütün ortada kalmasını istediğiniz imajını doğuracak tavrınız yüzünden, hem daha önemli şeylerinizi ona iletmekten kendinizi alıkoyuyor, hem de onun sıkı sıkı sahib olduğunu bıraktıramıyorsunuz.
Başka türlü mü oluyor yoksa.. Söyleyebilir misiniz başka türlü olduğunu.. Sonuçta kendinizi başladığınız yerde bile bulamadığınızı görmüyor musunuz? Daha da gerilediğinizi, daha da tıkızlaştığınızı, daha da daraldığınızı hissetmiyor musunuz? Hem çevrenizi, hem de kendinizi daha da sıkar hale geldiğinizi, gittikçe kimselere bir şeyler iletemez hale geldiğinizi görmüyor musunuz?
Başkalarını tekfir etmek, şirk ile itham etmek farz değilken, İslâm’ı tebliğ etmekten kendinizi alıkoymakla bu çok önemli, önde gelen farzınızı işleyebilmekten kendi elinizle kendinizi mahrum bıraktığınızı görmüyor musunuz? Bizi mazur görünüz ama durumumuz tıpkı yonca tarlasının ortasındaki ağaca bir iple bağlanan dananın durumuna benziyor. Ki o danaya oradaki ot günlerce yetecek kadar olduğu halde, bir o tarafa bir bu tarafa dönerek bu ottan günlerce yiyebileceği halde, ipini bağlı bulunduğu ağaca dolayıp çenesinin altındaki ota dahi uzanamayacak hale kendisini getirip açlığından öldüğünü düşününüz bu dananın. Kendimizi bu duruma soktuğumuzu, kendi halimize bakarak lütfen, Allah rızası için düşününüz ve cevabınızı bize değil Allah’a karşı veriniz, ne diyebileceksiniz? Kabul edilebilir bir mazeret bulabileceğimizi sanmıyoruz. Sunacağımız mazeretimiz bizden kabul edilmeyecektir. Neden onca otun içinde kendimizi açlığa mahkum ettiğimizin cevabı bizden kabul olunmayacaktır. Zira biz dana değiliz, insanız. Akıl verilmiştir bize ki bağlandığımız ağacın etrafında tek yönlü dönüp ipimizi kısaltmayalım da bir o yana bir bu yana dönerek ottan gereğince istifade edebilelim diye. Eğer biz danaların bile çoğunun düşmediği duruma kendimizi düşürüyorsak durup yeniden düşünmeli, başımıza getirdiğimiz işin içinden çıkabilmenin yolunu aramalı değil miyiz? Bunu yapma gereğini de duymayanlardan Allah’a sığınmak ve bunlara acısak da bu gibilerden beri (uzak) olduğumuzu belirtmek istiyoruz.
Allah rızası için, insaflı olalım. Zira gerçekten insaf dinin yarısıdır. Kendimize insaf edelim önce, ki başkalarına da insaf edebilmenin yolunu açalım kendimize. Sorumluluk duygumuz teşekkül etsin. İnsanlara karşı sorumlu olduğumuzu aklımıza çıkmayacak şekilde çakalım. Kendimize karşı sorumlu olduğumuzu bilmekten geçmektedir başkalarına karşı sorumluluğumuzun idraki. Allah’a karşı sorumluluklarımız da ancak böylesi bir sağlam zeminde teşekkül edebilecektir.
İslâm’ı tebliğ etmek farz iken, bunu terk ediyor da insanları tekfir etmeyi farz biliyoruz. İlişkilerinizi kopardığınız insanlara nasıl yaklaşıp da İslâm’ı anlatabilecek, belagatla onu açıklayabilecek ve onun da bu hakka vukufunu sağlayabilecek, buna yol açabileceksiniz. Hır’lı insan olarak mı? Aslâ!. Bakınız Resulullah (s.a.)’a.. Bakınız Kur’ân’a lütfen.. Baktı iseniz de bir daha bakınız Allah için bakınız tekrar tekrar.. Rabbinin Yolu’na hikmetle çağır nidasına bakınız.. Sen insanlara güzel davranmasa idin onları etrafında toplanır mı sanıyordun nidasına bakınız. Ebû Bekir’e lütufla, edeble yaklaşan Resulullah’ın, Ebû Cehil’e bunun tersi bir üslubla yaklaştığını İslâm tarihi de yazmıyor, hadisler de geçmiyor.
Biz Müslüman olduğunu söyleyenler kendimizi toplatalım, toplayalım. Gümrükten çıkma arabadan farkımız yok. Her şeyimiz, her yerimiz dökülüyor. Bize binilip de nereye gidilebilir bu halimizle. Şanzumandan motora, kaportadan ön takıma her yerimiz elden geçmeyi, eksiklerimiz tamamlanmayı, kimi yerimiz yağlanmayı, kimi yerimiz yıkanmayı, kimi yerimiz yenilenmeyi istiyor. Kendimizi sanayie sokalım. Yapalım kendimizi, yaptıralım yapamadığımız yerlerimizi ki binilecek hale gelelim. Yoksa değerimiz düşük kalacak, iş de göremeyeceğiz bu halimizle. İş görebiliyor muyuz? İşe yarıyor muyuz? Yakıp yıkmıyor muyuz etrafımızı.. Kırıp dökmüyor muyuz çevremizi? Emi (merhem) olmayan kel gibi değil mi görüntümüz? Kendi başımıza sürecek kadarına sahib olmamak bir yana bir de kitlelerdeki kelliği tedaviye çıkmış halimizle ciddiye alınıyor muyuz?
Dikkat ediniz İslâm gittikçe ciddiye alındığı, insanların gündemine girdiği halde henüz biz Müslümanlar ciddiye alınmıyor değil miyiz? Eğer Müslümanlar isek, İslâm’ın ciddiye alınmasıyla parelel olarak bizler de tabii bir şekilde ciddiye alınmalı değil miyiz? Halbuki gerçek bu değildir ve Müslümanlar olarak ciddiye alınacak yanımız kırıntılardan öteye geçmiyor. Olsak olsak azamî elmasın tozu gibiyiz ki değeri en düşük halde elmas toz halindeki elmastır. Elmas alıcısı, karşısında toz değil kitle, bütün istiyor. Zaten değeri de bütün olmasından kaynaklanıyor elmasın. Neden kendimizi bütünlemiyoruz? Pahalıya gitmek var iken neden en düşük fiyata razı oluyoruz. Daha değerli bilinme yolu var iken kendimizi ucuzlatıyoruz? Neden? Ayrıca buna hakkımız var mı? Bunun hesabı bizden sorulmayacak mı? Halimizin bu dünyada bile sonucunu görmüyor muyuz? Perişanlık sergiliyor ve neden insanların perişanlığımıza hayran kalmadıklarının suçlusu olarak da yine insanları gösteriyor, kolay yolu seçiyoruz. Başkalarını suçluyoruz.. Kolaycılık denir buna.. Bu yol kolaycılık yolu değildir. Kolay yol da değildir. Neden aslolan kendimizin üzerinde durmuyoruz? Kendimizin üstünde durdukça, eksiklerimizi giderdikçe, insanlara Allah’ın Kulları gözü ile yaklaşabildikçe onların da bizdeki doğrulara meyledeceğini düşünmüyoruz. Peygamberlerin ortak sünneti değil mi bu? Bu sünnete riâyetleri yüzünden Allah’ın yardımını celbetmişler ve başarılı olmuş değiller midir genel olarak.. Dünyadaki sonuç bakımından olduğu gibi uhrevî sonuçları itibariyle de rıza-yı ilâhi’ye ulaşmanın şaşmaz kaidesi, düstûru bu değil midir?
Ne olur Allah rızası için kendimize bakalım. Ne haldeyiz görelim. İyi ve bulunması gereken yanımızı da görelim, eksiklerimizi, yanlışlarımızı, fazlalarımızı da görelim ki kendimizi değiştirmek, yenilemek, bütünlemek, yanlışlardan arındırmak mümkün olsun. Bunu mütemâdi bir şekilde yapalım. Hepimizin dilinde değil midir: «Ey kulum bugün benim için ne yaptın» lafzı. İşte bu lafzın gereğini yapalım diyoruz. Yalnızca bu lafzı kullanıp, başkasını ilgilendiren bir şeymiş gibi bigâne kalmayalım anlamına.. Asıl bizi, kendimizi, her birimizi, söyleyenini hedef aldığını düşünelim bu sözün.. O zaman bir önemli şey çıkacaktır karşımıza. Kendimizi bilmek, kendimizi tanımak yolunun açılması. İşlerin başı budur. Kendini bilenin Allah’ı bilmesinden bu murat edilmiştir. Rabbini bilmek isteyenin kendini bilmekten geçen yolundan haberi yoksa amacına ulaşıp Rabbini gereğince bilemez insan. Ve gerçekten O’nu râzı edemez. İki cihan da kendisi için hüsrân yurdu olur.
Hepimiz başkaları hakkında fikir beyan etme yerine taşımakla yükümlü bulunduğumuz mesajı iletmenin yolunda bulunmalıyız. Başkalarını başkalarından değil, en iki kendilerinden öğrenebiliriz. Siz doğruları öğrenmek istiyorsanız sorularınızı bilebileceğini sandıklarınıza sorunuz. Alacağınız cevapları zihninizde tutunuz. Başkalarından da aldığınız aynı soruların cevaplarıyla birlikte Kitab ve Sünnet’e vurunuz. Ve kimden aldığınız cevaplarda ne miktar Kitabî ve Sünneti doğrular varsa onlara o kadar not veriniz. Bizi başkasından, başkasını da bizden değil, herkesi kendinden tanımaya, öğrenmeye çalışınız. Hem insanları birbirine çekiştirmekten vazgeçer, hem de sizler onları çekiştirmekten geri durursunuz. Konuşulacak şeyler ise, insanlar değil gerçeklerdir. Ve gerçek kimden sâdır olursa alınız. Yanlış da yine kimden südûr ederse etsin reddediniz. Böyle yapmak için ise doğruları insanın kendisinin de araştırması gerekmektedir. Siz doğrudan bir şey bilmezseniz size sunulanın ne kadarının doğru, ne kadarının yanlış olduğunu nasıl bileceksiniz? Bunca insanın alış-verişini yaptığı altın işinde neden hep halk aldanır da sarraflar pek aldanmaz veya pek nadirdir aldanması sarrafın? Zira sarraf altının ayârından kuşkulanılacak sebebleri bilir ve hemen ayâr tesbit işlerine başvurur emin olmak için. Ve sonuç onu aldanmaktan alıkoyar. Madem ki insan altın alım-satımından vazgeçmemektedir ve hemen herkes bu işle az çok uğraşmaktadır. Bu takdirde aldanmaktan korunmanın yolu hiç değilse dürüstlüğünden emin olduğu bir sarrafa ayâr testi yaptırmaktır. Ya da en az kendine yetecek kadar da olsa bu işten anlamaktır. Bunu yapmadığı sürece de yanılma onun sanki kaderi olacaktır.
Kendimiz İslâm’dan anlamadıkça, anlamak için uğraşmadıkça ve bir bilgi birikimi sağlamadıkça, elde ettiğimiz bilgileri birbirine ve de Kitab ve Sünnet’e vurmadıkça olumlu sonuca doğru ilerlememiz mümkün olmayacaktır.
Hayatî önemi haiz bulunduğuna inandığımız kendi şahsımız ve Müslüman kardeşlerimizde müşahade ettiğimiz bir tahlil raporu gözü ile bakınız bu yazdıklarımıza, söylediklerimize.. Kim kendinde ne kadarını var görüyorsa Allah için o kadarını düzeltmeye koyulsun. Bu raporun sıhhatinden emin olan diyebiliyorsa ki ben tamamım, yazılanlardan hiçbir hal benim üzerimde yoktur, bu takdirde ona bir diyeceğimiz yoktur ve ancak sevinir ve kendisine imreniriz. Lâkin bizim gördüğümüz odur ki hemen hepimizde, büyüğümüzde, küçüğümüzde bu hastalıkların azı veya çoğu vardır. Yapılan testler bunu göstermektedir. Herkes kendisini muayene ettirsin ya da etsin. Nabzına baksın, kanına baktırsın, ateşine baksın, baktırsın.. Doktorun az, hastanın çok olduğu zamanlarda bunun kolay olmadığı bir gerçek ise de büsbütün ipin ucunu bırakmasın. Dayanıp direnip ayağa kalkmaya çalışsın ve şifa arasın, onu İslâm’da bulacaktır. Teorik olarak Kitab’ta pratize edilmiş şekli ile de Resulullah’da bunun şifası vardır. Devamızın nerede bulunduğunu bilmek de az bilgi değildir. İnsan yitirdiği şeyi nerede arayacağını bilmekle işini yarı yarıya kolaylaştırmaktadır. Müslümanlar olarak lafzen de olsa bunu bildiğimizi söylediğimiz halde yitiğimizi halâ bulamıyorsak iyi aramıyoruz, gereğince bakmıyoruz arayacağımız yere demektir. Kesinlikle yitiğimiz burada bulunduğuna göre tekrar tekrar, bir de şöyle, bir de böyle bakarak, araya araya bulacağımıza inanıyoruz. Zira bizden öncekilerin aynı yitiği de aynı yerde bulduklarına dair elimizde sâdık haberler, kesin bilgiler vardır. Bizim de aradığımız aynı şeydir ve İslâmî doğrulardır. O takdirde arama alanımız da aynıdır. Alan geniş de olsa, hemen yitiğimize rastlayamasak da burayı arayacağız, burada arayacağız kaybımızı..
Yitiğini Kitab ve Sünnet’te arayanlara Allah yardım edecektir. Bulmak için fazla gayret gösteren ve bıkmayanlara ise O’nun yardımı daha çabuk ulaşacaktır. Allah yardımcımız olsun.
(İktibas, sayı 87-88)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *