İnsan davranışlarında insicam aranması gerekiyorsa, mutlaka kavramlar iyi tarif edilmeli, kapsadığı alanlar iyi belirlenmeli, nelere delalet edip nelere delâlet etmediği iyice gösterilmelidir.
Ercümend Özkan
İnsanımız arasında bu ve benzeri nice kavram var ki nereden geldiği bilinmediği gibi ne manaya geldiği de bilinmeden çokça kullanılmakta, hemen her davranışın gerekçesini oluşturmakta, metod olarak günlük hayatta geçerlik kazandırılmış bulunmaktadır. Bilginin sağlam yollarla edinilmediği, tahkike hemen hiç başvurulmadığı, taklidin ortalığı kapladığı ve tabiidir ki tefekkürün ortadan kalktığı ortamlarda en çok kavramlar birbirine karışmakta, açık seçik bilgiye rastlanmamakta tavırlar da doğrusu ve eğrisi ile içiçe bulunmaktadır.
Statikleşen kültürün ana kuramları haline gelen bu ve benzeri nice kavram hayatı yönlendirir olmakta, bu hali ile de ne idüğü bilinmeyen esaslar(!)ın biçimlendirdiği insan davranışları insicam gösterememektedir. Tutarsızlığın bir bütün oluşturması, doğrularla karışık da olsa ancak yanlışlara hayat hakkı verebilmekte, yanlışlıkların bir hayat tarzı olarak yaşama şansı kazanmasına sebeb olmaktadır. Doğruların ise kendilerine yaşam ortamı bulabilmeleri hemen imkânsızlaşarak yanlışların arasında boğulup gitmesi sonucunu doğurmaktadır.
Hududları belirlenmeyen, doğru dürüst haritası çizilmeyen kavramlar ancak bir yanlışlar karışımı ortaya çıkarabilmektedir. İnsan davranışlarında insicam aranması gerekiyorsa, mutlaka kavramlar iyi tarif edilmeli, kapsadığı alanlar iyi belirlenmeli, nelere delâlet edip nelere delâlet etmediği iyice gösterilmelidir. İster herhangi bir âyet olsun, ister hadis halinde önümüze gelsin konumuz itibariyle rivâyeti bir yana, delâleti gerek lügat itibariyle, gerekse amacı itibariyle iyi bilinmelidir ki ona dayandırılacak davranışlar anlam kazansınlar, anlamsızlık içinde kaybolup karışmaktan kurtulsunlar.
Mutlak ya da mahsus (özel) ifadeler mutlaka Kur’an’ın ana esprisini taşıyıcı olarak algılanılmalıdır. Akâid açısından Tevhid anlayışını aşan herhangi bir ifadeye, mutlak veya mahsus olarak yer bulunmayacağı gibi, tavırlar (amel) açısından da Allah’ı râzı edecek sınırlar —ki O’nun tarafından belirlenmiştir— aşılacak şekilde bir delâlete rastlanamaz İslâm’da. Var görünenler bulunabilir. Lâkin gerçek anlamlarına kavuşturuldukları takdirde bulunmadığı görülecektir. Olmadığı halde ithal olunanlar ise zaten bahsimizin dışında bulunmalıdır.
Örnek olarak Allah’ın kainâtı yaratması ile ilgili olarak verdiği bilgilerden ne şöyle ne de böyle bir yorum(tefsir)la yaratılışın Allah’ın ‘Aden’ denilen bir boşluğa bakması sonucu (tıpkı aynaya bakanın kendi suretini görmesi gibi) meydana geldiğine dâir herhangi bir sonuca ulaşmak kesinlikle mümkün değildir. Zira O’nun verdiği bilgilere göre ne Aden denilen bir boşluk vardır, ne bu boşluğun ayna gibi bir özelliği ve ne de bütün yaratılmışlar O’nun ayna(Aden)daki görüntüsüdür. Zira Kendisi «Ol» demekle oldurduğunu (yarattığını) söylemektedir. Bunun nasıl gerçekleştiği ile ilgili olarak verilen bilgilerin içinde de ne ayna vardır, ne de oraya bakmakla kendini görme olayı vardır. Velhâsıl kainâtın oluşumu ile ‘Vahdet-i Vücud’ adı ile bilinen yukarıdaki anlayışın uzak yakın bir ilişkisi bulunmamaktadır. Ve bilâkis, Allah’ın yaratılış ile ilgili olarak verdiği bilgiye ters düşen, O’nun açıklamasını reddeden (inkâr-küfür) bir vakıa karşısındayız demektir. Böyle bir anlayışın İslâm’da yeri bulunmadığına göre Müslümanda da bulunmaması, bulunması halinde ise doğru ile eğrinin bir arada bulunmasının doğuracağı sonucu bilinmelidir. Nitekim Mekkeli müşrikler de hem Allah’a (doğruya), hem de putlara (eğrilere) birlikte inanıyorlardı. Bu halleri sebebiyledir ki ‘Müşrik’ idiler. Zira Allah, Zâtının tek, eşi bulunmayan olduğunu, ortağı olmadığını söylerken Mekkeliler O’nu tekzib ederek putların O’nun ortağı olduğunu söylüyorlardı. Allah’ı tekzib etmenin ise O’nu inkâr-küfür etmek olduğu yine Kendisince belirtilmektedir.
Yukarıda başlık olarak kullandığımız, hadis olarak ve yaygın bir şekilde bilinen ve de birçoklarınca kullanılan «Düşmanın silahı ile silahlanınız» ifadesi, elimizde mevcut 9 hadis kitabından(1) hiçbirinde bulunmamaktadır. İkinci derecede de olsa başka hadis mecmuâları da vardır. Ola ki bunlarda bulunsun. Fakat bizim asıl konumuz böylesine yaygın ve insanların davranışlarını biçimlendiren bir kavramın delâlet ettiği anlamı belirlemektir. Hadis olarak bulunup bulunmaması bizim üzerinde durduğumuz konu değildir.
Böyle bir hadis bulunsa da bulunmasa da insanımızın kanına işlemişcesine yaygın bir uygulama, tavırlara esas yapılma alanı bulmuş olması, bizim konu ile ilgilenmemize neden olmuştur. Hayata uyarlanması gereken kavramların mutlaka sınırlarının iyice belirlenmesi, delâlet alanlarının bilinmesi, sağlıklı bilgilerle birlikte bulunması zarurettir. Aksi takdirde nice yanlış var ise doğrularla karıştırılarak almaktan kaçınılamaz.
Hiçbir hadisin, hiçbir âyeti tekzib edemeyeceği, âyete rağmen varolamayacağı bu işlerle uğraşan-uğraşmayan herkesçe bilinir. Hadislere verilecek anlamların da âyetlerle sınırlanmış anlamları aşamayacağı kezâ bilinmelidir. Örnek olarak şu konu ele alınarak açıklık kazandırıcı bilgi verilebilir. Bir âyette cennetin bedeli olarak Allah-u Teâlâ «Biz mü’minlerin mallarını ve canlarını cennet mukabilinde satın aldık.» buyurmaktadır. Yani cennet taleb eden, onun bedeli olarak bildirilen can ve malını, cennetini taleb ettiği Zâta arz etmelidir. Dilerse o bu bedelin tamamını alır, dilerse malı alıp canını bağışlar, dilerse ikisini de bağışlar. Bu tasarruf tamamen kendisine ait bir keyfiyettir.
Bu âyete rağmen rivâyet edilen şu hadisi nakletmek istiyoruz: «Bir kimse akşam namazlarının birinci rek’atlarında Fatiha’dan sonra Kâfirun suresini, ikinci rek’atlarında yine Fatiha’dan sonra İhlas suresini zammederse o kimsenin denizlerin köpüğü kadar günahı olsa bağışlanır (yani cennete gider)» denilmektedir. Eğer cennetin bedeli bu kadar ucuz olsa idi —ki değildir ve yukarıdaki âyette açıklanan bedeldir— bir Allah’ın kulu çıkıp da ne canını ne de malını verirdi cennet için. Tabii ki şehid olmaya talib kimse de bulunmazdı. Gerek âyet, gerekse tarihî gerçekler onu göstermektedir ki ucuza cennet alamayacağını bilenler —sahabeden günümüze kadar— Allah için canlarını ve mallarını rahatlıkla gözden çıkarmışlar ve çıkarmaktadırlar. Öyle ise açıkça anlaşılmaktadır ki böyle bir hadis olamaz.
Bu sebebledir ki insan, önüne getirilen her hadise, hadis midir değil midir, anlamı nedir, kapsamı nedir mutlaka bakmalıdır. Onu Kur’an’a vurmalıdır.
Başlık olarak aldığımız ve konumuzu teşkil eden hadise gelince, sıhhati ile ilgili olarak yukarıda bilgi vermeye çalıştık. Yani 9 hadis kitabında bulunmadığını belirttik. Fakat bizi asıl ilgilendiren bu sözün içeriğidir. Geliniz birlikte ifadenin mutlak oluşundan hareket ederek bir takım düşman silahları ile silahlanmaya kalkalım, görelim karşımıza nasıl durumlar çıkacaktır:
Düşman, bildiğimiz gibi, belirli kaidelere riâyet etmeyen (müslümana nisbetle) kimsedir. Yani Allah’ı râzı etme endişesi taşımaz. Bu sebeble de hemen her türlü yola başvurarak sizi mağlub etmek ister. Bu cümleden olarak savaşta sizi yenebilmek için en itibar ettiği kişilerin kadınlarını (karılarını) bile tarafınıza gönderip sizi bir şeye râzı etmeye çalışabilir. Tarihte çokça meşhur olduğu üzere Katerina örneği hemen hepimizin hatırına gelivermiştir. Böyle bir durum, böyle bir hâl düşman açısından bir silahtır. Yani filan kral karısını gönderip düşman taraftan (müslüman taraf) bir şeyler yapmasını isteyecektir. Kendi düşüncelerine göre meselâ daha hafif şartlarla sulh sağlamak da bir başarıdır ve bunu sağlamak için bu yola başvurmuş, bu silahı kullanmıştır. Ya da diyelim ki ‘İçirin, sarhoş edin velhâsıl ne yaparsanız yapınız, yalnızca şu sonuca varabilelim’ istenilmiştir düşman tarafından. Bu sonucun elde edilmesi için de her neleri var ise tümünü ortaya koymuş olabilirler: Irzlarından, daha nelere kadar.. Ve bütün bunları düşman size karşı bir silah olarak kullanacaktır. Zira silah, kullanana güç ve avantaj kazandıran aletlerin ismi olduğu gibi, genelde aletlere paralel olarak tevessül edilen tavırların da silah görevi gördüklerini bilirsiniz. Yerine göre akıllıca kullanılan bir hile de güçlü bir silahtır.
Şimdi soralım: Yukarıda verdiğimiz örneklerdeki olaylara İslâm tarafı tevessül edebilir mi? Yapabilir mi? Yapması şer’an mümkün müdür? Yaparsa hükmü nedir? Bu soruların cevabı sırası ile tevessül edemez, yapamaz, şer’an mümkün (câiz) değildir, yaparsa hükmü en azından haram işlemiş olmaktır.
Zira müslüman harbi de, sulhu de, namazı da, ticareti de, haccı da, siyaseti de bir tek şey için yapmaktadır: Allah Rızası. Allah rızası da ancak O’nun belirttiği şeylerde vardır. Bunlar içinde de haram işlemek yoktur.
Bu açıklamadan sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki, düşmanın silahı ile silahlanmak, öncelikle fiilî harb göz önünde bulundurularak düşmanı harpte ya da cephe gerisinde kullanarak veya bulundurarak güçlü kılan, kullanılagelen veya yeni icad edilmiş silahlardır. Düşman tank mı kullanmaktadır, siz tankın daha çok beceriklisini en azından düşmanın kullandığı cinsten olanını, ona karşı koyabilmek, onu durdurabilmek için bulundurmalısınız. Ona üstünlük sağlayan cihazlar geliştirmeli, gerek düşmanın durumunu tesbit açısından, gerek onunla savaşırken kullanması açısından müslümanlara üstünlük sağlayacak silahlarla silahlanmak söz konusudur bahse konu olan şey.
Mutlak ifadeler, her şeyi içine alıcı ifadeler gibi görünseler de mutlaka sınırları vardır. Bu sınırlar içinde düşünülmelidir anlamları. Nitekim İslâm söz konusu olduğunda, İslâm’ın asıl olarak belirtip üzerinde durduğu ve sınırlarını gerek i’tikad gerekse amel açısından çizdiği hududlar aşılacak şekilde bir anlayışa kesinlikle yer verilemez. Hiçbir âyet ve hadis, sınırsız anlam kazandırılarak kendisiyle i’tikad ya da amel olunamaz. Zira bir nass ifadesine sınır getiriyor görünmüyorsa da, bir diğer nass ile sınırları belirlenmiştir. Ve böylece İslâm itikad ve amel açısından belirli şeylerden oluşmuştur. Bu sebebledir ki İslâm hemen her şeyin içinde bulunduğu, haramın helâl ile karıştığı, imanın küfre bulaştığı, her şeyi öyle ya da böyle bilebileceğiniz, herkesin vehimlerini doğru sandığı ne idüğü bilinmez bir akide ve hayat tarzı değildir. Nasıl ki marksizm de, laik-kapitalist-demokratik düzenler de öyle değildir ve kendilerine göre iyi-kötü kavramlarının sınırları vardır, İslâm’ın da vardır ve bunları diğerlerinin aksine Allah belirler. Resulullah (s.a.) ise uygulamış ve yapılabilirliğini göstermiştir.
İslâm’ın ne olduğunun anlaşılması için kendini bir şey sananların ne idüğü belirsiz yalan yanlış zanlarına değil, bizzat Allah’ın sözlerinden oluşan Kur’an’a ve Kur’an’ın hayata uyarlaması niteliğindeki Resulullah’ın sünnetine bakılır. Esasları kavramak için yalnız böyle yapılmalıdır. Ki bir sapıklığa düşülmesin, yoldan çıkılmasın.
Bir usul belirlemek bakımından ele aldığımız bu konuyu açıklığa kavuşturmak, benzeri konularda nasıl davranmamız gerektiği ile ilgili ışık tutucu açıklamalar niteliğindeki örneklerle daha da iyi anlaşılır hâle geldi umarız. Sağlıklı sonuçlara ulaşmanın yolu içgüdüsel dürtülerle değil, nassların akıl ile anlaşılmasından geçmektedir. Nitekim bu dinin muhatablarında aranan rüşd şartı akıl sahibi olmakta bulunmuştur. Aklı olmayanlar, ya da akletmeyenlerden ilki İslâm’ın muhatabı değil iken ikinci kesim ‘davarlar gibi’ olmakla damgalanmaktadır.
Davarlar gibi değil (25/44) insanlar (akıl sahibleri) gibi olmanın yolunu tutanlara olsun Allah’ın selâmı.
Dipnot
1) Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebu Dâvud, Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nesei, Sünen-i İbni Mace, Sünen-i Dârimi, Muvatta-ı İmam Mâlik, Sünen-i Ahmed İbn Hanbel.
(İktibas, sayı 82)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *