Kerâmet

Kerâmet

Cahiliyye dönemi arabları nasıl haddi aşarak kendilerine göre ölçüler koyuyorlar ve bunu kerâmet sanıyor idiyseler, bugün de Allah’ın koyduğu ölçünün dışına çıkarak kendi hevâ ve heveslerinden kerâmet ölçüsü koyanlar, cahiliyye dönemi arabları gibi haddi aşanlardır.

Ercümend Özkan

Kelimeler her ne kadar kendi başlarına bir mananın sahibi iseler de anlamlarını kazandıkları ortamda, o ortamı meydana getiren diğer şartların kendilerini zenginleştirdikleri vakıası göz ardı edilmeden anlaşılmalıdırlar. Kerim kelimesi de arabça bir kelimedir ve kökü cahiliyye ortamında mana kazanmış ve tanınmış iken İslâm aynı kökü ele alarak adeta onu aşılamış, terbiye etmiş, bir çerçeve çizerek tablolaştırmıştır. 

Cahiliyye devrinde bu kelimenin anlamı sınırsızlık ifadesi taşıyor ve biçimini insanın içinde yaşadığı toplumun değer yargılarından alıyordu. İslâm’dan itibaren ise tanınmayacak kadar anlam değiştirmiş ve yeni biçimine bürünmüştür. Bu aldığı yeni biçimi fıtrî bir biçimdir ve insan fıtratına uygun düşen anlam kazanmıştır.

Arab dilinde kerim kelimesi, kusursuz bir secere ile seçkin bir ataya dayanan, asilzâde insanın şerefini ifade ederdi. Arablara göre fazilet sahibi, müsrif ve sınırsız cömert olmak, insan şerefinin en güzel delili idi.(1) Onlarda kerim, saçıp savurucu derecede cömertliği ifade ederdi. Cahiliyye devri şiirinde bu tür kerimlik anlatılmakta, örnekler verilmektedir. «Biz (develerimizin) etleriyle, sütleriyle ecdâdımızdan gelen şerefimizi savunuyoruz. Çünkü kerim (şerefli kişi kendisine intikal eden şerefini) savunur» diyen şairin cömertliğinde bir ölçü bulunmamaktadır. Kendisine, yakınlarına bırakmamacasına elindekini avucundakini sarf eden hattâ daha ileri giderek söylemek gerekirse o denli sarf etmekten dolayı ortada (muhtaç) kalan anlamına gelmektedir kerim, cahiliyye toplumunda. Kim ölçüsüzlükte ileri giderse o diğerini şeref bakımından geçmiş demekti. Böylesi saçıp savuranların şiirlere konu olduğu göz önüne alındığında arab topluluğundaki cahiliyye anlayışı daha kolay anlaşılacaktır.

Arab, keremi (asilliği) şerefli bir soydan gelmiş olma, ikrâm ederken (kerimlik gösterirken) de çoluk çocuğunu düşünmeden nesi var nesi yoksa hepsini saçıp savurarak ertesi sabah çok kötü bir duruma, fakr-u zaruret içine düşme derecesinde cömertlik etme anlamına anlıyor hattâ cömertliği kendini sonucunda ne kadar sefil, fakir ve muhtaç bırakırsa o denli kerem sahibi sayıyor ve sanıyordu. Cahiliyye dönemi şairlerinin bu tür şerefi öve öve bitiremedikleri, savaş alanlarındaki kahramanlıklar kadar önem verdiklerine dâir birçok beyitleri, muâllakaları vardır. Zira her iki tür davranış da ata şerefinin korunmasını gösterirdi.

Kur’an, kerim olmayı «Şüphesiz ki Allah’a göre sizin en kerim olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.»(49/13) diye tarif ediyor. Aynı âyetin baş kısmında ise cahiliyye döneminin kerem ölçüsünde değer olarak gördüğü şeyler hakkında Allah kendi yargısını belirtiyor ve «Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık.» buyurarak filân ya da falan kabileden, soydan gelmenin, şurada veya burada doğmanın, şunun veya bunun oğlu olmanın, şu zamanda veya bu zamanda dünyaya gelmiş olmanın başlıca bir değer ifade etmediğini açıklayarak gerçek keremin (üstünlüğün) takva ile olduğunu belirtmektedir.

Gerçekten insanlar anne ve babalarını kendileri seçmediğine, nerede doğacağını da yine kendileri belirlemediğine, hangi kavim veya kabileden olacağında da bir dahli bulunmadığına, gözünün renginden fiziğine kadar herhangi bir şeyinde iradesi bulunmadığına göre nasıl olur da, doğuştan sahibi bulunduğu herhangi bir özelliği ile kendisini diğer hemcinsinden üstün görebilir? Değer yargılarını kendisi koyması halinde nasıl olur da bu değer yargıları bir ölçü olabilir, bütün diğer insanlar tarafından bunun kabulü mümkün olabilir? Ölçü koymak insana kalınca o hep haddi aşmakta ve aşırı gitmektedir. O denli aşırı gitmektedir ki hem kendini, hem de hemcinsi diğerini sefil, perişân etmektedir. 

Değerler onu belirleyenlere göre ve belirleyenin üstünlüğüne göre anlam ifade ederler. İnsanların belirledikleri değerler kendilerince bir anlam ifade ediyor olsalar da gerçekte bir değer olmadıkları çoğu kez ortaya çıkmakta, uygulama bunu gösterdiği gibi, daha üstün değerler koyan oldukça da değersizliği anlaşılmaktadır.

«Akrabaya, fakire ve yolcuya hakkını ver ama saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir. Şeytan da Rabbine karşı nankördür.»(17/26-27) buyuran âyette Allah, vermenin sınırları hakkında açıklık getirmekte, kimlere verileceği ile ilgili bilgiler vermekte ve saçıp savurmanın şeytanla kardeşlik anlamına geldiğini belirtmektedir. 

«Elini boynunda bağlamış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.»(17/29) ifadesinde Allah insana bir orta yol tutmasını öğütlemekte, cimriliği (elini boynunda bağlamış olmayı) ve her şeyini verip (elini büsbütün de açık tutmayı) men etmektedir. 

Yukarıya alınan âyet meallerinden de rahatlıkla anlaşıldığı gibi cahiliyye dönemindeki kerâmet (keremlik-asâlet) ölçüsü tersyüz edilmiş, itibarı bırakılmamış, keremlik olmadığı açıklanmıştır. Bilâkis gerçek bir fazilet olmadığı da vurgulanmıştır. En büyük şerefin Allah rızasını kazanmak (takva) olduğu, malların nasıl ve ne uğruna harcanmasıyla bunun gerçekleştirilebileceğini açıklığa kavuşturan âyetler ise şöyle sıralanmaktadır:

«Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği, yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah dilediğine kat kat artırır. Allah (ihsânı) bol olandır, bilendir.»(2/261), «Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.»(2/262), «Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayan(Gani)dır, (kullara) yumuşak davranandır.»(2/263), «Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; ona sağanak bir yağmur düştü mü onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez(elde edemez)ler. Allah kâfirler topluluğuna hidâyet etmez.»(2/264), «Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de kısarlar (harcamaları) ikisi arasında orta bir yol olur.» (25/67)

Mealini yukarıda verdiğimiz âyetler cahiliyye döneminin kerem anlayışını tamamen değiştirmiş, tersyüz etmiştir. Bilâkis o dönemde kerem sanılan şeyin şeytan işi olduğunu, gerçek keremin ise ancak Allah yolunda (Allah rızası düşünülerek) yapılan harcamalar olduğunu, bunun da bir ölçüsü bulunduğunu belirtmektedir.

Resulullah (s.a.) Medine’de iken, bir kadın 7-8 yaşlarındaki çocuğunu Peygambere göndererek «Git Resulullah’tan bir entari iste..» der ve çocuğunu yollar. Çocuk gelip Resulullah’a «Ya Nebiyyallah! Annem sizden bir entari istiyor» der. Peygamber de üzerindekinden başka bir entarisi bulunmadığından çocuğa «Git annene de ki, Resulullah’ın üstündekinden başka entarisi yokmuş» der ve çocuk annesine vararak getirdiği haberi verir. Annesi çocuğu yeniden Peygambere yollayarak «Git Resulullah’a de ki, annem üzerindeki entariyi versin, diyor» der. Çocuk gelip Peygambere «Ya Nebiyyallah! Annem diyor ki üzerindeki entariyi versin.» Peygamber bakınır, düşünür ve edemez, çocuğa dışarıda kalmasını söyleyerek üzerindeki entariyi çıkarıp eliyle dışarıya çocuğun yanına atar ve çocuk da entariyi alıp annesine götürür. Resul odada çıplak kalır. Bir süre sonra ezan okunur ve cemaat Mescid’in Nebevi’ye gelir. Mutad olduğu üzere farz için Bilal (r.a.) kâmet eder ve Peygamberin hanesinden mescide gelip imamlık etmesi beklenir fakat her zaman geldiği gibi gelmez Peygamber. İleri saflarda bulunan ve Peygamberle aile yakınlıkları da olan sahabeden Ebu Bekr ve Ömer (r.a.) gibiler mescide açılan hanesinin kapısına yaklaşarak «Ya Resulullah! İçeride misiniz?» diye seslenirler. Peygamberden biraz zayıfça bir ses, «Evet içerideyim ama içinize çıkacak halde değilim..» şeklinde cevap verir. Meraklanan ashab «Aman ya Resulullah, hayırdır bir şey mi var?» derler ve Peygamber durumu anlatarak içeride çıplak kaldığını, bu yüzden içlerine çıkacak hâli bulunmadığını söyler. Bunun üzerine evlerine adam yollayarak Peygamberin giymesi için bir entari getirtirler ve Peygamberin hanesine atarak giyinip içlerine çıkmasını sağlarlar.

Bu olayı takiben geldiği rivâyet edilen âyette yukarıya mealini aldığımız gibi «Avcunu sıkıp yalamaması, saçıp savurup ortada da kalmaması..» öğütlenmektedir. Nitekim Peygamberimiz elindekinin —ki kendi için elzem olanı da vermişti— tümünü vermiş ve ortada kalmıştı. Buradan anlaşılmaktadır ki insana, kendisi ve nafakası ile mükellef bulundukları için gerekenlerin verilmesi yasaklanmaktadır. Mirasının tümünü vasiyet ederek başkalarına bırakmak isteyen birine Peygamberin «olmaz» demesini takiben o kimsenin «Yarısını veya şu kadarını etsem de olmaz mı?» sorularına nihayet «Üçte birini vasiyet edebileceğini» bildiren Peygamberimiz ilave olarak «Senin mirasçılarını muhtaç halde bırakmaman, malının tümünü tasadduk etmenden daha hayırlıdır» buyurması da insanların harcamada, infakda tutacakları orta yolun sınırlarını belirlemektedir.

Halk arasında yaygın şekilde bilindiği manasıyla Kerâmet’in İslâm’da yeri yoktur. Gerçek Kerîm yalnızca Allah’tır. Kulları açısından kerim (kerâmet sahibi olan) ise ancak takva sahipleridir. Takva sahibi olmak gibi değerli bir kerâmet yoktur ve olamaz da. Zira bu ölçüyü Allah koymuş ve sonunda bu ölçüye göre insanları O tartacak, değerlendirecektir. «Şüphesiz ki Allah’a göre sizin en kerim (kerâmet sahibi) olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır»(49/13) âyeti, yukarıda Resulullah’ın hayatından verdiğimiz örneklerle de açıklığa kavuşmaktadır. Kim Allah’ın koyduğu ölçünün dışında bir ölçü kabul ederse bu ölçü Allah katında merduddur. Bir başka cahilî ölçü koymuş demektir. Tüm cahiliyye ölçüleri ise Kur’an’la geçersiz kılınmıştır. 

Allah’a O’nu râzı edecek şekilde imandan sonra, haram ettiklerinden sakınmak, emrettikleri ile amel etmek, yapın veya yapmayın dediklerinde de yine O’nun koyduğu ölçüleri kaçırmadan riâyetkâr olmak gibi bir kerîmlik (kerâmet) tanımıyoruz. Zira bizim tanıdığımız kerâmet ölçüsünü Allah koymuştur. O’nun koyduğu ölçülerin dışındakilerin tümü ise cahilî ölçüdür ve sahiplerini hüsrana uğratacaktır. Cahiliyye dönemi arabları nasıl haddi aşarak kendilerine göre ölçüler koyuyorlar ve bunu kerâmet sanıyor idiyseler, bugün de Allah’ın koyduğu ölçünün dışına çıkarak kendi hevâ ve heveslerinden kerâmet ölçüsü koyanlar, cahiliyye dönemi arabları gibi haddi aşanlardır. Haddi aşanların yeri ise cehennemdir.

Dipnot

1) Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko Izutsu, Çev.: Süleyman Ateş, 1 Cilt, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1975.

(İktibas, sayı 78)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *