Rasyonalizmin İslâm’la uzaktan yakından ilgisi yoktur. Hatta İslâm gerçekleriyle zıtlık arzetmektedir. Rasyonalizm insan ve akıl gerçeğiyle de uyuşmamaktadır. Zira akıl, gerçeği itibariyle düşüncenin, kendisine bir şey öğretilmeden doğduğu bir yer olmadığı gibi, onu yaratanın vahiy ilka’ edebileceği -ettiği- bir yapıya da sahiptir.
Ercümend Özkan
Akılcılık sadece akla dayanan bir şeyin özelliği, aklı gerçeğin kaynağı kabul eden düşünce biçimidir. Rasyonalizme göre yalnızca gerçek olan aklî, aklî olan da gerçektir. Bu düşünce ekolü beraberinde vahyi inkâr etmeyi de getirir. Bir bakıma vahye karşı olarak ortaya çıkmış ve geliştirilmiş demek de fazla sayılmamalıdır. Aklın önceliğini ve üstünlüğünü, yani bilginin kaynağı olarak insan aklını kabul eden ve savunan bu düşünce sisteminde, aklın ötesinde ve üstünde herhangi bir gerçek yoktur. En üstün gerçek akıldır. Düşünmenin prensiplerini de doğuran akıldır, akıl gerçeğidir.
Doğuştan akılda varlığı kabul edilen fikirlerle, aklın kendisinin kurduğu, geliştirdiği düşünceye önem verir, yalnız onu gerçek kabul eder. Rasyonalizme göre bu o demektir ki vahiy gerçek değildir. Zira aklın mahsulü olmayıp ona ilka’ olunan şeydir. Öyleyse gerçek de değildir. Daha da ileri giderek şunun da söylenmesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz ki rasyonalizme göre eğer Allah var olacaksa O’nu da akıl yaratacaktır(!)
Rasyonalizmi kurucularının ortaya koyduğu şekli ile tanıtmaya çalıştık. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler felsefe kitaplarına, ansiklopedilere bakabilir ve geniş bilgi edinebilirler. Biz gerekli gördüğümüz kadarını buraya aldığımızı belirtmek istiyoruz. Tanınmalı, bilinmelidir ki günlük hayatımızda kullandığımız kavramların gerçeklerinden haberdâr olarak hüküm sahibi olalım ve İslâm karşısında yeri nedir, ne değildir bunu da iyice bilelim.
Belirtmek istiyoruz ki, tanımını yukarıda gördüğünüz rasyonalizmin İslâm’la uzaktan yakından ilgisi yoktur. Hatta İslâm gerçekleriyle zıtlık arzetmektedir. Rasyonalizm insan ve akıl gerçeğiyle de uyuşmamaktadır. Zira akıl, gerçeği itibariyle düşüncenin, kendisine bir şey öğretilmeden doğduğu bir yer olmadığı gibi, onu yaratanın vahiy ilka’ edebileceği -ettiği- bir yapıya da sahiptir. Akla ilk bilgi Yaratıcı tarafından verilmiş (2/30-33), insana bilmediği O’nun tarafından öğretilmiştir. (96/5)
Bakara suresinin 30-31-32 ve 33. âyetlerinde bahsedilen bilgi ilk bilgidir ki insan yaratıldığında ona Yaratıcısı tarafından öğretilmiştir. Alâk suresinde sözü geçen bilgi ise Resulullah’a Allah’ın gönderdiği vahyi anlatmakta, daha önce bunları bilmeyen Muhammed’in, kendisine öğretilmesiyle öğrendiğini, kendisinin uydurmadığını, bir başkasından da bellemediğini bize anlatan bilgidir.
İnsan doğarken, ana karnından hiçbir şey bilmiyorken çıkmaktadır (16/78). Lâkin içine doğduğu ortam hemcinslerinin bulunduğu ortamdır. Ve insan kendini önce onu doğuranın kucağında bulur. Yine anne ve babasından, varsa kardeşlerinden, küçükten büyüğe çevresinden öğrenmektedir bildiklerini. Ne var ki yeryüzünde ilk var olan insan, sahibi bulunduğu bilgiyi kendini Yaratan’ın öğretmesiyle öğrenmiş ve yeryüzüne öyle gönderilmiştir.
Akıl da diğer bütün eşya gibi yaratılmıştır. Ayrıca ona özelliği (kaderi) verilmiştir. Bu özellik düşünmek, muhakeme etmek, algılamaları değerlendirmek ve azm (karar) etmektir. Akıl öyle bir mekanizmadır ki ona bir bilgi ulaştığında ya da hafızada bulunan bilgilerle (mükteseb bilgiler) ancak düşünme ameliyesini gerçekleştirebilmekte, mukayese ve muhakeme yapabilmekte ve sonuç olarak karar verebilmektedir. Bir bakıma nasıl dişler, yemek borusu, mide, bağırsaklar, diğer teferruâtı ile bir sindirim cihazını oluşturuyorlarsa, akıl da bir düşünme cihazıdır. Nasıl bu organlar sindirilmek üzere kendilerine bir şey gelmedikçe sindirim işi yapamazlarsa, akıl da gerek beş duyu vasıtasıyla bizzat algıladıklarını, gerekse ilka’ (vahiy) yoluyla kendisine gelenleri öylece değerlendirmektedir.
Aklın İslâm karşısında iki konumu vardır: Birincisi Allah’ın varlığı, birliği, Peygambere duyulan ihtiyaç, Peygamberim diyenin peygamber olup olmadığını değerlendirme, söylediklerinin Allah sözü olup-olmadığını tartma konularında akıl hakemdir. Akıl ile değerlendirilerek bu konularda kanaat sahibi olunacak, bu kanaat imâna dönüşecektir. İkincisi ise eşyayı özellikleriyle tanımak, Kitab ve Sünnet’in nasslarının delâletlerini kavramak ve hayatı Allah’ın hükümleriyle yaşanabilecek bir hayat kılmak üzere bu delillerden hüküm çıkarmaktır. Şunu bu tesbitten sonra hemen belirtmekte zaruret vardır ki AKIL ŞERİAT (DÜZEN) KOYUCU DEĞİLDİR. Belki şer’î delillerden bu yolu (şeriat) bulucudur, vaz edici değil.
Hemen yüzlerce âyette ‘Akıl Sahipleri’nin dikkatleri eşyaya (her şeye) çekilmekte ve düşünmeye teşvik edilmektedir. Ayetlerin açıklanışının da düşünmek için olduğu vurgulanmaktadır (2/242). Tabiidir ki düşünmekten maksat gerçekleri görebilmek, kabul edebilmek olmalıdır. Sağlıklı düşünebilmek veya düşüncenin sağlıklılığı da ancak delillere, tealluk ettiği konunun gerçekleriyle ilgili delillere dayalı olmasıyladır.
Allah’ın varlığına, birliğine, elçi gereğine ve elçiyim diyenin elçi olup olmadığına akıl karar vermekte, hakemlik etmektedir dedik. İbrahim Aleyhisselâm’ın Rabb’ını arayışını hikâye eden âyetlerde (6/75-79) arayıcı aydının aklını görüyoruz. Yıldız, ay ve güneşle ilgili ilk intibaları ve onların gerçeğiyle ilgili tefekkürü bunların Rabb olamayacağını kendisine düşündürtmekte ve bunlardan Rabb olamayacağına karar vermektedir. Diğer yandan, Hz. Ebû Bekr (r.a.) yıllardan beri arkadaşı olanın sözünü dinlerken ona karşı ileri sürdüğü gerekçelerde de aklın hakemliğini görmekteyiz. Nitekim Resulullah (s.a.) arkadaşına “Allah’tan başka Allah yok. Ben de O’nun kulu ve elçisiyim” dediğinde ve kendisine inanmasını istediğinde Hz. Ebû Bekr’in cevabı “Seninle yıllardan beri arkadaşız. Hiçbir defa bana yalan söylediğini duymadım. Kimseyi aldattığına dair bir haber de bana ulaşmış değil. Seni, insanları seven, onların iyiliğini düşünen, düşküne ve fakire yardım eden ve doğru sözlü bir insan olarak tanıdım. Eğer bu sözleri de sen söylüyorsan, buna da inanırım. Zira sen doğru sözlü bir insansın.” olmuştur. Bir şeye dikkati çekmek ve üzerinde durmak istiyoruz ki, Hz. Muhammed’e peygamberlik verildiğine dâir bir başkasına vahiy gelmemiş, yani Onun peygamberliğine inananlar kendilerine gelen vahiy sonucu inanmış değillerdir. Hz. Muhammed peygamberliğini, kendine vahiy geldiğini ve bildirilen vahyi açıklamış, diğerleri (işitenlerden kabul edenler) ise kendilerine söyleneni akıllarıyla kabul etmişlerdir. Ne başlangıçta ne de daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)’den başkasına vahiy gelerek ona Allah’ın vahyettiği haberini vermemiştir. Vahiy Resulullah’a gelmiş, O da başka insanlara kendine vahiy geldiğini bildirmiştir. Kendisine vahyi getireni görüp, bilen kendisidir. Diğer insanlar ise akıllarıyla kendilerinin davet edildiği şeyi kabul etmişlerdir. Zaten akıl sahibi bulunanlar bu tebliğin muhatabıdırlar, aklı olmayanlar değil.
Aklın düşünme cihazı olduğu hemen birçok âyette anlatılmakta ve düşünülmesi gereken şeyler söylendikten sonra “Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz? Düşünesiniz diye..” gibi ifadelerle bağlanmaktadır âyetler. Birçok misaller verilerek düşünmeyi kolaylaştırma, anlamayı mümkün kılma yolu devamlı açık tutulmakta, mütemadiyen teşvik edilmektedir.(1)
Kur’an’ın Arabça indirilmesinin de (Peygamber tarafından kendilerine hitab edilen kavmin dili olması nedeniyle) anlaşılmak için olduğu belirtilmektedir.(2) Sorumlu tutulabilmek için anlaşılır olmanın zarureti aklî bir zaruret olduğu gibi naklî bir zarurettir de. Bu gerekçe iledir ki bütün Peygamberlere vahyedilmiş (4/163) ve bu vahiyler her peygamberin içinden çıktığı kavmin dili ile olmuştur (14/4). Aksi düşünülecek olunsa yani insanlara anlamadıkları bir dil ile hitab edip de anlaşılma beklense idi, elbette insanlar çağrı sahibine “Bu adam ne söylüyor, bir anlayan olsa da bize bildirse..” diyeceklerdi.
Akledebilmenin ilk lazimesi, anlaşılabilir bir çağrı sahibi bulunmaktır. Tebellüğ edenin anlayacağı bir lisanla tebliğ ile başlar mükellefiyet. Akledilmeye müsait olan algılamalar ancak mükellefiyet doğurucu özelliğe sahibtir. Anlaşılırlık, aklın algılayabileceği vesile ve vasıtalar kullanılarak sağlanır. Anlamadığı bir dil ile kendisine bir şey ulaşan insan, bundan anlasa anlasa ‘Anlamadığını’ anlar. Bunu anlamak da önemli olmakla birlikte asıl önemli olan tebliğin mahiyetini anlamaktır. Zira mahiyetinden sorumlu olacaktır. Sorumluluk ancak akıl ile ve bu akla tebliğin ulaşmasıyla teşekkül eder. Kendisine bir şey iletilmeyen (tebliğ edilmeyen) kimse için, tebliğ edilmemiş şeyden ötürü bir sorumluluk yoktur. Mücerret akıl sahibi olmak sorumlu olmak için kifâyet etmemektedir. Sorumluluğun ancak tebliğ ile teşekkül edeceğine âyetler sarahatla işaret etmektedir.(3) “Kendisi için bir uyarıcı-korkutucu (Peygamber) olmaksızın, Biz hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz. (Onlara) Hatırlatma -tebliğ- yapılmıştır; Biz zulmedenler değiliz.” (26/208-209)
Yukarıda mealini verdiğimiz âyette açıkça kendilerine bir uyarıcı -peygamber- gönderilmeden insanların sorumlu tutulmayacağı anlatılırken, arkasından gelen âyette ise tebliğ edilmeden sorumlu tutmanın bir zulüm olduğuna değiniliyor ve Allah “Biz zulmedenler değiliz.” buyuruyor. Akıl sahibi olanlara önce uyarıcı gönderiliyor arkasından uyarıya kulak vermeyenler cezalandırılıyor. Kulak verenler ise kendilerinden râzı olunanlar olarak mükâfaatlandırılıyor.
Konuyu bağlarsak, rasyonalizmin İslâm’la uzaktan yakından ilişkisi olmadığını tekrar belirtmemiz gerekiyor. İslâm’a göre ise akıl insana verilen en değerli şey olarak vasıflandırılıyor ve sorumluluğu diğer mahlukât içinde yüklenmeyi de aklı ile kabulleniyor. Ne var ki akla sahib kimsede sorumluluk teşekkülü için ona tebliğin ulaşması gerekmektedir. İtikadın esası akıl ile kabul edilecek fakat nasslardan hüküm de akıl ile çıkarılacaktır. Zira akıl şeriât (düzen) koyucu olamaz. Düzen koyucu akla Kur’an tabiri ile Tâğût denilmektedir. Akıl ise gerçek mevkiini ancak kendini Yaratan’ı kabul, gönderdiği peygamberleri tasdik ve Peygamber’le gönderileni anlayıp hayata uygulamada bulmaktadır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Akılları olduğu halde bunu gereği gibi kullanmayanlar ise davarlara benzetilmektedir. (25/44)
1) Ankebût 29/43 ve daha birçok âyet
2) Zuhrûf 43/3, Yusuf 12/2
3) Nisa 4/41, Yunus 10/47, Hicr 15/10, Nahl 16/36, Şuârâ 26/208-209, Kasas 28/47, Rûm 30/47, Fâtır 35/24, Sâffât 37/72, Zuhrûf 43/6
(İktibas, sayı 72)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *