“İçindeki Hak oranı son yüz yıl içinde en yüksek seviyeye çıkarılarak geniş kitleleri, hatta tevhîdî uyanış süreci kesimlerini bile etkileyen ‘Yeni Statükonun Dini’ hakkında uyarıcı yazılar yazmak, ‘tevhid dini’ mesajının önündeki bu en büyük engeli ifşa edip muhataplarımızı düşünmeye sevk etmek en büyük sorumluluklarımızdandır.”
“Tarih boyunca Tevhid dininin karşısına hep ‘Statükonun dini’ çıkarılmıştır”
15 Nisan 2012 tarihinde Ankara’da İLKAV’da verdiğim “Eski ve Yeni Statükonun Değerlendirilmesi ve Müslümanların Tutumu” konulu konferansa aşağıya alıntıladığım tespitlerle başlamıştım. Aradan geçen 6 yıl sonra, “Yerli-Milli Statüko Dini”ni oluşturma çabalarının zirve yaptığı ve “İslamcı yazarların, cemaat önderlerinin” ve “Müslüman âlimlerin, hocaların” büyük ekseriyetle ya suskun kalıp ya da bizzat destekleyerek onayladıkları bir dönemden geçmekteyiz. İşte yaygın olarak görünür olan bu “İslami temsil”in söz konusu büyük zaaflarla malûl olması sebebiyle, arayış içindeki gençliğin de önlerinde örnek alabilecekleri ilmiyle âmil güzel örnekler bulamamaları sonucunda yozlaşıp “deizm”e doğru sürüklendiği bir süreçte yazdığım bu makaleme de 6 yıl önceki şu cümlelerimi tekrar ederek başlıyorum:
“Türkiye’deki eski ve yeni statükoyu doğru analiz etmek ve İslami bakışla doğru sonuçlar çıkararak Müslümanlara ufuk açıcı perspektifler, tedbirler, öneriler sunmak, İslam’ın ve Müslümanların geleceği bakımından önemli ve zorunlu bir çabadır. Baskıcı, yasakçı, ideolojik dayatmacı, şedit zâlim, darbeci, despot eski statükonun yerine oluşturulmaya çalışılan ve görece özgürlük vadeden yeni statükoya, bu statükonun demokratikleşme çabalarının doğrudan içinde yer alıp taraf olan, ılımlı laiklik ve liberal demokrasiyi kanıksadıkları halde kendini İslam’a nispet eden kesimlerin bu tutumlarını değerlendirip ibretler çıkarmak, bu kesimin politikalarını ve örtüştükleri küresel emperyal projeleri ifşa edip İslam’ı ve Müslümanları dönüştürmeye dair uygulamalarına itirazla uyarılarda bulunmak önemli bir sorumluluktur.
Ancak, bu sistem içi değişimi Müslümanların maslahatı bakımından olumlu bularak, aktif destek kararı alıp eklemlenen ve giderek muhalif olma bilincini de yitirip AKP politikaları eksenli edilgen tutumlar takınan, hatta son zamanlarda daha da ileri giderek bu politikaların savunuculuğunu medyada üstelenmek suretiyle doğrudan bu cephede yerini almaya doğru evrilen kimi tevhîdî uyanış öbeklerinin, tevhîdî uyanış sürecine çok daha büyük zarar veren tutumlarının analizini yapmak ve bu konuda “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani-l-münker” görevimizi yerine getirmek çok daha önemli bir sorumluluktur.
Bu tür kapsamlı bir analiz, “gidişatı doğru okuyup tedbirler almamız; emr-i bi’l-ma’ruf bağlamında uyarılarda bulunmamız”; “İslami toplum oluşturma, ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etme sorumluluğumuz”; “gelecek tasavvurumuz ve bu istikametteki tevhîdî mücadelemizin istikrar ve sürekliliği” ile “içinden geçmekte olduğumuz yozlaştırıcı, çözücü, sisteme eklemleyici değişim sürecinden en az kayıpla çıkabilmemiz” gibi başlıklar altında zikredebileceğimiz çok önemli mükellefiyetlerimiz bakımından büyük önem arz etmektedir.”
Ulus devleti kutsal sayan “Yerli-Milli İslam” algısı, “Türk-İslam Sentezi”, AKP döneminin de “resmi/statüko dini” olmaya devam ediyor. Üstelik öncekilerden farklı olarak, sık sık yaptığı açıklamalarla ve Hak olanı bâtıl bir amaçla kullanmaya yönelik olarak sık sık okunan ayetlerle Hak-bâtıl karışımı laik-liberal-demokratik siyaset çizgisini ve kurumsal olarak konumlarını “Hak” olarak, “sırat-ı müstakim” olarak takdim eden bir iktidar söz konusudur. Bu iktidarın, laik-ulus devletin laiklikle hükmetmeye devam eden ve üstelik öncekilerden çok kötü bir şeyi daha yaparak “İslam’ın laiklikle bağdaştığı” iftirasını atıp toplumun İslam anlayışını da tahrif etmeye kalkışan siyasi lideri, İslam’ın ve ümmetin lideri gibi görülüp gösterilmekte ve “mü’min, muvahhid” bir şahsiyet olarak takdim edilmektedir. Bu liderin Kur’an ve sünnet algımızın, İslam anlayışımızın nasıl olması gerektiğine dair sert ve azarlayıcı çıkışları bile, başta Diyanet İşleri Başkanları ve İlâhiyat Fakülteleri hocaları olmak üzere geniş “İslamî Camiâ”larda da emir gibi telâkki edilip hemen onun gösterdiği istikamette hizaya girilmektedir. Yahut da birtakım maslahatlar adına suskun kalınarak statüko dininin Hak dinmiş gibi algılanmasına ve büyük bir yozlaşmaya yol açılmaktadır.
Eğer “Yeni Türkiye” adlı “Yeni Statüko”nun lideri R. Tayyip Erdoğan, kendi laik demokratik liberal yönetimini ve seküler siyasi çizgisini ısrarla “Hak”, “İslam” ve “sırat-ı müstakim” olarak takdim etmeseydi. Laik demokratik ve kapitalist bir yönetim olduğu ve seküler politikalarla, heva ve hevese göre hükmettiği gerçeğine uygun davranıp haddini bilseydi ve İslam’ı istismar etmeseydi. Laiklikle, demokrasiyle İslam’ın bağdaştığı iftirasını atarak toplumun İslam anlayışını da tahrif etmeye kalkışmasa, İslam adını kullanarak böyle Hak-bâtıl karışımı bir statüko dini oluşturup ülke ve bölge halklarını da aynı istikamette dönüştürmeye, laiklikle ve kapitalizmle uyumlu bu din anlayışını (yani Protestanlaşmayı) İslam budur diye yaymaya çalışmasaydı.
İslami duyarlılığı olan kesimler ve özellikle de tevhidî uyanış sürecinden gelen çoğunluk gruplar, bağımsız İslami kimlikli bir yapı oluşturup Kur’an-sünnet eksenli tevhid dininin mesajını açıkça ortaya koymak ve ilkeli bir İslami muhalefet oluşturup laik demokratik iktidardan ayrışmak yerine, tam tersini yaparak bu “Yeni Statüko”yu hem de İslam’ı böylesine istismar ve tahrif etme çabası içinde olduğu halde sahiplenerek ısrarla desteklemeye devam etmeselerdi. Laik demokratik yeni statükonun liderini “mü’min-muvahhid bir şahsiyet olarak sahiplenip İslam’ın ve ümmetin umudu” olarak takdim etmek noktasına gelmeselerdi. Üstelik İslami duyarlılığı olan kesimlerde ve yeni nesillerde, İslam’ın bu yanlış temsilinin ve ısrarla İslam’ın laiklikle bağdaştığı propagandasının da büyük etkisiyle sekülerleşme ve dünyevileşme, hatta deizme varan bir yozlaşma bu derece yaygınlaşma eğilimi göstermeseydi. Müslüman kesimlerde “devletçi” ve “milliyetçi” eğilimler, sisteme eklemlenme ve muhafazakârlaşma bu kadar ileri derecede bir kabul görmeye başlamasaydı. Yaşanan yaygın haksızlıklar, adaletsizlikler, hatta yolsuzluklar bile, on yıllarca devletle sorunlu olan bu kesimlerde artık “devletin bir bildiği vardır, bir hikmeti vardır” diyerek “hikmet-i hükûmet” kabilinden mâkul ve makbul kabul edilmeye başlanmasaydı. Hatta adaletsizliğe muhatap olanlar için “kim bilir onlar da ne yapmışlardır da bu muameleyi hak etmişlerdir” gibi söylemlerle adaletsizlikler, zulümler, haksızlıklar olağan karşılanır hale gelmeseydi.
İşte belki o zaman, ancak tarihi bir durum olan “Dine Karşı Din” stratejisiyle “tevhid dininin karşısına statüko dininin çıkarılması” konusunu, en azından bu ülkedeki güncel boyutunda yeni bir değişiklik olmadığından, acilen yazmama gerek kalmayabilirdi.[1] Ama maalesef yukarıda kurduğum bütün şart cümlelerimin yıllardır hepsinin tersi yaşanıyor. İşte bu sebeple de, bu konuyu yazarak durumu ifşa etmek ve Hak din olan “tevhid dini” ile Hak-bâtıl karışımı bâtıl bir din olan “statüko dini”ni ayrıştırıp statükonun ve statükonun din anlayışının İslam’ı temsil etmediğini ortaya koymayı îmâni bir sorumluluk olarak omuzlarımda hissettim. Tabii ki, sahih İslam’ın ne olduğunu ana kaynağına dayanarak davetimizin muhataplarının gündemine getirmek de her Müslüman için en büyük sorumluluktur.[2]
Eğer daha önceki daha zalim statükolara nazaran bize görece bazı özgürlükler sağladığı ve daha önce gasp edilmiş haklarımızdan bazılarını iade ettiği için bu iktidarın yukarıda sıraladığımız Hak ile bâtılı karıştırıp İslam budur diye takdim etmesi başta olmak üzere dinimizi tahrif etme çabalarına ve Hak adına yapılan adaletsizliklerine sessiz kalırsak, bize “sağlanan imkânlar karşılığında dinimizi satmış” durumuna düşme riskiyle baş başa kalırız.
İşte bu sebeple, içindeki Hak oranı son yüz yıl içinde en yüksek seviyeye çıkarılarak geniş kitleleri, hatta tevhîdî uyanış süreci kesimlerini bile etkileyen “Yeni Statükonun Dini” hakkında uyarıcı yazılar yazmak, “tevhid dini” mesajının önündeki bu en büyük engeli ifşa edip muhataplarımızı düşünmeye sevk etmek en büyük sorumluluklarımızdandır. Bundan dolayı, yaşanan büyük yozlaşma üzerinde düşünüp hâli sorgulayarak Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam’ın ölçülerini gündem yapmak suretiyle tevhîdî uyanış sürecinin içine düştüğü zevalden çıkmasına vesile olmaya çalışmak en büyük sorumluluğumuz olduğu bilinciyle bu yazıları yazmak gereği duymuş bulunmaktayım. Rabbimiz, tespit, değerlendirme ve tekliflerimizde vahyin ölçüleri ve Rasûl’ün önderliğindeki ilk neslin örnekliği çerçevesinde isabet kaydetmeyi ve muhataplarda Hak istikamette tesirli olmayı nasip etsin ve bu çabamızı katında ibadet olarak kabul buyursun inşaAllah.
“Statüko” ve “Statükonun Dini” Nedir?
Statüko: Süregelen yerleşik, durağanlaşmış, yozlaşmış düzen; sahipler, egemenler üreten, onlara ve çevrelerine çıkar ve rant sağlayan ve bu yüzden de değişmesi istenmeyen durum anlamındadır.
İnsan hayatının ve toplumların handikaplarından birisi de, statüko ve konformizmdir. Kur’an-ı Kerim’deki kıssalara baktığımızda, Hak din temsilcileri ve onları yönlendiren vahiy, hep var olan statükoya ve egemen güçler oluşturarak statükolaşma sürecine girmeye karşı mücadele etmişlerdir. Kur’an’ın terk edilmiş bırakılması, vahiyden uzaklaşılması sonucunda tevhid dini yerine, yaşanan adaletsizliklere, haksızlıklara ve yolsuzluklara karışmayan ve hatta bunları Allah’ın takdiri olarak, katlanılması gereken bir kader olarak sunan statüko dinleri oluşturulmuştur. Her statüko, egemen sınıflara iktidar ve rant sağlayan, kilitlenmiş, tortulaşmış, durağanlaşarak kokuşmuş ve geniş halk kitlelerine zulmeden, sömüren bir yapıyı içerir. Ve her statükonun sahipleri, “ileri gelenleri”, Kur’an’ın ifadesiyle “mele” ve”mütref” grubu, bu sorunlu yapının insanî-fıtrî ve vahyî ölçülerle çözüme, adalete ve değişime zorlanmasını mutlaka dirençle karşılar. Bunu yaparken de, kendi oluşturdukları “statüko dini”ni kullanır. İşte bu sebeple de, her statüko, halkları duygusal olarak etkileyip yanına çekerek kullanmak için bir “statüko dini”ne ihtiyaç duyar.
Sistemler adalet ekseninden saparak statükolaşırlar. Durağanlaşıp egemen bir zümreye iktidar, güç ve rant sağlamaya başlarlar. Böylece geniş mustaz’af kitlelerin sömürüldüğü, haksızlıkların, adaletsizliklerin yaygınlaştığı, yolsuzluk ve yoksulluğun çoğaldığı bir yozlaşma ve çürüme yaşanır. İşte bu egemen statükoyu, iktidar ve rantı ele geçirmiş sahiplerini ve çıkarlarını korumak, yaşananları “ilâhi takdir” adı altında kitleler nezdinde meşrulaştırmak için “statüko dini” devreye girer. “Tevhid dini”nin hürriyet, adalet ve barış hedefini gerçekleştirmesi, bu statüko diniyle kandırılmış kitleler harekete geçirilerek ve zorbalıkla, baskı ve güçle engellenmeye çalışılır.
Merhum Ali Şeriati’nin doğru tespitiyle, “…tarih boyunca her zaman din, dine karşı savaşmıştır ve hiçbir zaman din, dinsizlikle savaşmamıştır.” Zaten dinsizlik diye bir şey yoktur. Hiçbir varlık için dinsiz bir hayat alanı tasavvur edilemez. Hayat varsa ve hayatı düzenleyen birtakım kurallar varsa, mutlaka orada din de vardır. Kuralları koyan Allah ise ve hayatın bütün alanları sadece O’nun hükümlerine göre düzenleniyorsa o din Allah’ın “tevhid dini”dir. Eğer kuralları koyan Allah’tan gayrısı ise (heva ya da tağutlar) o zaman da din “şirk dini”dir, egemen sistem zaviyesinden ise bu şirk dini “statükonun dini” olur.
Statükonun dini olan şirk dininin her zamanki çabası şu olmuştur: Toplumlarda var olan “tabiat ötesi inancı, ilah ve ilahlara olan inancı, ahirete ve mukaddesata olan inancı kullanarak; gayba olan imanı tahrif ederek, kısacası bütün dinî ve itikadî esasları kitabına uydurarak ve tahrif ederek mevcut durumu meşru göstermek ve temize çıkarmak. Yani dini kullanarak halka; ‘Sizin toplumunuzun içinde bulunduğu durum, olması gereken bir durumdur.’ inancını kabul ettirmek. Zira sizin bu durumunuz Allah’ın iradesinin bir tecellisidir, takdir-i ilâhî böyleymiş ve sizin toplumunuzun alın yazısı böyle çizilmiş.”[3]Tarih boyu iktidar ve rantı ele geçiren zorbalar, bu sömürü düzenlerini sadece baskı ve şiddete dayalı politikalarla sürdürmekte zorlanırlar. İşte tam bu noktada statüko/şirk dini devreye girer ve mevcut statükoyu koruma görevini üstlenir. “Bu dinin vazifesi halkı, başımıza ne geldiyse bunun Allah’tan olduğuna, Allah’ın böyle istediğine inandırmak ve buna teslim olunması gerektiğine ikna etmektir.”[4]
Statükodan beslenen egemenler, bu amaçla statükoya din oluştururken, öncelikle halk nezdinde, ama aynı zamanda bugün artık küresel sistemin de bağlısı olunduğu için küresel sistemin nezdinde meşruiyet kazandıracak bir muhtevada olmasını gözetirler. Bu sebeple, Allah’ın dinine nispet etseler de, statükonun şirk dini içinde, birbiriyle çelişkili de olsa, hem halk içindeki farklı din algılarını sentez etmeye çalışarak hem de küresel sistemi ürkütmemeyi dikkate alarak eklektik/karışık bir “din” oluşturmak gereği duyarlar. Statükolaşmanın ve statükoya ve onun dinine destek vermenin en büyük sebepleri; statükonun sahipleri bakımından iktidar, güç ve rant hırsıdır. Statükonun destekçileri bakımından ise; korku, çıkar ve dünyevileşmedir.
Vahye Sırtını Dönenler Egemenliği Ele Geçirip Statükolarını Oluşturduklarında Ekini ve Nesli Helak Ederler
İnsanlar, Peygamberlerin davetini müteakip yaşanan bu sapma süreçlerinde, imanlarına zulüm, şirk bulaştırıp, aklı kirleterek, heva, zan ve tahmine dayalı uydurma bilgilere yönelmişler, ilmi (vahyi) ve akletme yetisini terk etmişlerdir. Sonuçta fıtratlarını kirletip, fıtratın doğru yolunu terk ederek ve nefislerdeki fücur eğilimini belirleyici kılarak arzda fesad çıkarıp, ekini ve nesli bozmuşlardır. Bu süreçte, heva ve zanna dayalı yeni durumlarını meşrulaştırmak amacıyla “tevhid dini”ni de tahrif ederek kendilerine uydurma çabası göstermişler, tevhîdî sahih geleneği, muharref geleneğe dönüştürmüşler ve “geleneksel” atalar dinini, kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu koruyucu bir “şirk dini” üretmişlerdir. Bu statükonun şirk dinini üretirken de, uydurdukları bid’at ve hurafeleri tevhid dininin içine katarak, Allah, Peygamber, akîde, gayb, bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyen hükümler alanında cahiliyeye dönüş anlamına gelen muharref anlayışlar ve “cahiliye hükmü”nü üretmişlerdir. Üretilen bu cahiliye kültürü zamanla Allah’ın dini gibi algılanmış ve kitlelerin aldatılıp güdülmesinde önemli rol oynamıştır. Üstelik kendilerinin bu bâtıl tercihlerinin, Allah’a şirk koşmalarının, hurafe uydurmalarının bile aslında Allah’ın dilemesiyle olduğunu, Allah’ın böyle istediğini iddia edebilmişlerdir. Rabbimiz ise, onlardan öncekilerin de aynı şekilde zanna ve delilsiz uydurmacılığa tâbi olarak yalanladıklarını ifade ederek, tâbi oldukları şeyin cahiliye geleneği olduğuna vurgu yapmıştır.
Vahiyden uzaklaşıp isyan edenler, bir şekilde yönetimi ele geçirince şunları yaparlar: Yeryüzünde fesat çıkarırlar, yeryüzünün dengesini bozarlar, Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni yok ederler, ekinleri ve nesilleri mahvetmek için, telef edip bozmak için çaba sarf ederler. Bitkileri, insanın beslenme kaynaklarını genleriyle oynayarak bozarlar, el koyup tekelleştirip tahrip ve israf ederek insanların haklarını gasp ederler. Kültürü de yozlaştırırlar. Fıtratın bozulmasına ve kültürel ve ahlaki yozlaşmaya yol açarlar. “O, iş başına geçtimi (ya da sırtını çevirip gittimi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, (fesadı) bozgunculuğu sevmez.” (Bakara: 2/205). “Ona: ‘Allah’tan kork’ (Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol) denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.” (Bakara: 2/206).
Birinci işi ifsad etmek olur bu tür insanların. Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni değiştirip, ilga edip, onun yerine başkalarının düzenlerini ikame etmeyi amaçlar. Bir de nesli bozmak için çırpınır böyleleri. Nesli eğitimle bozarlar. Ahlakı çürütürler, insanî ve İslami değerleri yok ederler. Vahiyden uzaklaştıkça insan fıtratı bozulur, selim akıl kirlenir, hayvandan aşağı karakterler çoğalır.
Heva ve zanna dayalı sekiler, sapkın felsefe ve ideolojilerin hâkimiyetinde insan yabancılaşıyor, kültürel ve ahlaki erozyon yaşanıyor. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan zulme dayalı uygulamalarla insanlık karanlıklarda bunalım içinde kıvranıyor. İşgaller, istilalar, katliamlar, soykırımlar, işkenceler, tecavüzler yaygınlaşıyor, insanı insanın kurdu yapan, insanın hayvan soyundan olduğunu iddia eden derin bir yozlaşma yaşanıyor. Ahlaki değerler ve inanç planında büyük gerileme ve çürüme yaşanıyor, insanı insan yapan, ona anlam ve değer kazandıran vasıflar, hedefler, ölçüler ve değerler yitiriliyor. Eğitim programları iyi insan yetiştirmeyi değil; egemenlerin kolayca kullanabileceği, sömürü ve istismara müsait vurgun ve soygun düzenine uyumlu tipler yetiştirmeyi amaçlıyor. Eğitim çarkında ideolojik öğütüm yapılıyor; şahsiyetler, fıtratlar bozuluyor, insanî değerler yok ediliyor. Sonuçta toplum çürüyor/çürütülüyor, kültürel ve ahlaki seviyede büyük ve yaygın bir nitelik ve irtifa kaybı yaşanıyor.
Bozulan fıtratın, karartılan ruhların, işgal edilen zihinlerin, kirletilen akılların arınması için elzem olan “vahiy”den de uzak olunması, azgınlığı arttırıyor. Alkol ve uyuşturucu kullanımı, fuhuş ve çeteleşme ve çok boyutlu ahlaki yozlaşmanın ilkokullara, çocuk pornografisinin öğretmen-öğrenci ilişkilerine kadar indiği anketlerle, raporlarla ortaya konuyor. Tüm bu yozlaşma ve çürüme, ekini ve nesli helak eden fesad, Allah’ın bir denge üzerine oturttuğu yasalarına riayetsizlikten kaynaklanmaktadır. Hayvanların fıtratına müdahale, nasıl danaları delirttiyse, vahye başkaldıran seküler eğitim ve ahlâksız medya ile gerçekleştirilen insan fıtratını bozmaya yönelik müdahale insanı da çıldırtmakta, bu ahlâki ve kültürel çürümeye, birbirinin hakkını gasp etme özgürlüğünü kendisinde gören bir canavarlaşmaya ve dünyevî az bir kazanç uğruna yeni nesilleri mahvetmekten çekinmeyen bir azgınlığa yol açmaktadır.
Vahiyden uzun süreli kopuşlar, fıtrî-insanî erdemlerin korunmasına yarayan adalet vasatını da yok ediyor. Vahyin hükmettiği toplumlarda, vahye inanmayanlar bile fıtratlarındaki insanî erdemleri korumada daha avantajlı, daha uygun bir vasata sahip olmaktadırlar. Ancak vahyin terk edildiği, tahrif edildiği vasatlarda, vahyin hükmetmediği toplumlarda, heva ve zannın hâkimiyetinde, dünyevileşmenin anaforunda mü’minler bile risk altında bulunmakta ve daha kolay kirlenmektedir. Diğerleri ise, fıtrî erdemlerini daha fazla ve daha kolay kaybetmekte, fıtratlarında daha derin ve onulmaz yaralar açılmakta, azgınlık, tuğyan ve ifsad daha kolay ve daha çok yaygınlaşmaktadır. Vahye tâbi örnek insanlar, şahidler, bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümleriyle toplumu yönetince, diğerleri de hiç değilse fıtrî erdemleri daha çok koruyabilmektedirler.
Tevhid dininin gereğince hayatın hiçbir (özel-kamusal, bireysel-toplumsal) alanında Allah unutulmayacak, Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek, Kur’an devre dışı bırakılmayacaktır. İster hayatın bütününde, isterse herhangi bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında, Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur (Haşir: 59/19)vebu unutkanların yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. Böylece fıtratla vahyin bağlantısı kesildiği, Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde (Bakara: 27), yani insan Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah da kendisini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlar. İnsanın sekülerleşip dünyevileşmesi de daha ileri giderek “deizm”e kayması da bu sapmanın sonucudur. Böylece arzda fesad çıkaracak, kendine ve Rabbine yabancılaşmış azgın beşer rolünü tercih eden esfel-i sâfilîn karakteri öne çıkar. İşte “tevhid dini”nin karşısına oluşturdukları tağuti statükoları ve bu statükoların “şirk dinleri”ni çıkaranlar da bu şekilde tuğyan edip azgınlaşan insanlardır.
Bilinmelidir ki, Allah’tan ve Kur’an’dan soyutlanan her hayat alanında mutlaka başka bir ilah ortaya çıkacak ve o boşluğu dolduracaktır. Çünkü hayatın bütün alanları birtakım, değer, ölçü ve kurallara göre düzenlenmek zorundadır. Bu hayat alanlarında kimin kuralları, ölçüleri, değerleri belirleyici kabul ediliyorsa o ilah edinilmiş ve ona kulluk/itaat edilmiş olur. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir(Zuhruf: 43/36, 37). Ve bu sebeple de kendilerine “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onlar kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edeceklerdir. (Bakara: 2/11, 12). İşte bugün bölgemizde ve bütün dünyada egemen olan statükolar, vahiyden yüz çevirdikleri ve kendilerine musallat edilen şeytanların yolunda arzda fesad çıkarıp milyonlarca masum insanı katlettikleri, her tarafı kan ve gözyaşına boğan vahşetlere imza attıkları halde, hâlâ kendilerinin “ıslah ediciler” oldukları yalanını söyleyebiliyorlar.
İşte ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen fesad, sömürü ve zulüm, bu tür bir tercihle Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü statükoları, sapkın statüko dinleri, seküler ideoloji ve modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur. İşte bu büyük zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha âdil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri, zalim statükoları değişime zorlamaktadırlar.
Tevhid Dininin Uyanışa ve Adalet Arayışına Yol Açmasından Korkan Statükocular, Engel Olmak İçin Statüko Dinine Bağlılığa Çağırırlar
Tevhîdî davetin yaygınlaşmasıyla meydana gelecek müspet değişime ve adalet arayışlarına karşı direnen egemen statükonun sahipleri, içine Allah’ın dininden (egemenliklerine doğrudan zarar vermeyeceğini düşündükleri) kimi unsurları da katarak oluşturdukları statükonun dinî söylemiyle halkı Allah ile aldatarak, var olan statükoya sahip çıkmaya çağırıp yönlendirmeye çalışırlar. Öyle ki, zihinleri işgal altında olan mustaz’af kitleler bile (Cumhuriyet mitinglerindeki işçi sendikaları misali), zulmeden egemenlerin, bürokratik darbeci vesayetin çağrısına uyarak, “statükonun dini” olan “atalar dini”ne, “resmî ideoloji”ye sarılırlar ve kendilerine daha fazla özgürlük getirecek, sömürü zincirlerini kısmen de olsa gevşetecek sistem içi görece değişimlerin bile karşısına dikilirler ve ağır zulmüne, sömürüsüne muhatap oldukları statükonun savunuculuğunu bizzat yapmak aymazlığını yaşarlar. Mesela 12 Eylül darbecilerinin yaptığı 1982 anayasası, darbeyi destekleyen büyük sermayedarların çıkarlarını koruyup işçi haklarında daha geriye giden düzenlemeler içerdiği halde, Türk-İş’ten DİSK’e kadar sağcısı solcusu bütün işçi sendikaları 2000’li yıllarda TÜSİAD’cı büyük sermayedarların yanında saf tutarak darbeci askeri bürokrasinin yanında hizaya girip statükonun ve patronların lehine ve işçilerin aleyhine olan darbe anayasasının değişmesine karşı (Cumhuriyet adı altında) mitingler düzenleyebilmişlerdi. Yani kendilerini sömüren daha zalim “statüko”nun değişmemesi ve görece özgürlüklerin gelmemesi için patronlarla birlikte hareket etmişlerdi. Aynı istikametteki “Gezi Olayları” sürecinde de işçi sendikaları para babası sömürücü patronların safında, yine aynı amaçla yer almışlardı.
Egemen statükonun sahipleri bu mitinglerde, statükonun dini olan “resmi ideoloji”, “laiklik elden gidiyor”, “kemalizm elden gidiyor”, “rejim tehlikede” diyerek aslında bu sistemin mazlumu konumundaki bilinçsiz kimi halk kesimlerini bile kendi sınıf ve çıkar mücadelelerinin aracı olarak kullanıyorlardı. Mekke şirk sisteminin önderleri de, ezip sömürdükleri kitleleri aldatmak ve onlara zulmeden statükoyu korumak ve sınıfsal çıkarları uğrunda kullanmak amacıyla, Rasûlüllah (s) için “bu adam sizin İlahlarınızı tek ilah yapmak istiyor, atalarınızın dinini yok etmek istiyor, sarılın atalarınızın dinine ve ilahlarınıza” (Sad: 38/5, 6) diyorlardı. Aslında o atalar dininin temsil ettiği statüko, mustazaf/ezilen halk kitlelerinin menfaatlerine de aykırıydı, onları da eziyor ve sömürüyordu. Bugün de, egemen oligarşik sistemin ezip sömürdüğü kimi insanlar, “laiklik elden gidiyor, hayat tarzınız ve rejim tehlikede” diye aldatılıp, korkutularak, oligarşinin rant kavgasının aracı kılınıyorlar.
İşte bu aldatılma sebebiyle, mazlum/ezilen kitleler, aslında fakirliğe mahkûm, edilgen, itilmiş, horlanmış ikinci sınıf hayatı kendilerine yaşatan sistemi koruyorlardı bu mitinglerde. Meydanlarda gördüğümüz yüz binlerce insanın hepsi statükodan rant kazanan insanlar değil elbette; önemli bir kısmı da alt tabakadan bilinçsiz insanlar. Kullanılan, aldatılan insanlar. Tıpkı cahili Mekke dönemindeki mustazafların/mazlumların, şirk yönetiminin dolduruşuna gelip “atalar dini”ne sahip çıkarak statükoyu ayakta tutmak suretiyle kendi aleyhlerine çalıştıkları gibi davranıyorlar. Statükoyu ayakta tutmakla, aslında darbeci generallere arka çıkmış, egemenlere payandalık yapmış, büyük sermayedarların sömürü düzeninin sürmesine destek vermiş ve kendilerine görece de olsa özgürlük getirecek ve sistem içi değişimle zulmü azaltıp kısmen de olsa adalet getirecek vasatın gelişini engellemiş, geciktirmiş oluyorlardı.
İnsanlık Tarihi Boyunca Servet Biriktiren Statükocu Müstekbirler, Mustaz’af Emekçileri Sömürmüşlerdir
“İnsanlık tarihi boyunca haksız şekilde ve adaletsizce servet biriktiren ve onunla şımarıp yeryüzünde fesad çıkaran varlıklı müstekbirler, mustaz’af kitleleri sömürüp kendilerine iktidar ve rant devşiren düzenler/statükolar kurmuşlardır. Kendilerine çıkar ve kazanç sağlayıp servet biriktirerek güç sahibi olmak için on binlerce mustaz’aftan oluşan fakir kitleleri, güçsüzleri, zayıf bırakılmışları karın tokluğuna çalıştırıp emeklerini sömürmüşler, köleleştirmişlerdir. Kendilerine güç, iktidar ve rant sağlayan bu sömürü düzenini kitleler nezdinde meşrulaştırmak, toplumu bu halin doğal olduğuna ikna etmek ve statükoyu koruyup sürdürmek için tâkip ettikleri ve yeniden ürettikleri atalar diniyle kitleleri aldatmışlardır. Bu sebeple de, statükoyu sarsacak, sömürü düzenlerini alt üst edecek kurtarıcı mesajı getiren Peygamberlere ilk karşı çıkanlar bu müstekbir zenginler olmuştur. Rabbimiz Zuhruf Suresi 23 ileSebe Suresi 34. ayetlerinde bu hususu şöyle haber vermektedir; “… biz senden önce hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, oranın şımarık zenginleri, ‘Şüphe yok ki biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz’ demişlerdir”. “Biz, hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, ‘Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz’ demişlerdir”.
Bu zayıfların, ezilenlerin sırtından, binlercesinin ölümü pahasına kendilerine saltanatlar oluşturmuşlar, hatta bu saltanatlarının bekçiliğini bile “atalar dini” olan statüko dinini ve Allah’ın adını kullanarak aldattıkları bu ezilenlere yaptırmaktan utanmamışlardır. İşte bu sebeple, müstekbir şımarık zenginler eliti, kendilerine güç ve rant sağlayan statükoyu korumak ve sürdürmek için mustazafları statükoyu ayakta tutan atalar dinine sahip çıkmaya ve kendilerine sömürüden kurtuluşu ve adaleti getirecek olan tevhid dininin mesajına ise karşı çıkmaya çağırıp, bu istikamette onları kullanmışlardır. Nuh Suresi 23. ayette “Bir de (ileri gelenler, yardakçılarına) şöyle dediler: Sakın ilâhlarınızı (tapındığınız putları) bırakmayın”. Çoğu kez de bu bilinçsiz mustazaf/zayıf bırakılmış/ezilen kitleler maalesef bu atalar dini yönlendirmesiyle aldanarak kendilerine hak, özgürlük ve adalet getirecek vahyin kurtarıcı mesajına karşı statükoyu koruma mücadelesinde kullanılmışlardır.
Allah (c), Mustaz’afları Destekleme ve Adaleti İkame Etme Amacıyla Peygamberler ve Kitaplar Göndererek Tarihe Müdahale Etmiştir
Allah (c), tevhîdî istikametin bozulması ve hevanın ilahlaştırılması suretiyle cahiliyenin yeniden üretildiği ve bunun sonucu olarak da, en onurlu kazanç türü olan emek sahiplerini aşağılayıp sömüren bu tür sapmalar yaygınlaşıp zulüm ve sömürü ileri boyutlara ulaştığı her seferinde yeni Peygamber ve vahiy göndererek hayata ve toplumsal gidişata müdahale etmiştir. Allah (c) inzal ettiği vahiyle, müstekbirleri, ele geçirdikleri servet ve saltanatlarını koruma konusunda telaşa düşürecek devrim niteliğinde hükümler vazetmiş, mustazafları yüreklendirip harekete geçirecek mesajlar vermiştir. Kasas 5. ayetteki “Biz de istiyorduk ki o yerde ezilenlere/mustazaflara lutfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin mülküne) mirâsçı kılalım” hükmüyle ezilenlere umut verecek ve tevhîdî imana sarılarak adalete ulaştıracak ufuklar açmıştır.
Bunlara benzer daha birçok ayetlerinde Rabbimiz, hem müstekbirleri uyarıp tehdit ederek, hem de aldattıkları, sömürdükleri mustazafları uyandırıp egemen zorba statükolara ve onların şirk dinlerine karşı direnmeye, gasp edilmiş haklarına sahip çıkmaya yönlendirmiştir. Arzdaki fesadı ortadan kaldıracak, ıslahı sağlayacak, statükonun sömürü ve adaletsizliğini sona erdirip hak ve adaleti ikame edecek istikamette mücadeleye sevk etmiştir. Mustaz’afların haklarını koruyacak hükümler vazetmiştir.
Bu yönlendirmeler gereğince, ekonomide her türlü sömürüyü ve emeğin hakkının gasp edilmesini önleyici, emeğe değil de spekülasyona, rüşvet, yolsuzluk, karaborsa ve ihtikâra, sömürüye dayalı haksız kazancı ve sömürü aracı olan faizi gayr-i meşru sayıp yasaklayıcı hükümler inzal etmiştir. Meşru kazanç kapısı ilan ettiği alışverişte ise ölçü ve tartının tam yapılmasını, insanların aldatılmamasını, insanların birbirlerinin mallarını haksızlıkla yememesini sağlayıcı emirler vermiştir. Zenginin malında fakirin, yoksulun, yetimin, yolda kalmışın hakkının takdir edilmiş olduğu hakikatinden hareketle bu emanetin sahiplerine ulaştırılmasını temin edici, servetin belli ellerde toplanmasını, bölgeler ve sosyal kesimler arasında ayrımcılığı, gelir dağılımı adaletsizliğini önleyip sosyal adaleti tesis edici… tedbirleri almak için de yönlendirmelerde bulunmuştur.
Yoksulun, yetimin korunması, itilip kakılmaması ve toplumdaki sosyal dengenin korunması, yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliklerinin giderilmesi ve toplumda sosyal adaletin temini konusunda tedbirler almak, bu amaca uygun politikalar oluşturmak, infak ve zekatı toplayıp vahyin öngördüğü hedeflere dağıtmak emredilmiştir. Bütün bunları yapmak üzere İslami adalet sisteminin kurulması ve toplumun, Müslüman emir sahipleri tarafından, bütün kesimlerin Rabbi olan Allah’ın hükümleriyle adaletle yönetilmesi gerekmektedir.
Her kesimin Rabbi olan Allah’ın âdil hükümleriyle hükmedecek bu adalet sisteminin olmadığı yerde ise, egemen güçlerin heva ve zannıyla yapılan yasa ve hukukla, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden hevaya dayalı ekonomik sistemlerde sömürü ve adaletsizlik kaçınılmaz olmaktadır. Çıkarlarını ilah edinen seküler dünyanın insanları dünyevi hırslarla daha çok kazanıp biriktirmek tutkusuyla zalimleşmişler, başkalarının hakkını gasp ederek büyük adaletsizlikler yapmışlardır.
Günümüzden bir örnek verecek olursak, Soma maden faciasında 301 işçi, emekçi mazlum kapitalist patronların zalimane çok kazanma hırsı ve devletin ihmali yüzünden ölüme mahkûm edilmişken, statükonun siyasi lideri olayı, dünyadaki büyük maden kazalarından örnekleri sıraladıktan sonra ‘bu gibi kazalar bu işin fıtratında vardır’ diyerek “takdir-i ilahî” olarak nitelemekten ve olayı doğallaştırıp katliamda payı olanları rahatlatan bir dil kullanmaktan çekinmemiş ve almadığı tedbirlerden dolayı statükonun sorgulanmasını engelleyici bir rol oynamıştır. Manisa Celal Bayar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı ise, hayatını kaybeden 301 işçi için “İlahi kader çerçevesinde o arkadaşlarımızın orada vefatı takdir buyrulmuş, buna teslimiyet ve bunu kabullenme gerekiyor.” diyebilmiştir. Böylece “statüko”nun emrindeki “din adamı” rolünü oynayarak o da statükonun büyük ihmalini ve patronlar statükosunun işçileri koruyucu zorunlu tedbirleri bile almamaları zulmünü sorgulamak ve hesap sormak yerine sonuca teslim olmaya çağırabilmiştir.
Sistemi yeniden üreten AKP hükümeti de, küresel kapitalist sisteme eklemlenerek, neo-liberal politikaları tercih etmiş, “ekonominin dini-imanı olmaz” şeklinde ifade ettiği çağımızın statüko dini/atalar dini “Ilımlı İslam”ın söylemleri ve uygulamalarıyla, sömürü ve haksızlığı önleyip adaleti sağlayacak politikalara uzak düşmüştür. Küresel kapitalist sisteme eklemlenerek Allah’tan ve vahiyden soyutladığı siyaset ve ekonomi meydanını laik devlet ve piyasa ilahına bırakmıştır. Ölen işçilere laik yasalarla “şehid” payesi verilmesi de, her halde kapitalizmle İslam’ı sentez eden statüko dini “Ilımlı İslam”ın bir gereği ve belki de işçilerin ya da ölenlerin yakınlarının kapitalizme, statükonun sömürü çarkına ve adaletsizliğine yönelik haklı ve muhtemel tepkilerinin azaltılmasını hedefleyen, “maddi ve manevi duygulara” hitap eden yanıyla moral bir katkı olarak düşünülmüş olabilir.
AKP hükümeti, piyasa ilahının ve zenginlerin hevalarının belirleyici olduğu bu zeminde insanı, insanî değerleri ve insanlık onurunu koruyucu ve geliştirici projeler yerine; sadece ekonomiyi büyütmeye endekslenmiş “çılgın” projeler ve neo-liberal politikalarla ekonomiyi büyütmüş, ama ezilenler, sömürülenler büyük çoğunlukla bu hallerini sürdürmüşlerdir. Zenginler daha zengin olurken, geniş fakir ve dar gelirli kitleler ve emekçi kesimler büyüyen bu pastadan yeterli payı alamamışlar, sonuçta da ezilme ve sömürülme “kaderleri” olmaya devam etmiştir. Yaşananların bir “kader” olduğu ve doğal karşılanması gerektiği gibi söylemler de statüko dininin düzeni korumak için kullandığı işlevsel bir araç konumundadır. Evet, AKP’nin “başarılı”(!) ekonomi politikaları sonucu milli gelir büyümüş, ama âdil dağılımı sağlanamamış, bunu hedefleyen hiç bir tedbir de alınmamıştır. AKP karşıtı TÜSİAD’çılar kendi beklentilerinin bile çok üzerinde kazançlar elde ederek aslan payını aldıklarını bizzat kendileri itiraf etmişler, bazıları AKP döneminde varlıklarını 15 kat katladıklarını açıklamışlardır. Yine AKP döneminde kârı en çok olan kurumların, kapitalist sistemin en bariz sömürü aracı konumundaki faizci bankalar olduğu açıklanmıştır.[5]
Statükonun İstismar Ettiği İslami Duygular ve Ürettiği “Seküler Kutsallar” Mazlumları Statüko Uğruna Ölmeye İkna Eder
Yine tarih boyunca, statükodan beslenen “ileri gelenler”, sahipler, egemen statükoyu ayakta tutmak, çıkarlarını korumak için, mustazaf halk kitlelerini gerektiğinde statüko ve statükonun dini adına ölmek ve öldürmek konusunda harekete geçirmek, motive etmek için de “statüko dini”ni kullanırlar. İlkesizce Allah’ın tevhid dininden devşirip statüko dinine kattıkları “şehidlik” gibi kimi kavramları kullanıp doğru olmayan uhrevi ödül vaadinde bulunarak mustaz’af (zayıf bırakılmış-mazlum) kitleleri statüko için ölmeye ikna ederler. Mazlum halkları ve çocuklarını, Allah ile aldatarak küresel ve yerel egemenlerin çıkarlarının ve bunu sağlayan statükonun bekçisi konumundaki laik orduların içinde yer alıp egemen statükoyu korumak için ölmeye ve öldürmeye teşvik ederler.
Montesqueu’nün doğru tespitiyle “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar”. İşte böyle bir konumda olan, emperyalist ülkelerde eğitilerek devşirilen subay ve general kadrolarının komutasındaki “Müslümanların yaşadığı ülkelerin” işbirlikçi ordu yönetimleri, hem seküler Batı değerlerine devşirilip kendi halklarının dini olan İslam’a ve yerli kültüre karşı yabancılaştırılıp düşmanlaştırılmışlardır. Hem de her bir ordunun rütbeli subay ve generallerden oluşan üst kademesi ekonomik çıkarlarla kuşatılıp holdingleştirilmiş, ülkelerinin kaynaklarını çalarak ve işbirlikçiliğini üstlendikleri uluslararası emperyalist büyük sermaye ile paylaşarak halklarını sömüren bir burjuva sınıfı haline dönüştürülmüşlerdir. Bu sebeple, neredeyse bütün bölge ülkelerinde gözü dönmüşçesine vahşi katliamlarla yapılan kanlı darbelerin arka planında, bir yandan iman ettikleri emperyalist sapkın seküler Batı değerlerini(!) ve işbirlikçiliğini üstlendikleri emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunmak, fahşâya dayalı azgın lüks hayat tarzlarını korumak vardır. Diğer yandan da böyle bir sınıf mücadelesiyle on yıllardır kazandıkları tüm ayrıcalıkları kaybetmek korkusu ve hırsı söz konusudur.İşte bu ordular içinde yer alan mustaz’aflar, “Allah ile aldatılarak”, bu orduların İslam’ın orduları olduğu ve ölenlerin şehid olacakları yalanı söylenerek, kendilerine uhrevi ödül ve cennet vaad edilerek ölmeye ve öldürmeye sevk edilirler.
Bayrak, Vatan, ulusal marş, ulus devlet, demokrasi gibi seküler kutsallar; pozitivizmle manevi duyguları tamamen yok eden sekülerizmin manevi bir boşluğa düşürdüğü Batı insanının, egemen bâtıl sistemlere itaatkâr kılınması, ulus devletleri ve onlara egemen oligarşilerin çıkarlarını sahiplenmeleri, koruyup savunmaları ve bu uğurda fedakârlık yapabilmeleri için bir motivasyon aracı olarak, bir duygu zemini oluşturmak üzere üretilmişlerdir. Bu sebeple “demokrasi”yi “ilahı halk olan toplum dini” olarak tanımlayan J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde, nihai otorite olarak demokratik parlamentoların yaptığı yasaları o toplumun dini kuralları, vatandaşlarını o dinin mü’minleri, “vatan, bayrak ve ulusal marş” gibi unsurları bu dinin şiarları, ulusal bayrak ve marşla gerçekleştirilen resmi törenlerin de da bu dinin ibadet ve ritüelleri olduğunu özellikle vurgulamıştır.J. J. Rousseau, “Yasalara boyun eğen halk, onları koyan halkın kendisi olmalıdır”, egemenlik mutlak anlamda halkın olmalıdır, bu sebeple, “egemen varlığın kendinden üstün bir varlık kabul etmesi saçma ve çelişik bir şeydir” demektedir. Halkı yasa koyucu ilah kabul edince, doğal olarak onun üzerinde başka bir otorite tanımıyor. Sonuç olarak nihai yasa koyma yetkisine insanın sahip olduğu “Toplum Sözleşmesi”nin, bir anlamda “toplum dini”ni oluşturduğunu ve bu dinin ilahının halk olduğunu açıklıyor.[6]
Son yıllarda neredeyse her gün, meydanlarda, medyada, milyonlara yönelik ısrarlı tekrarlara dayalı psikolojik yönlendirmelerle, özellikle de Müslümanca duyarlılıkları olan halkı hedef alan kitlesel bir beyin yıkama merasimi gerçekleştirilmektedir. Bu duygusal ve hamasete dayalı tekrarlarla, “seküler kutsallar” zihinlere zerk edilmekte, zihinler işgal edilip dönüştürülmektedir. Bütün bir toplum, devletin en üst kademesinde yer alan siyasi lideri vasıtasıyla demokrasi, bayrak, vatan ve devlet fetişizmine doğru yönlendirilmektedir. Allah’a rağmen yeni seküler kutsallar haline getirilen üçlü olarak, bayrak, vatan, devlet fetişizmi/putçuluğu konusunda toplum şartlandırılmaktadır. Ondan sonra da bunlar uğruna kan akıtmanın kutsallığı ve bu yolda ölenlerin “şehidlik” mertebesine ulaşacağı vurgulanmaktadır. Bu konuda kitleleri coşturup duyguları kabartacak hamasî şiirler okuyan siyasiler, bununla yetinmeyip bâtıl bir hâli Hak göstermek amacıyla bazı ayetler de okuyarak toplumu, mustaz’af kesimleri “Hak din” olarak takdim edilen “statüko dini” adına kendilerini sömüren ve zulmeden statükoya ve statükonun dinine bağlılığa ve bu uğurda can feda etmeye yönlendirmektedirler.
15 Temmuz sonrası etkinlikler sürecinde sosyal medyada ve Haksöz-Haber sitesinde yer alan bir video görüntüsünün ortaya koyduğu ibretlik bir zulüm dikkatimi çekti. Olay görüntüde, “demokrasi nöbeti” tutanlar içinden birkaç faşist genç, sakallı bir gence zorla TC bayrağını tutturmaya çalışmakta ve tereddüt geçirdiği iddiasıyla onu alçakça darp edip kutsal fetiş uğruna kanını akıtmakta ve o genci, zorbalıkla Türk olduğunu söylemeye icbar etmekteydiler. Şüphesiz ki, sürekli ve neredeyse her gün bu “teslis”i teşkil eden vatan, bayrak ve devleti; uğrunda kan akıtılacak kutsallar olarak topluma pompalayan siyasiler de bu sonuçtan ve zulümden mesuldürler.
Hâlbuki “devlet”, laik ve kemalisttir. “Vatan”, emperyalist seküler kültürün ürünü şirk sistemiyle hükmedilen bir topraktır. “Bayrak”, da şirk sistemini temsil eden bir bezdir. Bayraklar, bütün dünyada bir bez parçası üzerinde yer alan renklerden ve bazı işaret, şiar ya da kelimelerden oluşurlar. Onlara anlam ve değer kazandıran ya da kaybettiren ise, temsil ettikleri değerlerdir. Temsil ettikleri otoritenin Hak olup olmamasıdır. Bir bez parçası olan bayrak, ancak İslam’ı, Hakk’ı temsil etmeye başladığında, bu bayrak üzerinden savunulan değer artık İslam olur ve bu sebeple bayrak da uğrunda can feda edilecek bir anlam ve değer kazanır. Kutsallığı belirleyen sadece Kuddüs olan Allah’tır. Bunun dışında kutsal belirlemek ancak hevanın ilah edinilmesiyle mümkündür. Tazim de sadece Allah’a yapılır, bayrak ya da ulusal marş önünde ve geleneksel ya da anıtkabir gibi modern türbelerde tâzim de cahiliye amelidir. Üzerinde Irak diktatörü Saddam’ın bayrağında olduğu gibi “Allah-u Ekber”, Suud Krallığının bayrağındaki gibi “Lâ İlahe İllallah” bile yazsa, bu bayraklar emperyalistlerin uşaklığını yapan İslam düşmanı zalim rejimlerin zulmü ve şirki temsil eden bayrakları olarak değersizdirler.
Bu tür bayrak, vatan ve devlet gibi şiar ya da kurumlara şirk sistem ve otoritesini temsil ettikleri halde sahip çıkan ve tâzimde bulunan “Müslümanlar” bakımından, akîdevi yönden sakıncaları yanında diğer bir sakıncası daha vardır. O da, bu kesimlerde giderek tevhîdî netliği, istikameti ve inkılâbi ruhu yok eden bir dönüşümün yaşanması ve bu bâtıl şiarların temsil ettiği mevcut sistemle, statükoyla uzlaşma ve uyum arayışının ortaya çıkmasıdır. Sonuçta bu kesimler, sistem içi görece iyileşme getiren “ehven-i şer”in peşine takılarak tevhîdî istikametten sapan yönelişlere doğru savrulmaktadırlar. “Yeni Türkiye” adı altında ortaya çıkan “Yeni Statüko”yla ve İslamî unsurlara en fazla yer verip istismar eden, seküler kutsalları İslami şiarlarmış gibi sunan “statüko dini”yle bütünleşmektedirler.
“Tevhid Dini”ne Karşı Çıkan “Statüko/Şirk Dinleri” de Hep Kendilerini “Din” olarak Sunmaya ve Hak Dine Nispet Etmeye Çalışmışlardır
İnsanlık serüveni boyunca, iktidar ve rantı ele geçiren egemenlerin çıkarları istikametinde oluşan statükonun sahip çıktığı ya da kullandığı bir din algısı veya “resmi ideolojisi” hep olmuştur. Egemen statükolar, yönettikleri kitleleri her dönemde “statükonun dini” diyebileceğimiz bu din algısına inanmaya çağırmış, yönlendirmiş, hatta zorlamışlardır. Her dönemin egemenleri, kendilerine çıkar sağlayan düzeni sürdürmek için, yönettikleri kitleleri bu din algısıyla statükoya itaate ikna etmişlerdir. Sömürü düzenlerini ve iktidarlarını sürdürürken, kitleleri bu din algısını kullanarak aldatıp oyalamışlardır. Bu sebeple, sömürü ve adaletsizlik düzenini korumak için (Hakk’ı, adaleti, barışı ve hürriyeti temsil eden) “Tevhid Dini”ne karşı çıkan her statüko bir “din”e ihtiyaç duyar. Ya da insanlığın fıtrî arayış ve ihtiyacına cevap üretmek için kendi resmi ideolojisini, siyasal modelini, felsefî görüş ve düşüncesini “din” adı altında, “din” formatında halklara sunar.
Bilindiği üzere, Mustafa Kemal’in fikir babası olan Auguste Comte, dine karşı çıkmış, ilerlemeci tarih anlayışıyla dinlerin devrinin kapandığını ve en ileri aşama olan pozitivizme ulaşıldığını iddia etmiştir. Pozitivist felsefenin kurucularından olan Auguste Comte, kendi ürettiği bu seküler düşünceyi, daha sonra ilahı insan olan bir din olarak niteleyip adına “insanlık dini” diyerek, büyük bir çelişki yaşamış, ilahi dinden kaçarken ilahı kendisi olan dine sığınmıştır. Pozitivizmin önderlerinin, dine, ilahi olana, kutsala savaş açarak oluşturdukları felsefelerini ve beşeri düşüncelerini kutsallaştırmak, hatta “insanlık dini” adı altında dinleştirmek çelişkisine sürüklendikleri, çağdaş ve global putperestlik olarak göz önündedir. Onları taklit eden Kemalistler de, dine, ilahi olana, kutsala savaş açarak oluşturdukları Kemalizm’i kutsallaştırıp “din” olarak takdim etmekten, seküler sahte kutsallar üretip Mustafa Kemal’i ilahlaştırmaktan, “türbelere” savaş açtıkları, yasakladıkları halde, tarihin en büyük tapınak kabirlerinden birini inşa ederek, türbe ziyaretini ve türbeye dert anlatıp taleplerde bulunmayı resmileştirme çelişkisine sürüklenmekten kurtulamamışlardır.
“1931 yılı sonlarında Atatürk’ün de katıldığı laiklik üzerine bir tartışmada, şunlar söyleniyor: “İslamlık, devrini yapmış, fayda ve zararlarını ortaya koyarak eskimiş, ömrünü bitirmiş bir şeydir.O müesseseyi ne korumaya, ne de yeniden bir aşı yaparak gençleştirmeye niyetimiz vardır. Zaten böyle bir teşebbüs, kurumuş eski ağaca, hayat vermeye çalışmak gibi beyhudedir.”[7]
Türk Dil Kurumu tarafından 1930’lu yıllarda yayınlanan Türkçe sözlüğün 1944’lere kadarki baskılarında, “din” şöyle tanımlanıyordu: “Bir yaşam tarzı. Türk’ün dini Kemalizm’dir.”[8] “Bilkent Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Faruk Gençkaya da, ‘Laiklik Türkiye’de en az İslamiyet kadar önemli bir tür dindir’ diyordu.”[9]
1936’da basılan “KAMALİZM: C.H.Partisi Programının İzahı” (yanlış anlaşılmasın kitabın esas adı budur, “öztürkçe”-uydurukça kullanmak arzusundan kaynaklanarak Kemal adı Kamal olarak kullanılmıştır-MP) adlı kitabında Edirne Saylavı (milletvekili) Şeref Aykut bakınız Kemalizm’i nasıl tarif ediyor: “Kamalizm, bir dindirki onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de inkılâbî olmasıdır. (…) Bu sebepledir ki onu (gençliği) Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister… ta ki, Kamalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.”[10]
Tüm bu belgeler ve yaklaşık yüz yıllık uygulama da ortaya koymuştur ki, Kemalist Türk ulusçuluğu, dışlanan İslam dininin ve “ümmetçiliğin” yerine, ortaya çıkan boşluğu dolduracak bir din gibi kurgulanmıştır. İslam’dan kimi kavram ve şiarlar da bu dinin içine taşınıp içerik ve anlam değişikliğine uğratılarak kullanılmıştır. Mesela İslam’da “din” ya da aynı dine inanan insanlar topluluğu anlamında kullanılan “millet” kavramı anlam sapmasına uğratılarak “ulus” karşılığı olarak kullanılmıştır. Aynı şekilde İslam’ın “Hakk’ın, vahyin şahidliğini yapan mü’mince bir hayatı yaşamak ve bu şahidliğin devamı olarak da Allah’ın hükmünün hâkimiyeti ya da Allah’ın hükmüyle yönetilen bir ülkeyi ve Müslümanların can, mal ve namuslarını savunmak amacıyla Allah yolunda ve sadece Allah’ın rızasını umarak savaşıp ölenler” için kullanılan “şehidlik” kavramı da, İslam şeriatını irtica ve düşman ilan eden laik kemalist ordunun “bu resmi ideolojinin” hâkimiyeti için savaşırken ölenlerine tahsis edilebilmiştir.[11] Çünkü statüko dinleri, geniş halk kitlelerini aldatabilmek için, insanların fıtratlarına uyumlu din olan tevhid dininin kavram ve şiarlarını içlerini boşaltarak ya da yeniden tanımlayarak da olsa kullanmaya ve yeni kutsallar üreterek kendi ideolojilerini de kutsallaştırmaya ihtiyaç duyarlar. “Statüko/şirk dini”, her dönemde halkın dini duyarlılıklarını belli ölçüde de olsa dikkate almak zorunluluğunu hisseder ve “Allah’ın dini”ni de statükoyu rahatsız etmeyecek boyutta tanımlamaya, belirlemeye ve bazı unsurlarını statüko dini içinde eritmeye teşebbüs eder.
İşte bu sebeple Batıdan taklit edilen ulusalcılık ve laiklik bir din gibi kurgulanıp modernitenin seküler değerleri ve seküler ulus devlet kutsal ilan edilip putlaştırılmıştır. “Hak din”den bazı unsurlar da katılarak “statüko dini” oluşturulmuştur. Bu amaçla ulus ve ulusalcılık gibi seküler kavramlar, “millet”, “milli” ve “milliyetçilik” kavramlarıyla örtüştürülerek halk nezdinde meşruiyet aranmıştır. Laik Kemalizm ve ulusalcılık, İslam ve ümmet bilinci yerine ikame edilince de İslam ve ümmetçilik, kırmızı kitaplarda irtica adı altında birinci öncelikli tehdit ve düşman kategorisine sokulmuştur. Yaklaşık yüz yıldır askeri ve sivil eğitimde, tüm kültür müesseseleri ve medyada, sürekli bu “resmî din”in propagandası yapılmış, bu resmi dinin ayinleri mahiyetindeki törenlere de bütün toplum katılmak zorunda bırakılmıştır. Toprak, vatan, ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal sınırlar, anıtkabir, bu ulusal dinin seküler kutsalları kabul edilmiştir. Vatandaşlar bu seküler dinin mü’minleri olmak zorunda bırakılarak, bütün hayat alanlarında ve ömür boyu bu dinin kutsallarına tazime zorlanmışlardır. Başta okullar, kışlalar, resmi, kurumlar olmak üzere bütün ülke sathı da bu seküler dinin tapınakları haline getirilmiş, resmi törenler, resmi bayram ve yas günleri, ulusal marş ve bayrak törenleri de bu dinin ayinleri olarak bütün topluma dayatılmıştır. Bütün bunlara rağmen, laik devletin emrinde DİB da kurularak İslam dini ve Müslümanlar denetim altına alınmış ve bu “resmi ideolojiye/dine” halkı ikna etmek için camiler, vaaz ve hutbeler kullanılmıştır. Allah’ın “tevhid dini”ni Kur’an ve sünnet ölçülerine dayanarak savunanlar ise her dönemde baskı, yasak ve soruşturmalarla sindirilmeye, susturulmaya çalışılmışlardır.
Tarih boyunca hep böyle olmuş, kitleleri aldatıp egemen statükoya meşruiyet sağlamak için kullanılan bu “resmi din”/”statüko dini”, her dönemde insanlar nezdinde saygınlığı olan ve yaygın kabul gören “Allah’ın dini” adına ortaya çıkmış/çıkarılmış ya da ona nispet edilmiştir. Yahut da kendi oluşturdukları statüko/şirk dininin de aslında Allah’ın dini olduğunu iddia etmişlerdir. Mesela Musa (as) Tur-u Sina’ya çıkıp Tevrat levhalarını aldığı süreçte, Samiri ziynet eşyalarını eriterek yaptığı altından buzağı putuna İsrail oğullarını tapınmaya çağırdığında söylediği söz de bu bağlamda bir içeriğe sahiptir: “Böylece (Sâmirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Sâmirî ve adamları) ‘Bu sizin de ilâhınızdır, Mûsâ’nın da ilâhıdır. Öyle iken Mûsâ, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tûr’da aramaya gitti)’ dediler.” (Tâhâ: 20/88). Görüldüğü üzere Samiri, Musa’nın (as) yokluğunda oluşturmaya kalktığı “Yeni statüko” ve onun dini için kendi ürettiği ilaha ve dine meşruiyet kazandırmak ve halka kabul ettirmek amacıyla kendi dinini Allah’ın dini gibi göstermeye çalışmaktadır. Aynı şekilde; Rasûlüllah’ın (s) davetinin muhatabı olanlar içinden statükodan beslenen “ileri gelenler” de kendi destekçileri olan kitlelere seslenerek “Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır” (Sad: 38/7)demek suretiyle, kendilerinin Hak dini temsil ettiklerini, Rasûlün tebliğ ettiği ve statükoyu sarsan “tevhid dini”in ise uydurma olduğunu iddia ediyorlardı.
Statüko dinleri neden hep böyle yaparlar, çünkü insanlar ancak bu şekilde daha kolay ve daha etkili biçimde aldatılabilmekte, Kur’an da buna “aldatıcının Allah ile (Allah’ın affına güvendirerek, Allah’ın dini adına)aldatması” (Lukman: 31/33) nitelemesini yapmaktadır. Bu din algısı, statükonun çıkarlarına göre Hak dinde yapılan değişiklikler ya da bâtıldan ilaveler yapılarak ortaya çıkarılmış, Hak ile bâtılın karışımı muharref bir din niteliğindedir. Kitleleri Allah ile aldatmak amacıyla Hak din olarak takdim edilse de, aslında şirke bulaşmış bâtıl bir dindir. Kur’an bu dine “atalar dini” de demektedir. İşte statükonun dini olan, ancak şirkle nitelenebilecek bu din algısı, günümüzde tevhid dini olan İslam’ın karşısına, “ılımlı İslam” adı altında ya da “Yerli ve Milli Din Anlayışı” şeklinde çıkarılmaktadır. İnsanlık serüveni boyunca hep statükolara hizmet etmiş, kitleleri aldatıp statükolara boyun eğdirme işlevi görmüş olan “dine karşı din” stratejisinin bugünkü versiyonu, sözde “radikalizme/terörizme/aşırılığa karşı” olduğu iddiasıyla,”Ilımlı İslam, Yerli ve Milli İslam” adı altında ortaya konmaktadır.
Hâlbuki Rabbimiz, kendi nezdinde makbul olan tek dinin vahye dayalı “İslam” olduğunu bildirmektedir. “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler.”(Âl-i İmran: 3/19). Böyle olduğu halde kendilerine kitap verilip İslam diniyle ve inzal edilen vahiyle bildirilen mesajıyla şereflendirilenlerin, daha sonra kendilerine gelen bu ilmi terk edilmiş bırakarak (Furkan: 25/30) dünya ihtirasları ve tuğyanları sonucunda bu dinin kitaplarını ve mesajını tahrif ederek “Hıristiyanlık” ve “Yahudilik” adı altında “statüko dinleri” haline dönüştürmelerine dikkat çekmektedir. Sonra da şu ikazı yapmaktadır: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran: /85). İçinde Hak’tan ne kadar çok parça barındırırsa barındırsın, her “statüko dini” bâtıldır, şirk dinidir ve kendisine tâbi olanları hüsrana sürükleyecektir.
Buna rağmen vahyin yolundan saparak “statüko dini” üretenler her dönemde, bu din anlayışlarını kitleleri aldatmak amacıyla “Allah’ın dini İslam”a nispet etmeye özen göstermişlerdir. Her dönemin statüko dininin hedefi, kozmik (evrendeki, göklerdeki, fıtrattaki) hâkimiyeti Allah’a bırakıp yeryüzü ilahlığını tagutlara vermek olmuştur. Bugünkü statüko dini olan “Ilımlı ya da Milli İslam”ın da hedefi, aynı istikamette belirginleşmektedir. “Ilımlı, Milli İslam” da, göklerdeki, evrendeki ve fıtrattaki ilah olarak Allah’ı kabul etmekte, kozmik hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu itiraf etmekte, ancak yeryüzündeki toplumsal hayatın, kamu alanının yönetimindeki nihai yasa yapıcılığı, mutlak kural koyuculuğu, heva ve zanna, laik demokratik parlamento ve hükümetlere bırakmaktadır. Yani yeryüzü ilahlığını Allah’tan başka ilahlara vermektedir. Anlaşılan odur ki, bugünün statüko dini “Ilımlı, Yerli-Milli İslam”, yeryüzündeki ekonomik, siyasal, hukuki toplumsal ve kamusal hayattaki ilah olarak laik demokratik parlamentoları ve hevayı kabul etmekte, Allah’ın ilahlığını ise, vicdanlara, bireysel ibadetlere ve uhrevi alana hasretmektedir.
(İnşaAllah devam edeceğiz).
DİPNOTLAR:
[1] 17. Mart. 2017 Cuma konferansında yaptığım konuşmada şunları ifade etmiştim: “Yaklaşık on yıldır (hatırlayın) Recep Tayyip Erdoğan’a seslenerek şu iki şeyin altını çizdim. Üstelik defalarca tekrar ettiğim bir şeydir bu. Konferanslarıma bakın, bütün kitaplarımda da bulursunuz. Yazılarıma, makalelerime, konuşmalarıma bakın. Ne demişim? “Bu iki konuya dikkat ederseniz, sizin için bir tek eleştiri cümlesi kurmayacağıma söz veriyorum. Genel olarak sisteme, laik sisteme, laik devlete, laik politikalara karşı mücadelemiz sürer ama Tayyip Erdoğan için ya da AKP için özel bir eleştiri cümlesi kurmam. Sisteme karşı, tevhidî istikamette genel mücadelemiz sürer …” demiştik. Neydi o iki konu? “Birincisi, laik devletin laiklikle hükmeden yöneticileri olarak haddinizi bilin! Kendinizi ve yolunuzu Hak ve İslam olarak tanımlamayın, İslam’ı tahrif eden açıklamalardan da uzak durun!” “İkinci olarak, insanlara somut fiilî zulümler, adaletsizlikler, baskılar yapmayın, sömürü ve yolsuzluklardan uzak durun.” “Bahsettiğim iki şeyi yapmadığın ve zulmü azalttığın sürece ‘sen sistem içi görece olumluluğu temsil edersin Tayyip Erdoğan’ dedim. Ama o İslam’ı tahrif edici açıklamalarını ısrarla sürdürdü. Ondan sonra da bu tahrifatlara karşı bizim yaptığımız ilmî eleştiriler bile hakaret gibi algılanıyor. Bir kere biz Müslümanız ve bu sebeple de asla kimseye hakaret etmeyiz. Biz Müslümanlarız. Adaleti temsil ediyoruz, merhameti temsil ediyoruz. Herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil ediyoruz.”
[2] 10-17 Mart 2017 tarihlerinde zorbaca gerçekleştirilen İLKAV’a yönelik Cuma Namazı baskını ve üç kardeşimizle birlikte şahsımın gözaltına alınmamız sürecinde yayınladığım basın bildirisinde de şu ifadeleri kullanmıştım: “Sayın R. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükûmeti!.. Yıllardır tekrar ettiğimiz şudur: Bizler sizin destekçiniz de, şahsi düşmanınızda değiliz. Sürekli ifade ettik ve “Size olan muhalefetimiz şahsınıza yönelik düşmanlığımızdan değil, Allah’a olan dostluğumuzdan ve teslimiyetimizdendir.” dedik. Sadece Allah rızası için, sizin yanlışlarınıza, Hak ile bâtılı karıştırıp Hak diye takdim etmenize, böylece İslâm’ı tahrif etmenize karşıyız. Laik sisteminize, laik politikalarınıza, adaletsizliklerinize muhalifiz. İnşaAllah böyle olmaya, tevhidî daveti yaymaya ve İslâmîbir toplumsal değişime vesile olma çabalarımızı sürdürmeye de her şeye rağmen devam edeceğiz. Böyle olduğumuzda, yani kendimiz olarak kaldığımızda, size uyumlu hâle gelmediğimiz için bize özgürlük ve hayat hakkı tanımayacağınızı mı söylemek istiyorsunuz? Vallahi buna rağmen bedeli neyse ödemeye hazırız, ama biz böyle muhalif kalmak, tevhidî akîde ve adalet ölçülerimizden taviz vermeden yaşamak ve böyle ölmek istiyoruz.”
[3] Ali Şeriati, Dine Karşı Din, Fecr Yayınları, Ankara-2009, sh. 24.
[4] Ali Şeriati, age, sh. 25.
[5] İLKAV Basın Açıklaması, 18 Mayıs 2014. Pamak: “Kapitalizmin Ölçüsüz Kazanma Hırsına Dayalı Sömürü Çarkı Durdurulmalı, Onurlu Kazanç Yolu Emek Korunmalıdır”. http://www.mehmetpamak.com/pamak-kapitalizmin-olcusuz-kazanma-hirsina-dayali-somuru-carki-durdurulmali-onurlu-kazanc-yolu-emek-korunmalidir/
[6] J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, s. 50, 113, 152-158.
[7] Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay, Tan Matbaası, İst. 1945, s. 49.
[8] Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1944.
[9] Esra Elmas, “Sevgili Atatürkçüğüm”, Hayykitap, Eylül 2007, İstanbul, s. 98.
[10] Kemalizm, Şeref Aykut, Muallim Ahmet Halil Kitap Evi, 1936 -İstanbul.
[11] Bu konuda daha geniş bilgiye, Ma’ruf yayınlarından çıkan “Laiklik Kemalizm ve Şehidlik” adlı kitabımızdan ulaşabilirsiniz.
İSLAM VE HAYAT
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *